İstiklal caddesindeki Sant'Antonio kilisesinin Hıristiyanlar'dan çok Müslümanlar'ın uğrak yeri olmaya başladığı 80'li yıllardı.
Halk arasında bilinen adıyla Sen Antuan şatafatlı Levanten cemaatini çoktan yitirmiş, o arada nedense iyice popüler olmuş mabet bilhassa gece yapılan Noel ve Paskalya ayinlerinde, her dinden yüksek sayıdaki meraklılarını cömertçe ağırlamaya çalışıyordu.
Oysa, bir Hıristiyan'ın yaşamındaki mühim törenlerden vaftiz ve ilk komünyon dahil, hayatımın başlangıç yılları boyunca bir şekilde müdavimi olmaya zorlandığım kiliseyle artık benim pek bir bağım kalmamıştı.
Fakat gazetelerin magazin haberlerinde fotoğraflı şekilde ön plana çıkan Sen Antuan'daki ayinler iyice moda olunca dayanamadım; gece ayininde orada, hatta ön planda olmanın yollarını düşünmeye başladım ve hemen buldum.
Ivrea rahibelerinin ilkokulunda bize din dersi vermiş olan, kilisenin kıdemli rahiplerinden Peder Luigi'ye başvurup o anda okuduğum Boğaziçi Üniversitesi İngiliz Dili ve Edebiyatı bölümünde Yaratıcı Yazı dersi için bir kompozisyon yazmam gerektiğini, bunu birebir yaşadığım bir tecrübeye dayandırmak istediğimi, dolayısıyla gece kortejinde şahsen yer almak istediğimi belirttim.
Çocukluğumuzdan beri yumuşak enerjisiyle kendini tüm ilkokula sevdirmiş olan Peder Luigi ricamı anlayışla karşıladı fakat, "Yalnız unutma! Öncelik İsa'yı karşılamakta!" diyerek beni uyardı, saygıyla bunu mutlaka göz önünde bulunduracağımı bildirdim.
Ayinin gerçekleşeceği gece Sen Antuan'ın halka kapalı alanlarında hazırlıklar yapılıyor, korteje katılanlar arasında büyük bir olasılıkla en uzun boylu olduğum için en önde yürüme görevi bana veriliyordu.
Hepimize giydirilmiş parlak siyah cübbelerin üstünde beyaz dantelli tunikler kıyafetimizi tamamlıyor, benim elime upuzun ve apağır bir direğin ucundaki madenî bir haç tutuşturuluyordu.
Ayinin gerçekleşeceği kilisenin ana mekânına girmek için bulunduğumuz odanın kapısı açıldığında ancak İETT otobüslerinden bildiğim bir kalabalıkla karşılaşmam beni şoke etti diyebilirim.
Neyse ki kortejin önünde yürümesi öngörülen, o zamanların popüler deyişiyle bir goril (koruma), izbandut gibi cüssesiyle bize yolu açmaya çalışıyordu.
Ona rağmen kalabalık insan dokusu öngörülen hızda ilerlememize kesinlikle mani oluyor, mabedi tıka basa doldurmuş insanlara ister istemez sürtünerek yolumuza devam etmeye çalışıyorduk.
"Roziiii....Roziiii"
Görevimi yerine getirmek üzere mümkün olan en yüksek seviyedeki ciddiyetle, suratımda en dramatik ifadeyle ilerlerken ismimin uzaktan yüksek sesle telaffuz edildiğini duyduğumda yerin dibine battım adeta.
Dinî bir törendeki inançlı insanlardan çok orjiyastik bir güruha benzediğimiz kesindi; hâlâ kim olduğunu bilmediğim kişi homurdanan kalabalığın içinde kendini duyurabilmek için ses volümünü artırarak bana "Roziiii... Roziii" diye bağırmaya devam ediyor, zaten rol çalmakta olan benden nemalanmaya çalışırken sanki foyamı meydana çıkarıyordu.
Ben ise inadına, ciddiyetimi hiç bozmadan insanlarla göz teması bile kurmamaya azami dikkat ediyor, rolüme inandırıcılık katmaya çalışıyordum.
Mekânın girişine kadar ulaşıp gerisin geriye ayinin yönetileceği yükseltiye çok uzun sürede varışımıza kadar buna benzer başka episotlar da yaşadım; aslında amacıma ulaşmış, ama bu kadar klostrofobik bir ortamda böylesine bir bedel ödemek zorunda kalacağımı hiç düşünmemiştim.
Zaten Peder Luigi'ye bahsettiğim hikâyeyi yazmaya da hiçbir zaman girişmedim.
