Hayatları değiştirecek türden bir andı yaşadığımız. Geçen hafta Yokoluş İsyanı grubu iklim aktivistlerinin basın toplantısında biz basın mensuplarından ikisi, toplantıyı düzenleyenleri, hedeflerinin gerçekçi olup olmadıkları konusunda sıkıştırdı. Örneğin Birleşik Krallık karbon salımlarının 2025 yılına kadar net olarak sıfıra indirilmesini talep etmişlerdi. Bazı orta düzey hedefler peşinde koşmak daha iyi olmaz mıydı diye sorduk biz de.
Lizia Woolf adında bir genç kadın öne çıktı. Daha önce konuşmamıştı, ama cevabındaki tutku, keder ve öfke tam anlamıyla inandırıcıydı. “20 yaşında biri olarak benden neyle yüzleşmemi, geleceğim ve hayatımla ilgili olarak neyi kabullenmemi istiyorsunuz? ... Bu bir olağanüstü hal. Yokoluşla karşı karşıyayız. Böyle sorular sormakla, kendimi nasıl hissetmemi bekliyorsunuz?” Ona verecek cevabımız yoktu.
Daha yumuşak hedefler siyasi açıdan gerçekçi olabilir, ama bunlar fiziksel açıdan gerçekdışı. Yalnızca varoluş krizlerimizle aynı oranda değişimler bize bu krizleri önleme konusunda bir şans yaratabilir. Umut barındırmayan gerçekçilik ve sorunun etrafında dolaşıp ıvır zıvırla uğraşmak bizi bu belanın içine soktu zaten. Bizi bu pislikten çıkaracak da değil.
Kamuya mal olmuş şahsiyetler çevresel değişiklikler sanki doğrusal ve kademeli bir şekilde olacakmış gibi konuşup öyle hareket ediyorlar. Ama yeryüzünün sistemleri hayli karmaşık; karmaşık sistemler de baskıya doğrusal şekilde karşılık vermezler. Bu sistemler birbiriyle ilişkiye geçtiğinde (dünyanın atmosferi, okyanusları, arazi yüzeyleri ve hayat formları, araştırmalar daha kolay yapılabilsin diye kendilerine ayrılmış kutularda öyle sessiz sakin oturup durmazlar), değişim karşısında hayli öngörülemez tepkiler verirler. Küçücük sapmalar vahşice dallanıp budaklanabilir. Devrilme noktalarının da, biz onları geçene kadar görünmez halde kalmaları olasıdır. Öyle ani ve derin durum değişiklikleri görebiliriz ki herhangi bir sürekliliği güven içinde varsaymak mümkün olmayabilir.
Hayatımızın bağlı bulunduğu pek çok yaşam destek sistemlerinden – topraklar, yeraltı suları, yağışlar, buzlar, rüzgâr ve akımların örüntüleri, tozlayıcılar, biyolojik bolluk ve çeşitlilik – sadece birinin bozulması, her şeyin kayıp gitmesi için yeterlidir. Örneğin, Arktik deniz buzlarının erimesi belli bir noktayı geçince, bu olayın tetikleyeceği pozitif geri beslemeler (mesela daha koyu renkte suların daha çok ısı emmesi, permafrost tabakasındaki erimenin metan gazını açığa çıkarması, kutuplardaki anafor ve burgaçlanmalarda kaymalar olması) kontrolden çıkmış iklim yıkımını durdurulamaz hale getirebilir. Örneğin, Genç Dryas diye adlandırılan dönem bundan 11,600 yıl önce sona ererken, sıcaklıklar on yıl içinde 10C derece yükselmişti.
Böyle bir çöküşün henüz önlemez olduğunu, ya da buna uygun çapta büyük bir karşılık verilmesinin teknik ya da ekonomik olarak imkânsız olduğu kanısında değilim. ABD 1941’de ikinci dünya savaşına girdiğinde ülkenin sivil ekonominin yerine askeri ekonomiyi geçirmesi birkaç ay içinde gerçekleşmişti. Jack Doyle’un Taken for a Ride adlı kitabında kaydettiği gibi, “Bir yıl içinde General Motors şirketi sıfırdan başlayarak bin Avenger, bin de Wildcat uçağını tasarlamayı, donatmayı ve tümüyle imal etmeyi başardı ... Pontiac, gemi savar füzeleri imal etmek üzere donanma ile sözleşme imzaladıktan sonra bir yıl içinde, tamamlanmış ürünü dünyanın dört bir yanında deniz nakliye filolarına teslimata başlamıştı.” Ve bütün bunlar, gelişmiş iletişim teknolojisi her şeyi daha hızlı hale getirmeden önceydi.
Sorun politik. Sosyal bilimler profesörü Kevin MacKay, hayranlık verici analizinde medeniyetlerin çöküşünde oligarşinin toplumsal karmaşıklık ya da enerji talebinden çok daha temel bir rol oynamış olduğunu ileri sürüyor. MacKay’e göre oligarkların denetimi, akla uygun karar alma süreçlerini kösteklediğini, zira seçkinlerin kısa vadeli çıkarlarının toplumun uzun vadeli çıkarlarından kökten farklı olduğunu savunuyor. Geçmiş medeniyetlerin “krizlerini çözmek için gereken kültürel ve teknolojik bilgi ve beceriye sahip olmalarına rağmen” neden çöktüklerini bu olgu ile açıklıyor. Ekonomik seçkinler, toplumun arızalanmasından yararlandıkları için, ihtiyaç duyulan çözüm yollarını baltalıyorlar.
