Birkaç hafta önce, çevre hakkında yazılmış en önemli kitap olduğunu düşündüğüm bir kitap okudum. Sessiz Bahar, Küçük Güzeldir hatta Walden da değil. Kitapta, grafikler, tablolar, rakamlar, öngörüler, kanıtlar yoktu. Ya da onu diğer çevre yazınının çoğundan farklı kılacak iç karartıcı bir cümle bile içermiyordu. Bu bir roman, bir yıl önce yayımlanmış ve dünyaya bakışınızı değiştirecek.
Tek kaynak olarak insan kalırsa...?
Cormac McCarthy'nin kitabı The Road (Yol), dünya biyosferini kaybederse ve yeryüzünde tek canlı olarak, ölü ormanlarda ve külün içinde yiyecek için avlanan insan ırkı kalırsa neler olabileceğinden bahsediyor. Olay başlamadan birkaç yıl önce, kitabın kahramanı, üzerinden uçan son kuşların sesini duyuyor: “yarı sağırlaşmış biçimde, kilometrelerce yüksekte dönüp duruşları, bir kasenin kenarında gezen böceklerinki kadar anlamsız.” McCarthy bunun olabileceğini yazmıyor, ama olursa sonuçlarının neler olabileceği hakkında fikir veriyor.
Önceden var olan tüm sosyal kodlar yok oluyor ve yerini önce organize katliamlar, ardından da kaotik ve kör bir korku alıyor. Geride kalanlar başka ne yapıyor? Tek kaynak insan… McCarthy, insanlık çağında, nükleer kış nedeniyle bile, yeryüzünde bunun olabileceğini düşünmenin zor olduğunu söylüyor; ancak, bu düşünce egzersizi, teknolojik kibrimizin bizi nasıl kör ettiğini korkunç bir şekilde gösteriyor: biyolojik üretime bağımlılığımızın bâki oluşu. Medeniyet, sadece biyosferin tenindeki bir kızarıklık gibi, çevresel değişimin, bir giysinin kolununki gibi, tahriş edici etkisine karşı dirençli değil. Yol’u bitirdikten altı hafta sonra bile etkisinden kurtulamadım.
Birleşmiş Milletler’in gezegenin durumu üzerine son raporunu okuduğumda, zihnim haftalarca bazı rakamlara takıldı. Bazı önemli noktalar - hemen her yerde benzin artık kurşunsuz ve sülfür emisyonları zengin ülkelerin çoğunda kısıldı- ve bir dolu can sıkıcı konu var. Ama beni özellikle durduran üretim meselesi oldu.
Tahıl üretimi son 20 yılda arttı (1980’lerdeki hektar başına 1,8 tondan bugün 2,5 tona yükseldi), ama yine de nüfus artışıyla aynı oranda değil. “Dünyada kişi başına düşen tahıl üretimi 1980’lerde en üst düzeye ulaştı, o dönemden bu yana da düşüyor.”
2050 yılında dünyada kabaca dokuz milyar insan olacak: Onları beslemek ve açlık konusunda milenyumun gelişme hedeflerini tutturmak için dünya yiyecek üretimini iki katına çıkarmak gerekiyor. Atıkları azaltmayıp, aşırı yemekten, biyoyakıtlardan ve et tüketiminden vazgeçmediğimiz sürece, tahıla olan ihtiyacımız bugünkünün üç katına çıkacak.
Su tüketimi artacak, peki su nereden gelecek?
Burada iki sınırlayıcı unsur var. Biri, raporda öylesine söz edilen fosfat meselesi: Gelecekte, rezervlerin nerede olabileceği çok açık değil. Daha acil sorun ise su. “Milenyumun açlığa karşı hedeflerini tutturmak için tahıl üretiminde, 2050 yılında, bugünkünden iki katı fazla su kullanılması gerekiyor.” Nereden gelecek bu su? “Su kıtlığı birçok bölgede şiddetli hale geldi ve tarım yeraltı sularından, akarsulardan gelen sudan aslan payını alıyor.” Dünyanın büyük nehirlerinin yüzde 10’u artık yıl boyunca denize ulaşamıyor.
148. sayfada şu açıklamayı buldum: “Bugünkü eğilimler devam ederse, 1,8 milyar kişi 2025 yılında kurak bölgelerde ve ülkelerde yaşıyor olacak ve dünya nüfusunun üçte ikisi su sıkıntısıyla karşı karşıya kalacak.” Aşırı tüketim ve ormansızlaştırma sebeplerden biri, ama kuraklığın en önemli nedeni iklim değişikliği. Su ihtiyacının çok fazla olduğu yerlerde yağmurlar azalacak. O halde, en azından, karbon emisyonlarında nasıl bir azalma sağlayacağız? Dünyayı besleyebilecek miyiz? Birçok ülkede bu yetersizlik yüzünden çıkacak sosyal kargaşalardan nasıl korunacağız?