Neyse ki o arada, hazır bulunanlardan Ahmet Cemal'e "meleğimsi" performansımla ilham vermiştim bile. Yıllar sonra tanışacağım değerli çevirmen ve yazar Ahmet Cemal'in kaleminden çıkma, baş rolünde benim olduğum bir hikâyeyi okumak benzersiz bir tecrübeydi.
Cennetten gelen kutsal ateş ayinindeki kalabalığın enerjisi çok daha taşkın olsa da, Kudüs'ün Kutsal Kabir kilisesindeki gece ayini beni yıllar öncesinin Beyoğlu gecesine taşımış oldu. Üstelik yönetmenliğini Anat Tel'in üstlendiği The Church (Kilise) başlıklı belgeselde muhtelif inançların temsilcilerinin "prima donna" edalarının yanında benim figüranlıkla ön plana çıkma heveslerim zemzem suyuyla yıkanmış gibi duruyordu.
Kutsal mekânın güvenliğinden mesul İsrail'li polis memuru bir yana, Hıristiyanlık için çok büyük önem taşıyan kilisenin kapı ve kilidinden sorumlu iki Müslüman çalışanın bile havasından zor geçiliyor.
Polis kiliseye zor girer
Filmde bize rehberlik eden esas karakter Ermeni Peder Samuel. Hıristiyanlar için gezegendeki en kutsal yer olarak betimlenen Kutsal Kabir Kilisesi ne yazık ki muhtelif kiliselerin temsilcileri tarafından zor paylaşılıyor.
Dolayısıyla ortaya çıkan tatsız çekişmeler ve hadiseler Peder Samuel tarafından dine hiç de uygun bulunmuyor: "Söylem ve eylemlerimiz Hıristiyanlığa sığmıyor!"
"Kiliseler arasında kıskançlık var!"
Kilisede ağırlığı en çok hissedilen Ortodoks Rum cemaatinin din adamları.
Onların yanında Katolikler de belirli bir önem taşıyor. Oysa asırlar boyunca mabedi elinde tutan Etiyopyalılar artık binanın damına sürülmüş vaziyette, onlarla çekişenler ise Kıptiler; bir de Suriyeliler'i unutmamak lazım.
Kutsal mekânlar belirli bir düzende, belirli bir süre kullanılmak üzere muhtelif din adamlarının hizmetine sunuluyor, yıllar önce kurulmuş olmasına rağmen statükoda mütemadiyen arızalar çıkabiliyor.
Bu arada kiliseye dünyanın her yerinden ziyaretçi akımı asla durmuyor, fakat tatsız olayların çoğunun halkın gözünden uzak cereyan etmesine azami dikkat gösteriliyor.
Bu arada İsrail polisinin kilise kurallarına saygı göstermesi şartı var. Ancak kilise temsilcileri güvenlik kuvvetlerinin müdahalesini uygun görürse polisle irtibata geçiyor ve Filistinli Hıristiyan memur Johnny Kassabri sadece bu durumda kiliseye girip imdatlarına yetişiyor.
İnsanın aklına Galatasaray'daki bir protesto sırasında Sen Antuan'a sığınan kadınların polis tarafından saçlarından sürüklenerek İstiklal caddesine çıkarılışı geliyor!
Oysa birbirleriyle birer diva edasıyla uğraşan muhtelif din adamlarına karşı, havalı ve fiyakalı Johnny'nin ön plana çıkardığı esas meziyeti sabır.
Dinî mekân panayıra dönüşünce...
Selahaddin Eyyubi'nin Kudüs'ü ele geçirdiği zamandan itibaren geçerli olan bir kurala göre kilisenin bekçiliğini iki Müslüman aile üstlenmiş. Adeeb Joudeh kendini anahtarın emanetçisi olarak betimliyor, Wajeeh Nuseibeh ise kendini kapı bekçisi olarak tanıtıyor.
Kameraya yansıdığı kadarıyla görevi gururla üstlenmiş iki farklı aile ferdinin birbirinden pek hazzetmediği anlaşılıyor.
Fakat mevzu tüm dünyanın gözünü diktiği bir kutsal mekân olunca küçücük rollerdekilerin bile megalomaniye kapılmaması ne mümkün? Ne de olsa dinî mekân sanki evren çapında bir panayıra dönüşmüş vaziyette!
Fakat ortamdaki sınırları tarafların her gün kendi lehine genişletmeye çalıştığı, dikkatlice korunmadıkları zaman hakların sahiplerinin elinden alındığı çetin bir dinamikle de karşı karşıyayız.
Johnny'nin dediği gibi belki de gerçekten "Hıristiyan dünyasının en gri alanındayız"!
Özenli bir çalışmanın ürünü olan The Church belgeselinin 52 dakikalık televizyon versiyonunda aslında daha çok şımarıklıkla bezenmiş karakterler tanıyor gibiyiz; ruhanilik epeyce geri planda.
