Bunlardan birincisi şu: Hiç olmazsa tarihi açıdan söyleyebiliriz ki, tutumlu olmak, yani azla yetinmek konusunda şimdiye kadar sokaklara dökülmüş, isyan etmiş hiç kimse yoktur. Geçmişte insanların sokağa dökülmesi, daha fazla şey tüketmek için olmuştur, daha az tüketmek için değil.
İkinci sorunsa şu: Gezegenin ayakta kalması ile güzel yeni bir sofra takımı arasında bir seçim yapmak zorunda kalındığında insanların çoğunun sofra takımını seçecek olması.
Şimdi, bunun sebepleri de tümüyle haysiyetsizlikten kaynaklanmıyor doğrusu. Birinci sebep, tabii ki, içgüdülerimiz. İnsanlar çevrelerinin iyi şeylerle dolup taşmasını isterler. Kendilerini açlıkla yüz yüze bırakmayacak şeyler, başlarının üstünde bir çatı bulunmasını garanti edecek şeyler, bunun gibi şeyler işte... Ve, işte o içgüdü maddi kaynakları kapıp götürme arzusuna sürükler bizi.
İkinci sebep de şu: Zengin dünyada yaşayan insanların çoğu, yakın zaman öncesine kadar - son yirmi beş-otuz yılda ya da geçen yüzyılda - bizim bugün aşırı yoksulluk diye adlandıracağımız durumdan çıktı. Ve insanlar iklim değişikliğine ya da diğer çevre yıkım biçimlerine karşı girişilen kampanyaları, kendilerini o kötü günlere, nineleriyle dedelerinin ıstırap çektiği günlere geri götürecek tehlikeli bir şey olarak görüyorlar. Gerçekten de, hepimiz daha az tüketmek zorundayız dediğimiz zaman, bunun bir tehdit olarak algılanması mümkün.
Artık öğrenmiş olduğumuz bir şey de, yoksulluğun, ya da yoksulluğun en temel sebeplerinden birinin hem şimdi, hem de özellikle gelecekte, iklim değişikliği olduğu. Björn Lomborg ya da onu göklere çıkaran türde insanlar karşımıza iki seçenek çıkardıklarında, "ya o, ya o" dediklerinde, yani yapmamız gereken tek şeyin küresel yoksulluk sorununu çözmekle küresel iklim değişikliği sorununu çözmek arasında bir seçim yapmaktan ibaret olduğunu söylediklerinde, müthiş yanılıyorlar. Küresel iklim değişikliği sorunuyla yüzleşmeden küresel yoksulluk sorununa çözüm bulmak imkânsızdır. Ama, "ya o, ya o" görüşü son derece kullanışlı bir argüman. Kullanışlı çünkü, Lomborg aslında iklim değişikliğinin gerçekleşmekte olduğunu inkâr etmek zorunda değil. Ama aynı zamanda, iklim değişikliğinin gerçekleşmekte olduğunu inkâr etme umudunu taşımak isteyen bütün o insanlardan muazzam destek ve övgü alabiliyor. Dolayısıyla ne oluyor? Lomborg ve takipçileri kendilerini, insan hayatına bir fiyat biçmek gibi saçma bir durumda buluyorlar. Diyorlar ki: "İklim değişikliği söylendiği gibi ilerlerse, bu yüzyıl içinde bunun bize maliyeti 5 trilyon doları bulacaktır. Ve, gerçekten de iklim değişikliği ile uğraşacak yerde biz bu 5 trilyon doları yoksullukla mücadele için harcayacak olursak, çok daha vurucu bir etki yaratmış oluruz."
Şimdi bakın, iklim değişikliğinin doğrusal olmayan bir sistem olduğu biliniyor, o zaman iklim değişikliğinin vurucu etkisine tek bir fiyat biçmek, bilimsel bir saçmalıktan ibarettir. Bunun bilimsel bir saçma olduğu apaçık. ExxonMobil temsilcileri gibi insanların talepleri karşısında gözleri kamaşmayan her insan, bunun bilimsel bir saçmalık olduğunu görür. Ve eğer, şimdi Exeter Üniversitesi'nin raporundan öğrendiğimize göre, iklim değişikliği bu yüzyılın ortasına kadar 5 buçuk milyar insanı açlık tehlikesiyle yüzyüze bırakacaksa, o zaman 5 trilyon doların bununla kıyaslandığında ne değeri olabilir ki? Herhangi bir insanın hayatı ile karşılaştırıldığında 5 trilyon dolar nedir ki? ... Bunu önlemek için bu parayı harcayabilecek durumumuz varsa, bunu önlemek için bu parayı harcamak zorundayız demektir.