Servet ve refahın, politikanın, medyanın ve toplumsal söylemin oligarşinin kontrolünde olması, bizi bugün felakete sürüklemekte olan kapsamlı kurumsal fiyaskoyu açıklıyor. Donald Trump ve kabinesindeki mültimilyonerleri düşünelim; Koch biraderlerin sağcı örgütleri finanse etmesini düşünelim; Murdoch basın-yayın imparatorluğunu ve onun iklim bilimini inkâra yaptığı yoğun yatırımları düşünelim; ya da yeni teknolojilere daha hızlı geçişi engelleyen lobileriyle petrol ve otomotiv şirketlerini düşünelim.
Hükümetler nefes kesici şekilde çuvalladılar tabii ama bu krize cevap verme konusunda sınıfta kalanlar yalnızca onlar değildi. Kamu sektöründe çalışan yayıncılar çevre konusundaki haber ve yayınları sistemli biçimde kestikleri gibi, bir yandan da karanlık fonlarla beslenen lobicilerin düşünce kurumları kılığında boy gösterip kamusal söylemi biçimlendirmelerine ve yüzyüze olduğumuz felaketi inkâr etmelerine göz yumdular. Akademisyenler de, kendilerine fon sağlayanların ve meslektaşlarının keyfini kaçırmamak uğruna ağızlarına fermuar çektiler.
İçinde bulunduğumuz açmazla mücadele ettiklerini iddia eden kurum ve kuruluşlar bile kendilerini yıkıcı çerçevelerin içine hapsedip duruyor. Geçen Çarşamba Kamu Politikaları Araştırmaları Enstitüsü’nde (IPPR) çevrenin çöküşü konusunda bir toplantıya katıldım. Salonda bulunan insanların çoğu, sürekli büyümenin yeryüzü sistemlerini ayakta tutmakla bağdaşmaz olduğunu kavramış görünüyordu.
Yazar Jason Hickel’ın belirttiği gibi, yükselen GSYİH’yı küresel kaynak kullanımından ayrıştırmak diye bir şey hiç mümkün olmadı ve asla olmayacak da. Yılda 50 milyar ton kaynak kullanımı, yaklaşık olarak yeryüzü sistemlerinin kaldıracağı sınıra eşit olmakla birlikte, dünya daha şimdiden 70 milyar ton kaynak tüketmekte. Şu andaki ekonomik büyüme oranları ile bu tüketim 2050 yılına kadar 180 milyar tona yükselmiş olacak. Azami kaynak verimliliği, güçlü karbon vergileriyle birlikte uygulandığında bu miktarı en iyi ihtimalle 95 milyar tona indirebilir: Bu da çevrenin kaldırabileceği sınırların hâlâ uzak ara ötesinde kalır. Yeşil büyüme, enstitü üyelerinin de kabul etmiş gibi göründüğü üzere, fiziksel olarak imkânsızdır.
Ne var ki, aynı gün, aynı enstitü yeni bir ekonomi ödülü vereceğini ilan etmesin mi? “Büyüme oranlarında kademe atlatacak iyileşmeyi gerçekleştirecek iddialı projelere” verilecek bir ödül. Enstitü, Birleşik Krallık’ta ekonomik büyüme oranlarının en az ikiye katlanmasını sağlayacak fikirler istiyor. Ödülün açıklama bölümünde her zamanki sürdürülebilirlik lakırdıları yer alıyordu ama ödülü verecek jüri üyeleri arasında çevre konularına ilgi göstermiş herhangi bir kişi yoktu.
Çözüm bulmaları için ağızlarının içine baktığımız şahsiyetler, sanki dünyada hiçbir şey değişmemiş gibi yuvarlanıp gidiyorlar. Sanki, bütün bu biriken kanıtlar zihinlerinde en ufak bir iz bırakmamış gibiler. Onyıllardır yaşanan kurumsal çuvallama, sonunda sadece “gerçekçi olmayan” önerilerin – yani ekonomik hayatın başka bir amaca uygun hale getirilmesi ve bunun hemen hayata geçirilmesi gibi önerilerin – artık gezegenin ölüm sarmalını durdurma konusunda gerçekçi bir şansı olduğunu kesinleştiriyor. Ve ancak bu çuvallamış bozuk kurumların dışında ayakta kalanlar bu çabanın önderliğini yapabilirler.
Aynı anda iki görevin birden yerine getirilmesi gerekiyor: Yokoluş İsyanı’nın yaptığı gibi, çöküşü önleme olasılığı uğruna kendimizi ortaya atmak – bu olasılık ne kadar zayıf görünürse görünsün; ve de kendimizi bu uğraşların muhtemel başarısızlığına hazırlamak – bu olasılık da ne kadar korkunç olursa olsun. Her iki görev de yaşayan gezegenle olan ilişkimizin baştan başa gözden geçirilmesini gerektiriyor.
Oligarşinin denetimine karşı meydan okumadan kendimizi kurtaramayacağımıza göre, demokrasi ve adalet kavgası ile çevrenin yıkımına karşı kavga birbirinin tıpatıp aynıdır. Bu krize sebep olanların siyasi eylem sınırlarını belirlemesine izin vermeyelim. Büyülü düşünceleriyle bizi bu iğrençliğin içine sokanların neyi yapıp neyi yapamayacağımızı bize söylemelerine izin vermeyelim. (GM/HK)
* Guardian'da 14 Kasım 2018'de çıkan yazı, Açık Radyo çevirisiyle yayınlandı.