Türkiye Cumhuriyeti, yaygın medyadaki suretine kanmayacaksak 85. yılına hiç de kurucu “Ata”sının öngördüğü gibi girmiş görünmüyor.
Mustafa Kemal, Cumhuriyet’in ilanından da önce, 17 Şubat-4 Mart 1923’te İzmir İktisat Kongresi’nce kayıt altına alınan yeni rejimin toplumsal iktisada yaklaşımını –günümüz Türkçesi’ne çevirirsek- şöyle özetlemişti: “Bizim halkımızın menfaatleri yekdiğerinden ayrılır sınıf halinde değil bilakis mevcudiyetleri ile çalışmalarının toplamı [muhassala-i mesaisi] yekdiğerine lazım olan sınıflardan ibarettir. Bu dakikada dinleyicilerim [sami’lerim] çiftçilerdir, sanatkârlardır, tüccarlardır ve işçilerdir. Bunların hangisi yekdiğerinin karşıtı [muarızı] olabilir. Çiftçinin sanatkâra; sanatkârın çiftçiye ve çiftçinin tüccara ve bunların hepsine, yekdiğerine ve ameleye muhtaç olduğunu kim inkâr edebilir.”
Sonraki on yıllar boyu rejimin ideolog ve propagandacılarınca işlene duran bu genel yaklaşım, en popüler ifadesine, son on yılda yeniden kıymete binen “10.Yıl Marşı”nda kavuşturulmuştu: “İmtiyazsız, sınıfsız, kaynaşmış bir kitleyiz.” Bu kitlenin tek bir bütün halinde kalıba dökülmesinin meşrulaştırıcı söylemini de rejimin çekirdeği ve “bekçisi” silahlı kuvvetler Türkiye’nin dağı, taşına, eratın kafasına kazıdı: “Her şey vatan için!”
Cumhuriyetin simyacı taşı: “Vatan”
“Vatan”, Cumhuriyetin ilk 40 yılı boyunca “devletçilik fideliği”nde bir Türk burjuva sınıfı yetiştirme ve kapitalist bir toplum oluşturmanın simyacı taşıydı. Bir sınai-teknik devrimden beslenmeyen, böyle bir devrime öncülük etmeyen, bir tarım-toprak devrimine dayanmayan büyük toprak sahipleri ve geleneksel eşrafın devlet eliyle ağır uzun ve sancılı bir süreçte başkalaştırılması “vatan için”di. “Altı kaval, üstü şişhane” bir modernleşmenin, kendisi modern olmayan, bir ayağı toprakta, öbür ayağı ticaret ve faizcilikte bir toplumsal ucubenin çıkarlarına uydurulması “vatan için”di. Gayrimüslim azınlıkların mal ve mülküne el konularak bin yıldır yaşadıkları vatanlarından sürülmesi de, kendi vatanlarında kendilerini yönetmek için ayağa kalkan Kürtler’in kan deryasında boğulmaları da “vatan” için… Emekçilerin boğaz tokluğuna, grevsiz, sendikasız, sigortasız; topraksız, susuz, yolsuz, hastanesiz, okulsuz kan ter içinde çalışmaya zorlanmaları “vatan” için, hak taleplerinin kurşunla, dipçikle ve copla bastırılması da “vatan” için… Yüksek gümrük duvarlarıyla korunan “burjuvazimiz”in “tapon” ürünlerinin iç piyasada rakipsiz kılınması da “vatan” içindi; Ford’un, John Deere’in, General Electric’in, Renault’un, Pirelli’nin, Philips’in yerli montaj hatlarından çıkan ikinci kalite malları tekel fiyatına satın almaya zorlanmamız da “vatan” için… Teşvikler “vatan” için, vergi bağışıklıkları “vatan” için; “dışarı”ya kâr transferleri “vatan” için; devleti borçlandırarak faizlerini istiflemek vatan için; “her şey vatan için”di!