İnsanların iklim değişikliği meselesiyle uğraşmaktan kaçınma eğilimi göstermelerinin üçüncü sebebi de başka bir duyguyla ilgili. Sanırım bunu "doyuma ulaşma" ya da "tatmin edilmiş açgözlülük" diye nitelendirebiliriz. Bu, insanın içini ısıtan, sıcacık bir duygu: Bu değerli kaynakları bir kez avucunuzun içine aldığınızda bir daha vazgeçememe duygusu... zamanla hepimizin yaşadığı bir duygu. Doğrusu, ben de zaman zaman buna düştüğümü inkâr etmeyeceğim. Valla, her şeyden önce keyif verici bir madde kullanmak, ya da sarhoş olmak gibi bir şey... Bu hal hiç bitmesin, hep sürsün istiyorsunuz... Ama, aynı zamanda insanı siyasal pasifliğe de itiyor: Emperyal savaşların sil baştan yeniden başlamasına - ve kısmen de bu ülkenin öncülüğünde yürütülmesine - rağmen bizim Britanya'da bunun karşısında inanılmaz derecede pasif kalmış olmamızın sebeplerinden biri,ekonomik büyüme konusunda birbirini izleyen 50 çeyreği devirmiş olmamız. Eh, insanları atalete ve pasifliğe iten daha iyi bir sebep bulunamaz. Tabii biz de buna sıkı sıkı sarılmak istiyoruz. Buna sarılmak istediğimiz gayet açık. Ve, aslına bakarsanız, seçmenine "Biz ekonomik büyüme stratejisini bırakıyoruz, onun yerine ekonomik küçülmeyi hedefliyoruz," diyen bir hükümetin, hükümet görevini pek uzun süre yürütebileceğini de kimse söyleyemez doğrusu.
Dördüncü sebep ise, bütün ötekilerden daha büyük önem taşıyor. O da şu: Biz normal olarak iklim değişikliği sorunu ile baş etmek için gereken manevi ve ahlaki donanıma sahip değiliz. İklim değişikliğinin bizi kendisiyle yüzleşmeye zorlayan manevi iklimi, geçmişte benimsemiş olduğumuz ahlâki ve manevî yapı ile birçok bakımdan taban tabana zıt. Meselâ, New York'ta bulunan en yakın arkadaşınızın düğününe gitmemek ahlâka ve edebe aykırı olur. Ama şimdi New York'ta bulunan en yakın arkadaşınızın düğününe gitmek de ahlâka ve edebe aykırı. Kadınlar sokaklarda, caddelerde cinsel tecavüze ve tacize uğramasın diye iyice aydınlatılmış sokaklara sahip olmak, ahlâka ve edebe uygundur. Ama bu ışıklandırma ve aydınlatma fosil yakıtlar sayesinde yapılabiliyorsa ancak, iyice aydınlatılmış sokaklar ve caddeler de ahlâka aykırıdır. Gördüğünüz gibi, iklim değişikliği konusu bizleri kitleler halinde moral bir bozguna ve şaşkınlığa uğratıyor. Aramızda bu meseleyle yoğun bir şekilde uğraşan, gecelerini gündüzlerine katarak buna çözüm bulmaya çalışanlar var, ve bu mesele onlar için bile hiç kolay değil.
Size kendi hayatımdan bir örnek vereyim: Birkaç yıl önce son derece aşırı ve sonradan büyük tartışmalara yol açan bir demeç vermiştim. Demiştim ki: "İnsan refahı üzerindeki objektif etkileri açısından, Atlantik üzerinde uçmak çocuklara cinsel tacizde bulunmaktan daha kötüdür. Çünkü, Atlantik üzerindeki bu uçuşun kaç insanın hayatı üzerinde derinlemesine bir etki yaratacağını düşündüğümüzde, çocuklara cinsel tacizde bulunmanın çocuklar üzerinde yaratacağı korkunç yıkımdan çok daha büyük bir yıkıma, çok daha fazla insanın hayatının sönmesine yol açacağını görürüz."
