İstiklal caddesindeki Sent Antuan kilisesinin adeta sahnesindeyim. Her Paskalya öncesindeki perşembe yapıldığı gibi İsa'nın havarilerinin ayaklarını tek tek yıkaması canlandırılıyor, onlara duyduğu sevginin ve alçakgönüllülüğünün ispatı olarak.
Zamanında gayet aşağılayıcı görülen bu hareket Yahudi geleneğindeki el yıkamanın bir adaptasyonu olarak Hıristiyan adetlerine girmiş.
Gel gör ki boyu en kısa figürasyon elemanı olarak papazın ayini yönettiği ve kilisenin tabanına göre iki üç basamak yüksek olan geniş platformda müritlere en yakın pozisyondayım ve tuvaletim geliyor.
Daha önceki vesilelerde elimize tutuşturulan mumların eriyerek çıplak tenimizde kurumasına razıyım, çünkü durum bu defa çok daha vahim ve ayini terk etmem de mümkün değil, utangaç bir ilkokul çocuğuyum çünkü.
Tutamıyorum, sıcaklığı önce donumda sonra bacaklarımdan aşağıya inerken hissediyorum; kıyafetlerimizin üstüne giydirilmiş kalın kumaştan fildişi rengindeki entariden medet umuyorum, ayaklarıma kadar uzuyor diye; fakat ayin bir türlü bitmek bilmiyor, işkence devam ediyor.
Bir süre sonra sıvı ayakkabılarımdan taşarak kahverengi damarlı beyaz mermere yayılmaya başlıyor, yüzey fazlasıyla düz olduğundan geniş bir alanı kaplamasına sebep oluyor.
Birkaç dakika sonra hemen yanımdaki arkadaşım Michele durumu fark ediyor, gerisini pek hatırlamıyorum, sadece ayin bitip podyumdan indiğimizde annemin pantalonumdaki ıslaklığı fark edip renk vermemeye çalıştığını biliyorum.
Katolik rahibelerin çaktırmadan aşıladıkları suçluluk duygusu utançla şahlanıyor...
Zayıf Papa
Paskalya'ya tekabül eden geçen 24 Nisan günü, öğleden sonra kimse sinemaya gitmez diye İtalyan solcuların medarı iftiharı Nanni Moretti'nin "Habemus Papam" filmini seyretmeye koşuyorum, söz konusu eserin önümüzdeki Cannes Film Festivaline davet edilmiş olması da cabası.
Aklıma Pasolini'nin "Matta'ya göre İncil" filmi geliyor. Salon nispeten boş, seyircilerin çoğu yaşlı. Film muhteşem Vatikan görüntüleriyle açılıyor, pahalı olduğu belli olan prodüksiyonda yeni ölmüş bir Papa'nın San Pietro Meydanındaki cenaze törenini helikopter görüntülerinden izliyoruz, nedense gözlerim yaşarıyor.
Kalabalığın topluca yas tutmasından mı, yoksa kardinaller ve diğer din adamlarından oluşan kortejin saçtığı huşu duygusundan mı bilemiyorum, ama gafil avlandığım kesin.
Üstelik Katolik dünyasının merkezi sayılan Katedral gözüme hep kaba ve agresif görünmüştür; Sistin Şapelini ziyarete gittiğimde ise kalabalık ve havasızlıktan az daha klostrofobiye kapılıyordum.
Tamam, bir zamanlar annesinin ve öğretmenlerinin sözünden çıkmayan gayet uslu bir çocuktum, hatta ergenlik çağımda beni kimse zorlamamasına rağmen birkaç sene boyunca Burgazada'daki Avusturya Kilisesi'nde papaza yamaklık bile yapmıştım, ama üzerinden çok sular akmış, inançlarıma çoktan halel gelmişti.
Derken kamera filmin kahramanlarının yer aldığı, bir sonraki Papanın seçici kuruluna sokuluyor ve Moretti'nin yumuşak dokunuşu beliriyor.
Toplantı sırasında elektrikler sönünce kardinaller telaşlanıyor, mum yakılamadığı için karanlıkta her kafadan bir ses çıkıyor, hatta biri yere yuvarlanıyor; oylamalar sırasında gizlice birbirlerinin oyunu görmeye çalışırken çocuk gibiler; odalarına çekildiklerinde kimisini sigara içerken, kimisini bisiklet aletiyle form tutarken görüyoruz; bazısı uyuyabilmek için suyuna birkaç damla uyku ilacı atıyor, biri puzzle çözüyor bir diğeri ise pasyans açıyor.