Böylesine ağır aksak, bin bir naz ve niyazla büyütülen, kamu kaynakları peşkeş çekilerek toplumsal zenginliğin sahibi kılınan ama, zenginliğinin sürdürülmesinin güvencesini artık içeride değil, yeni, “bakir” piyasalar keşfetmekte gören Türk burjuvazisinin “vatan”ı artık küresel sermaye nereye akıyorsa orası: “Vatan” İstanbul, İzmir, Ankara; “vatan” Antalya ve Bodrum; “vatan” Moskova, Bükreş ve Baku… “Vatan” Brüksel ve Washington…
Eşit olmayanları eşitleyen cumhuriyet
Osmanlı’dan arta kalan “72,5 millet”ten tek bir “Türk milleti” yaratılması, bu “millet”in, “Türk vatanı”nda bir “iç pazar” oluşturacak şekilde Prusya usulü –bizdeki formülüne göre çok “kan” ve az “demir”le- birleştirilmesi uğruna 1923’te “yukarıdan” girişilen bütün bu “modernleşme” ve “çağdaşlaşma” hamleleriyle 2008’de vardığımız toplum hiç de “sınıfsız bir kitle”, “tek millet” gibi görünmüyor: Cumhuriyet’in “üniter” kabuğu içinde “kaderde, tasada ve kıvançta” birbirine yabancı üç “millet” yaşıyor: Kalbiyle, ruhuyla, teniyle yediği yemeği, içtiği suyuyla içinden çıktığı topluma arkası dönük, geleceğini küresel piyasa ağları içinde arayan; surlar gerisinde kurulmuş kale kentlerde yaşayan “sermaye milleti” ya da popüler adlarıyla “beyaz Türkler”; mega kent varoşlarının, uzak kent ve ilçelerin kara deliklerinde yitip giden emekçilerin, işsizlerin; yoksulların, mülksüzlerin, “sakatlar”ın; emeklilerin; “fuzuli nüfus”un oluşturduğu “öteki” millet; ve tel örgüler, mayınlar, kontrol noktaları ile çevrelenmiş coğrafyalarında zillet, yoksulluk ve yoksunluğa mahpus Kürtler !
“Haksızlık” etmeyelim! Bu 85 yılda sağlıksız ama çok hızlı, yarım yüzyılda iki kattan fazla, nüfus artışı; çarpık ama devasa kentleşme; tarımda yaygın makineleşme ve sanayileşme; “ithal ikamesi”ne dayalı birikim stratejisi çerçevesinde montajla başlayan sınai yatırımlar çevriminin otomotiv, imalat, tekstil, metalurji, gıda vb. alanlarda yarattığı işgücü ve teknoloji kapasitesi; başta turizm olmak üzere genişleyen hizmetler sektörü; savaş uçaklarından, tank modernizasyonuna, hafif silah üretiminden askeri teknoloji üretimine kadar geniş bir alana yayılan askeri-sınai süreç; bütün bunlar çevresinde genişleyen ve Türkiye’nin nicelikçe dünyanın 20 büyük ekonomisi arasında sayılmasını mümkün kılan bir ekonomik kapasite doğdu doğmasına ama, bu sürecin hiç bir anında Cumhuriyetin uyrukları “imtiyazsız sınıfsız bir kitle”nin üyesi olmadı. Toplumun gerçek yaşamda zaten eşit olmayan üyelerini yasa karşısında dahi eşitlemeye yanaşmayan Cumhuriyet’in “bütün sınıflara eşit mesafe”de durduğu efsanesine inanmak artk daha da güç.
Milliyetçi tepki
Cumhuriyetin temel varsayımları böylesine aşınarak meşruiyet yitimine uğrarken küresel hiyerarşinin alt basamaklarına savrulan ve dışlanan Türkiye’nin seçkinleri arasında 1930’lar ve 1940’ların dünya düzenine dönme hayaliyle beslenen milliyetçi tepkiler kabarıyor. Sanıyorlar ki, sorun Cumhuriyetin temel toplumsal-iktisadi tercihlerinde değil, Cumhuriyet’in kötü yönetilmesinde. Ulus-devleti yüceltip ebedileştirmekle belirlenen bu tepki, emekçiler arasına sokulurken onları “kendi cellatları”na aşkla bağlanmaya, bir “milli sosyalizm” hayaliyle avunmaya ve milli sermayenin katarına takılmaya çağırıyor. İşçilerin “yabancı”ların kontrol ettiği küresel sermaye tarafından değil “ulusal sermaye” tarafından sömürülmesinin “vatan için” kabullenilmesini öngörüyor. “Ulusal sol”un başlıca sponsorlarının 1960’ların “ithal ikameci” sermaye birikimi dönemi boyunca sosyalist hareketin ve işçi hareketinin şiddetle bastırılmasına destek veren, “NATO’nun Güneydoğu kanadında istikrar” gerekçesiyle girişilen anti-komünist askeri darbelerin hizmetine koşan sözümona “milli sermayedarlar” olması bu gerici tepkinin toplumsal mahiyeti konusunda kuşku bırakmıyor.