Tabii, benim söylediğim pek çok laf gibi bu sözlerim de büyük bir tartışma yarattı. Şimdi, ben bu satırları yazdıktan sonra da Atlantik üzerinde uçan uçaklara bindim. Daha beter şeyler de yaptım... Tabii ki kendimi berbat hissediyorum bu konuda. Günah çıkartmak için Rising Tide (Yükselen Sular) adlı sivil toplum örgütüne para filan yolladım. Ama sökmüyor tabii aslında. Bu benim kendimi daha iyi hissetmek giriştiğim zavallı bir çabadan ibaretti. Ama, gene de, bir çocuğa cinsel tacizde bulunmuş olsaydım duyacağım feci hissin yarısı kadar bile değildi.
Yani, ahlâken daha büyük olan günah karşısında insan, kendini ahlâken daha az kötü hissediyor; daha küçük günahı işlemiş olmak, daha kötü vicdan azabı yaratıyor. Bence bunun altında yatan birkaç sebep var; ama önde gelen sebep şu: Biz, hem mekân, hem zaman, hem de niyet bakımından, eylemlerimizin yarattığı sonuçlardan kopmuş durumdayız. Bu adeta kavranamaz bir mesafe. Yani, bir kitap basıyorum ve bu eylemim, Bangladeş'in seller altında kalmasına yol açıyor - bunu kavramak çok çok zor. Bugün ışıkları yakıyorum ve bu, otuz yıl sonra Afrika'da kuraklık felaketine sebep oluyor... Buna aklın yatması o kadar güç ki! Benim Bangladeş'i seller altında bırakmak filan gibi bir niyetim yok. Afrika'nın kuraklıktan kavrulmasını hiçbirimiz istemeyiz elbette. Dolayısıyla, bu durumda insanlığa karşı suçlar işlemekte olduğumuzu kavramak büsbütün imkânsız hale geliyor. Bu, şu demek çünkü: Dünyanın en iyi huylu, en yumuşak, en masum ve dürüst insanları fosil yakıtları tüketmekten sorumlu ve buna imkânları var - böylelikle rutin olarak her gün, her saat, her dakika insanlığa karşı suç işleme durumundalar! Buna insanın aklını yatırması öylesine güç ki...
Karşı karşıya bulunduğumuz en büyük sorun da bu işte. Ya da, konuşmanın başında sözünü ettiğim iki sorunun en önemli sebebi bu. Bu yüzden de, bununla baş etmek ya da yüzleşmek yerine, "iyi haber"e uzaktan yakından benzeyen en küçük şeye bile deli gibi tutunmaya çalışıyoruz.
İklim değişikliği gerçeğine karşı çıkanların medyada kendilerine bu kadar geniş yer bulmalarının sebebi de medyanın dolar mültimilyonerleri için daha iyi bir dünya isteyen dolar mültimilyonerleri tarafından kontrol edilmesi değil sadece. Bunun belli başlı sebeplerden biri olmasına rağmen, sadece bundan değil tabii. Aynı zamanda, biz bu adamlara inanmak istiyoruz da ondan. İklim değişikliği şüphecileri diye adlandırılan bu adamlar ne kadar çatlak görünürlerse görünsünler, onlara inanmak için yanıp tutuşuyoruz. Ve Allah'ım, bilim ayaklarının altından kaydıkça onlar her dakika biraz daha çatlak hale geliyorlar!