Heyecanla piyasaya çıkması beklenen 70 dakikalık uzun versiyonunda belki gerçeklerin biraz daha derinine inmek mümkün olacak. Zaten parlak sinematografi, kıvrak kamera ve akıcı senaryo mevzuya sağlam bir giriş yapmamızı sağlamış durumda.
Kendini aşağılanmış ve dışlanmış hisseden Etiyopya'lı cemaatin kendi inisiyatifiyle ülkenin bayrağını manastırın tepesine dikmesi ve İsrail güvenlik temsilcisinin nazikçe bayrağı indirmeleri gerektiğini söylemesi, milliyetçiliğin fayda etmediğine dair küçük de olsa filmdeki manidar anekdotlardan biri.
Bir de aslında rol çalmak gibi bir niyeti katiyen olmayan mütevazı bir rahibenin, kamera ön planda konuşan rahibi takip ederken, arka planda eğilerek merdivenleri siliyor olması da yeterince çarpıcı.
Tabii ki filmin görsel açıdan en can alıcı noktası Paskalya sırasında gerçekleşen kutsal ateş ayini. Kilisenin içine sıkışmış yüzlerce insanın boğucu varlığı yetmezmiş gibi ellerindeki meşalelerin enerjisi perdeden adeta fırlayıp seyirciyi sanki kavuruyor.
İzdihama yol açabilecek, kapalı mekânlarda böylesine toplantılara neyse ki bir süreliğine ara verilmiş durumda.
Ya geçenlerde birilerince bir şekilde el konulmaya çalışılmış, son yıllarda resmen popülerleşme çabaları içindeki Sen Antuan'da durumlar nasıl?
Dünya prömiyerini 37. Tokyo Film Festivali’nde gerçekleştiren ve “Asya’nın Geleceği” ödülüyle dönen “Gündüz Apollon Gece Athena”, şimdi de 15. Beijing Uluslararası Film Festivali’nde (BJIFF) yarışma heyecanı yaşıyor.
Filmin Türkiye prömiyeri 44. İstanbul Film Festivali kapsamında 19 Nisan Cumartesi akşamı saat 19.00’da Atlas Sineması’nda gerçekleşecek.
Film, Asya’nın en prestijli festivallerinden biri olan Beijing Film Festivali kapsamında Tiantan Ödülü için yarışacak 17 film arasında yer alıyor.
Film; En İyi Uzun Metraj, Yönetmen, Senaryo, Görüntü Yönetimi, Müzik ve Oyunculuk dahil olmak üzere toplam 11 dalda ödüle aday gösterildi. Filmin yönetmeni ve senaristi Emine Yıldırım’a festivalde, başrol oyuncusu Ezgi Çelik’in yanı sıra oyuncu Gizem Bilgen ve yapımcı Dilde Mahalli eşlik edecek.
Bu yılki Tiantan Ödülleri jürisinin başkanlığını yönetmen Jiang Wen üstleniyor. Jüri üyeleri arasında ise Joan Chen, David Yates, Ni Ni ve Vincent Perez gibi uluslararası sinema dünyasının önemli isimleri bulunuyor.
Film, yetimhanede büyüyen Defne’nin, annesinin hayaletiyle karşılaşma umuduyla çıktığı yolculuğu konu alıyor.
Side Antik Kenti’nin etkileyici atmosferinde geçen bu arayış, fantastik unsurları, mizahı ve duygusallığı bir araya getiriyor. Ezgi Çelik ve Barış Gönenen’in başrollerini paylaştığı filme; Selen Uçer, Gizem Bilgen, Melih Düzenli ve Neyra Kayabaşı eşlik ediyor. Deniz Türkali ve Lale Mansur ise yıllar sonra ilk kez bu filmle beyazperdede buluşuyor.
Yapımcılığını Dilde Mahalli (Rosa Film) ve Emine Yıldırım’ın (Ursula Film) üstlendiği filmin görüntü yönetmenliğini Barış Aygen üstlenirken, kurguda Selda Taşkın, müziklerde ise Barış Diri imzası bulunuyor. (TY)
Kadir İnanır’ın hayatını anlatan belgesel izleyiciyle buluştu
Yönetmenliğini Hüseyin Karabey’in üstlendiği ve tam 13 yıllık bir emeğin ürünü olan bu belgesel, sadece İnanır’ın hayat hikâyesine değil, Türkiye’nin yakın dönem politik ve kültürel tarihine de ışık tutuyor.
Türkiye sinemasının efsanevi ismi Kadir İnanır’ın yaşamını ve sanat yolculuğunu konu alan Kuzeyden Gelen Adam belgeseli, 44. İstanbul Film Festivali’nde izleyiciyle buluştu.