Katolik dünyasının yöneticilerinin insani taraflarını öne çıkardıktan sonra ise film dağılıyor ve seçildikten sonra Papalık yapamayacağını anlayan Michel Piccoli'nin canlandırdığı Papa'nın peşinde sıkıcı bir koşuşturma başlıyor.
Üstelik narsist yönetmen yıllardır kendisine yöneltilen kendini bilmezlik suçlamalarına rağmen itici psikanalist rolünde bizi bezdiriyor, başta gülen yaşlılardan ses seda çıkmaz oluyor, Nanni iğnelemek istediği bayatlığın içine saplanıp kalıyor.
Uzadıkça uzayan filmin sonunda zayıf Papa'nın sarf ettiği "Dünyamızın şu andaki durumu vahim, ben bu durumu düzeltebilecek biri değilim" mealinde bir cümleyle de dersimizi almış oluyoruz.
Utanç eşiğinin gayet yükseklerde dolandığı günümüz İtalya'sında, lanetli 1 Mayısta komünizmin düşmesine önayak olan Polonyalı Papa'nın azizliğe doğru giden yolda önemli bir adım atacağını unutmamakta fayda var, sonradan doğru yolu bulmuş Mehmet Ali Ağca'ya rağmen.
İtalyan solu dinle hesaplaşıyor mu?
Aslında Moretti'nin Katolik inancına vuran ama öldürmeyen bakışı beni şaşırtmadı.
Esasen İsa'nın çarmıha gerildikten ve öldükten sonra hayata dönme mucizesinin kutlandığı, memleketimde geçirdiğim ikinci Paskalya'da kendini solcu, sosyalist, hatta komünist olarak tanıtan birçok insandan "iyi Paskalyalar" lafını duydum.
Üstelik İstanbul doğumlu olduğum için Türk olduğumu ısrarla iddia eden, bünyesinde benim de dâhil olduğum her dilden, dinden ve milletten tercüman barındıran bir kooperatifin bayram tebriğini e-posta olarak aldım.
İddia ettikleri gibi Türk olsaydım muhtemelen Paskalya'nın bayramım olmayacağını, mesajı yolladıkları birçok insanın dininin farklı olduğunu, sözde hoşgörü kisvesi altında ömrüm boyunca benim olmayan bayramların tebrikini kabul edip, dinimin yortularında ise pek az kişiden tebrik aldığım bir memleketten geldiğimi haykırmak isterdim.
Fakat ne yazık ki söz konusu müessese komünizmin Avrupa'daki öncülerini yetiştirmiş İtalya'da sol düşüncenin sağla inanılmaz yakınlaşması sayesinde işgücünü sözde sosyalist ilkelerle sömüren kooperatif silsilesinden bir tanesi ve benim işverenim.
Ben de aynı girdaba kapılmışçasına, şimdiye kadar onlardan biri olarak kabul edilmeyişimin intikamını almak üzere Paskalyamı her kutlayana heyecanla "bilmukabele" diye cevap verdim, artık gerçek bir gâvur olmama rağmen.
Aklıma geçtiğimiz aylarda Hıristiyan kıyımlarının toplu histerilere dönüştüğü Arap ülkelerinden Mısır'ı bir Noel sırasında ziyaretim geldi, iktidardaki Mübarek Hıristiyan vatandaşlarının bayramını televizyondan resmen kutladığında epey şaşırmıştım, aynı şeyi Süleyman Demirel yıllar sonra yapacaktı.
Türkiye'deki Hıristiyan müesseseleri ve din adamlarına yapılan saldırılar ise geçtiğimiz günlerdeki Adana olayı gibi münferit olmaya devam ediyor sanırım.
Beni üzen yegâne şey Katolik âleminin günümüzdeki küresel trendlere fazlasıyla hizmet eden bir San Pietro Katedraline karşı, bizden sayılması gereken Ortodoks Hıristiyanlarının tartışmalı liderinin Haliç'e gömük gösterişsiz üssü. Faaliyetlerini gözden ırak sürdürmemeleri için, bilgece davranarak ön plana çıkmalarını sağlamak üzere (!) büyücek bir bina hizmetlerine sunulsa, Moretti'den çok daha çağdaş ve dinamik genç Türk yönetmenleriyle varılan yüksek hoşgörü seviyesine uygun, fiyakalı turistik propagandaya doyum olmaz. (RL/BB)