Bir-iki örnek vereyim: Geçen yıl The Spectator gazetesi, küresel ısınmaya kafayı takmamıza gerek olmadığını yazdı. Neden? Çünkü, 1970'lerde de bilim insanları bir buz çağına gireceğimizi yazmışlardı. Dolayısıyla, bu öngörü doğru çıkmadığına göre, küresel ısınma öngörüsü de doğru çıkmayacaktı. Bakın, bu şunu söylemeye benziyor biraz: Jean-Baptiste Lamarck, bir zamanlar bir evrim kuramı ortaya atmış ve bu teori zamanında epey destekçi bulmuştu ama sonradan bunun doğru olmadığı ortaya çıktı. E, öyleyse, Charles Darwin'in evrim kuramı da yanlış olmalı. Spectator bilimin nasıl çalıştığı hakkında en küçük bir fikre sahip olsaydı, bir kuramın, bir hipotezin yanlışlanması üzerine bir başkasının üzerinde çalışıldığını ve bu durumunsa bilimin reddi için değil, asıl bilimin güvenilirliği için bir sebep oluşturduğunu görürdü. Spectator da Express ya da Daily Mail gazeteleri gibi bilim dâhileri ile tıka basa dolmuş durumda. Mesela, Express'te yazan Peter Hitchens'a bir göz atalım. Hitchens, şu harika cümleyle karşımıza çıktı: Sera gazı etkisi - bakın küresel ısınma bile demiyor - sera gazı etkisi diye bir şey muhtemelen hiç yok! Buna ilişkin hiç kanıt bulunamamış. Eh, bu durumda Profesör Hitchens iklimimizin ayın ikliminden neden farklı olduğunu da bize bir zahmet izah ediverseydi bari. Şimdi bakın, sera gazı etkisi, yani atmosferdeki gazların sıcaklığı hapsetme özelliğine sahip oldukları gerçeği, daha 19. yüzyıl ortalarında tespit edilmişti. Hitchens bunun bilimsel bir gerçek olarak neden kamuoyuna açıklanmadığını bir komplo teorisi ile izah ediyor. Bu olguyu oracıkta kafasından uydurduğundan başka bir izah tarzıyla tabii. Efendim, bunun halka açıklanmamasının ardında yatan gerçek sebep, yeşillerin, küreselleşme karşıtlarının ve Amerika'dan nefret eden insanların bir komplosu sonucu, sera gazı etkisi olmadığının ve aslında bizim tıpkı ayınki gibi bir iklime sahip olduğumuzun halktan gizlenmesi arzusu oluyor. Ama şunu büyük bir üzüntüyle söylemeliyim ki, aslında en tehlikeli olan insanlar işte bu iklim değişikliği şüphecileri denen kişiler. Keşke ben de önlerine gelen iddialar hakkında bu kadar kuşku duyan insanlarınki gibi biraz daha şüpheci olabilseydim. Mesela botanikçi ve eski çevreci David Bellamy kadar. Ve bunu büyük bir hüzünle söylüyorum, çünkü ben bu adama büyük saygı duyuyordum bir zamanlar. Size Bellamy'nin geçen yıl Dail Mail gazetesine yazdığı bir makaleden birkaç satır okuyayım müsaade ederseniz: Yazının Başlığı: "Küresel Isınma - Bir Yığın Safsata". Bu makalenin Nature dergisi tarafından geri çevrildiğini de söylemeliyim. Şu cümleyle başlıyor: "Yaşasın Küresel Isınma. Ben de, birçok meslektaşım da böyle diyoruz. İklim değişikliği tamamıyla doğal bir olgudur, fosil yakıtların yakılmasıyla da hiçbir ilgisi yoktur. Fosil yakıtların yakılmasıyla küresel ısınma arasındaki bağlantı, hikâyedir." Bunları yazan, David Bellamy, bir zamanların çevrecisi.
Bu insanlar, Hitler'in Almanya'yı yeniden silahlandırıp dünya hakimiyeti peşinde koştuğunun doğru olmadığı konusunda ısrar edenler kadar kör ve tehlikeli. Ne var ki, onların televizyonda neredeyse her hafta "Today" programında arz-ı endam ettiklerini görüyoruz. ExxonMobil şirketi tarafından fonlanan Ekonomik İşler Enstitüsü'nü temsil eden şu moron Julian Morris, televizyonda Today programına çıktı ve iklim değişikliği sonucunda Üçüncü Dünya'da tek bir kişinin bile ölmediğini söyledi! (Tabii, Today programında Exxon fonlamasından bahsedildiğini filan duymadık.)