Yönetmenliğini Hüseyin Karabey’in üstlendiği ve tam 13 yıllık bir emeğin ürünü olan bu belgesel, sadece İnanır’ın hayat hikâyesine değil, Türkiye’nin yakın dönem politik ve kültürel tarihine de ışık tutuyor.
Belgeselin Beyoğlu Sineması’ndaki prömiyerine sağlık sorunları nedeniyle katılamayan Kadir İnanır’ı sanatçı Jülide Kural, CHP Parti Meclisi Üyesi Baran Seyhan, eski CHP İstanbul İl Başkanı Dr. Canan Kaftancıoğlu ve sanatçı Mazlum Çimen salondaydı. Gösterim, sinemaseverlerin yoğun ilgisiyle karşılandı.
Gösterimin ardından düzenlenen söyleşide yönetmen Hüseyin Karabey, belgeselin yapım sürecini anlattı. Kadir İnanır’la 2011 yılında Jülide Kural aracılığıyla tanıştığını ve zamanla aralarında bir dostluk geliştiğini belirten Karabey, “Kadir abi bir süre sonra adeta bir hazine sandığını açtı,” dedi. Belgeselin birçok bölümünün İnanır’ın kişisel arşivinden derlendiğini vurgulayan Karabey, bu belgeleri dijital ortama aktarmanın en büyük hedeflerinden biri olduğunu dile getirdi.
“Benim yolum sokaktan geçer”
Belgesel, Kadir İnanır’ın yalnızca bir oyuncu değil, aynı zamanda halkın sesi, vicdanı ve hafızası olduğunu ortaya koyuyor. İnanır’ın belgeselde dile getirdiği sözler, bu duruşu çarpıcı şekilde yansıtıyor:
“Ben bir Türk sinema sanatçısıyım. Bu halkın içinden geldim. Bu halkla yaşadım. Benim tek mücadelem var: Halkımı ezdirmemek. Benimle aynı kaderi paylaşanların yaşamlarını onurlu kılmak. Hiçbir gücün karşısında boyun eğmedim. Eğmeyeceğim.”
İnanır, Anadolu’nun her köşesinde halkla birlikte yürüttüğü sinema serüvenini şöyle anlatıyor:
“Ben Anadolu’yu bilirim. Karadeniz’in hırçın sularını da, Diyarbakır’ın yakıcı sıcağını da tanırım. Traktör üstünde film çektim, dağlarda yürüdüm, çarşılarda halkla buluştum. Benim yolum sokaktan geçer. Benim sözüm, halkın yüreğinde yankı bulur.”
“Bir kurmaca film de çekebilseydik”
Yönetmen Karabey, söyleşide belgeselin ileride bir kurmaca filme dönüşüp dönüşmeyeceği sorusuna, “Kadir abiyle sinema üzerine çok hayal kurduk. Keşke birlikte bir kurmaca film de çekebilseydik. Belki bir gün bu hayal gerçek olur,” yanıtını verdi.
Ayrıca, pek çok kıymetli filmin arşivlerde kaybolduğunu veya izlenemez hale geldiğini belirterek, Türkiye’de görsel belleğin ciddi bir tehdit altında olduğunu hatırlattı.
Karabey, Kadir İnanır’ın sağlık durumuna ilişkin olarak “Her geçen gün daha iyiye gidiyor. Bugün salonda fiziksel olarak bulunamadı ama kalbi bizimleydi,” dedi ve ekledi: “Eğer onun hikâyesine küçük bir katkım olduysa ne mutlu bana.”
Barışın yanında duran bir sanatçı
Belgeselde Kadir İnanır’ın “Akil İnsan” olarak yürüttüğü çalışmalar da kapsamlı biçimde ele alınıyor. Siyasi bir figür değil, halkın içinden bir yurttaş olarak o süreçte yer aldığını vurgulayan İnanır, barışın yanında durma kararını şu sözlerle anlatıyor:
“Sözüm belliydi: Barıştan yana olacaktım. İnsanlar ölürken susamazdım. Karadeniz’den Güneydoğu’ya, doğudan batıya gezdim. İnsanların gözlerinin içine baktım. Öfkeli, umutsuz, yorgun ama bir o kadar da barışa susamıştılar. Sustukça acılar büyüyordu. Ben konuşmayı seçtim.”
“O masaya otururken bir sanatçı değil, bu ülkenin evladı olarak oturdum. Eleştirildim, hedef gösterildim ama inandığım yoldan sapmadım. Çünkü biliyorum ki, barış için konuşmayanlar, savaşın tarafı olurlar. Ben ise her zaman barışın yanında durdum, duracağım.”