Küreselci yanılsama
Kapitalist küreselleşme, işçi hareketinin nispeten daha iyi eğitim görmüş, kapitalist bütünleşmenin yarattığı yeni iş bölümü olanaklarından avantaj sağlamış, küresel emek piyasasında rekabet edebilecek vasıflara sahip kesimleri arasında da “ulusal sol”a simetrik bir başka tepki doğuruyor. Cumhuriyet’in meşruiyet yitiminin ulus-aşırı kapitalist birleşmeler yoluyla aşılabileceği ve kapitalizmin barışçı bir evrimle dönüşebileceği yanılamasından beslenen bu “Avrupa merkezci sol”, ufkunda “hayırsever” bir sosyalizm bulundursa da kaderini küresel kapitalist piyasada egemenlik mücadelesi sürdüren “büyük güç”lerden birinin yönelimleriyle bağlıyor. Emekçilerin bağımsız bir toplumsal kutup oluşturmalarının önüne geçiyor; emekçilerin “toplumsal talepler” çevresinde birleşerek sermaye karşısında direnme eğilimlerini zayıflatıyor, eninde sonunda milliyetçi rakipleri gibi onlar da sermaye ve emeğin “tasada ve kıvançta bir” olduğu safsatasını besliyor.
Sosyal Cumhuriyet
Büyük Arap düşünürü, kendi çağının Machiavellisi sayılan İbn-i Haldun, “her devletin canlı organizmalar gibi bir tabii ömrü olduğunu” ileri sürer. Onun tanık olduğu ve bilgisini edindiği, toplumsal devrimlerle henüz tanışmayan modernlik öncesi çağlarda devlet-toplum gerginliği yeni bir toplumun kuruluşuyla değil devletlerin eninde sonunda yokolup gitmeleriyle sonuçlanıyordu. İbn-i Haldun bu yokoluşun diyakektiğini keşfetmiş, sultanları bu mukadder sonuçtan kaçınamasalar da egemenliklerini mümkün olduğunca sürdürebilmeleri için bilgiyle donatmaya girişmişti.
O devirler kapanmış olabilir ama, modern tarih bilimi hiçbir toplum ve devlet biçiminin ebedi olmadığına ilişkin çok daha sağlam bilgilerle donatıyor hepimizi.
Karl Marx’ın bilinen saptamasıyla “Gelişmelerinin belirli bir aşamasında toplumun maddi üretici güçleri, o zamana kadar içinde hareket ettikleri mevcut üretim ilişkilerine, ya da bunların hukuki ifadesinden başka bir şey olmayan mülkiyet ilişkilerine ters düşerler. Üretici güçlerin gelişmesinin biçimleri olan bu ilişkiler, onların engelleri haline gelirler. O zaman bir toplumsal devrim çağı başlar. İktisadi temeldeki değişme, kocaman üstyapıyı, büyük ya da az bir hızla altüst eder.”
Bütün dünya insanlığın eriştiği madi üretim kapasitesiyle kapitalist üretim ve mülkiyet ilişkilerinin çatışmasının yol açtığı büyük krizle boğuşurken Cumhuriyet’in uyrukları ufuklarını varolan toplum ve devletin bekasıyla sınırlayabilir mi?
Eğer eskiye dönüş olanaksız, kapitalizm insanlığı insanlığına kavuşturacak bir gelecekten yoksun, hatta insanlık tarihinin son bulması riskinin kendisiyse, gündemimize bir sosyal-cumhuriyeti yerleştirmenin zamanı çoktan geldi. Hatta geçiyor. (EK)