Bu adam birkaç bin ya da birkaç on bin kişinin ölmüş olabileceğinden bahsetmiyor - Tek kişi bile ölmedi diyor!.. Yani, iklim değişikliği yüzünden hiç sel olmadı, hiç kuraklık olmadı, hiç bir hastalık çıkmadı ve etrafa yayılmadı, hiçbir yerde sular yükselmedi ve hiçbir sorun yaratmadı. Hindistan'da 2003'te sıcak dalgasından bir kişi bile hayatını kaybetmedi... Tabii, yirmi beş otuz bin kişi gitti o sıcaklarda ama onlar ne de olsa esmer tenli ve alt tarafı Hindistan'da yaşayan insanlar. Yani hiç kimse sayılırlar... Ve, işte bu sözleri sarf eden adamlar da durmadan televizyonlara çıkarılıyor hâlâ. Ve, biliyor musunuz, her birimizin içinde, bu adamların söylediklerine inanmak isteyen bir taraf var maalesef.
Sonuç olarak, önümüzde üç büyük görev var gibi geliyor bana: Birincisi, iklim değişikliğini sürekli olarak insanların zihninde ön planda tutmak... Irak savaşı öncesinde yapılan kampanya türünden bir kampanyayı sürekli ayakta tutmak... Ama, birkaç ay süreyle değil, daimi olarak... İnsanlara bunun hayatın normal akışı içinde yer alan sıradan bir sorun olmadığını açıklamak... Bunun genelleştirilmiş bir kriz olmadığını, varoluşumuza ilişkin bir felaket olduğunu açıklamak. Bunun, dâr-ı dünyadaki mekânımızı tehdit ettiğini açıklamak.
İkincisi, ortada bir sorun falan olmadığını söyleyen, bunu inkâr eden insanları sürekli olarak teşhir etmek ve onlara sürekli olarak karşı çıkmak... Onların iddialarını bilimin şimdi bize söylediklerinin ışığında çürütmek... Ayrıca bu insanların hangi fonlardan beslendiğini araştırıp bunları ortaya çıkarmak... Ve bu insanların karşısına her an bilimsel görüşlerle çıkmak.
Ve üçüncü görev. Elbette, hepsinden çok daha büyük ve zorlu olanı. Bu da, hayatlarımızı yöneten ahlâkî pusulayı yeniden ayarlamak. Evet, ilk bakışta, imkânsız gibi görünen bir iş bu. Ama daha önce yapıldı. Aslına bakarsanız, birkaç defa yapıldı. Size bir tek örnek vereyim: Bir zamanlar insanlar gene görünüşte dünyanın en masum arzusunun peşinde koşmaktaydılar: Şeker yemekten daha masumane bir şey olabilir mi? 18. yüzyılda şeker yemek, dünyada yapılacak işlerin en masum olanı gibi görünüyordu. Çocuklar şekere bayılır. Herkes şekere bayılır. Tatlı seven, masum insanlar... Şeker yemek istiyorlardı. Ve, bu insanlara şeker yemelerinin ancak kölelerin şeker üretmesi sayesinde olabildiğini anlatabilmek ve onları buna ikna edebilmek için uzun, sürekli ve güçlü bir kampanya yapmak gerekti. İnsanları, köleliğin kaldırılması halinde şeker fiyatlarının yükseleceğine, ama buna rağmen köleliğin gene de kaldırılması gerektiğine ikna etmek için büyük bir kampanya yürütülmeliydi ve yürütüldü de. Eh, insanların imparatorluğun sonuç ve etkilerine, tüketimin ta uzaklardaki etkilerine karşı duyarlı olmadığı o dönemde bu kampanya başarılı olabildiyse, bugünkü kampanyamızın başarıya ulaşmaması için de hiçbir sebep yok demektir.
Ama, bunu hükümetimiz yapmayacak. Oralarda bir yerde belli belirsiz, şekilsiz bir insan kitlesi de yapmayacak. Bunu, siz yapacaksınız.
Şimdi sokağa çıkın ve tutumlu olmak, azla yetinmek için isyan edin.
Teşekkür ederim. (GM/ÖM/TK)
* Gazeteci, yazar, öğretim üyesi ve aktivist George Monbiot'nun Şubat 2005'te Londra University College'da yaptığı konuşmayı, Ömer Madra Türkçeleştirdi. Açık Radyo, konuşmanın kaydını, 1 Kasım 2005 Salı günü Büyük Resim adlı programda, big-picture.tv'nin izniyle yayınladı.
* George Monbiot'nun kişisel Web sitesi: monbiot.com