Göle bir taş düşüyor, ama birkaç saniye sonra herşey yine süt liman. Sayfayı çeviriyor ve hayatınıza devam ediyorsunuz. Geçtiğimiz hafta küresel ısınmanın yeryüzündeki canlıların yarısını yok edebileceğini öğrendik. 25 canlı türü yok olma sınırında; karbon emen biyolojik unsurlar, öngörülenden on yıl daha önce karbon salmaya başladı. Ama yine de herkes bir başkasının harekete geçmesini bekliyor ve seyrediyor. Konuşulmayan evrensel düşünce şu: “Eğer gerçekten çok ciddi bir durum olsaydı, birileri bir şey yapmaz mıydı?”
Cumartesi günü, BM raporundan biraz nefes alayım diye (kim demiş çevreciler eğlenmeyi bilmez diye?) Birmingham’daki yol protestocuların toplantısına gittim. Ülkenin her yerinden gelmişlerdi ve 18 yeni şema ortaya çıkarmışlardı. İngiliz hükümetinin planladığı yeni yol projelerinin bir kısmı. Çevre Bakanı Hilary Benn’in dün açıkladığı iklim değişikliğiyle mücadele planı memnuniyetle karşılanmıştı. Ama hükümet, havacılık, inşaat, kömür madenleri, petrol araması, ulaştırma gibi büyük sektörlerde emisyonları artıracak politikaları desteklemeye devam ediyor. Peki, o zaman planlanan yüzde 60 kısıntı nasıl sağlanacak?
Kimse bilmiyor, ama muhtemel cevap planın önemli maddelerinden birinde gizli: karbon ticareti. Hükümet, Britanya’da yüzde 60 kısıntıya gidemezse, bunu bizim yerimize yapan ülkelere ödemede bulunacak. Ama ticaret, ancak küresel kısıtlamada tutturulması planlanan hedefler küçükse işe yarar. Küresel ısınmadan korunmak için, dünyadaki emisyonlardan büyük bir miktar kısıtlamalıyız. Britanya’nın karbon ticareti yapacağı ülkelerin çoğu da kendi büyük kısıntılarını yapacak sonra da artanı bize satacaklar. Çok geçmeden karbon kredimizi Mars veya Jüpiter’den satın almak zorunda kalacağız. İklim değişikliğinden korunmanın tek yolu, şimdi ve burada karbon emisyonlarını azaltmaktır.
Harekete geçmek...
Peki, harekete geçmek için bizi kim ikna edecek? Muhalefet partilerinin politikaları ne kadar güçlü görünse de onları harekete geçirecek seçmenler arkalarında olmadıkça devam edemezler. Medya bizi harekete geçiremez. BBC, tarafsızlığını bozmama korkusuyla ‘Planet Relief’i (Gezegeni Kurtarmak) yayından kaldırıyor –Allah korusun, toplu yok oluşa karşı çıkabilir-, ama her hafta akışına koyduğu yarışma ile, Black and White Minstrel Show’unkine* benzeyen bir ilgiyle karşılanan programı–Top Gear’ı- yayınlamaya devam ediyor.
Haftalık program, daha fazla seyahat etmeye, daha hızlı araba kullanmaya, daha büyük evler inşa etmeye, daha fazla satın almaya yönlendiren programlarla tıka basa dolu; hiç biri kuralları bozmuyor, yani gerçekten iş dünyasının çıkarına dokunmayan, üst sınıfın duyarlılıklarını pohpohlayan programlar. Medya, korku ve reklamla yönetilirken, umutsuzca tüketim ekonomisinin yanında ve biyosferin karşısında yer alıyor.
Bana öyle geliyor ki, bizden sonraki insanları ‘Yol’dan aşağı itiyoruz. McCarthy, biyosfer gittikçe büzülürken, kitabın kahramanının temel inançlarındaki çöküşü tanımlıyor. Öyle hissediyorum ki, bu her an olabilir: Çıkarlarının zora girmesi ve duyarsızlaşma zengin dünyanın insanları arasında görülüyor . Bu doğruysa, medeniyetin başının dertte olduğuna karar vermek için ormanların yanmasını ya da besin kaynaklarının tükenmesini beklememeliyiz. (GM/NS/NZ)
Metin İngilizce aslından Türkçe’ye Nuray Soysal çevirdi, Açık Radyo'nun web sitesinde yayınlandı.
* 1958 ve 1978 yılları arasında 20 yıl süreyle BBC’de yayınlanan ve çok başarılı olan bir eğlence programı.