Malum, son yıllarda, Cumhuriyet üzerine yürütülen tartışmalar gündemin en önemli maddelerinden birisini oluşturuyor. Bir yandan Cumhuriyet'in kuruluş sürecini, gerçekliği karşıladığı su götürür bir "merkez-çevre" analizinden hareketle okuyup, Adalet ve Kalkınma Partisi (AKP) iktidarına ilericilik vehmedenler, diğer yanda da Cumhuriyet'i ve tarihini, onun yaşadığı tarihsel gelişimler ile arasına belirli bir mesafe koy(a)madan, duygusal ve 1930'lara öykünen bir "ruh hali" ile okuyup, Cumhuriyet ile özdeşleştirilen en baskıcı ve sermaye yanlısı kurumlara bile "ilericilik" atfederek okuyanlar.
Cumhuriyet, Kemalist tarih yazımının iddia ettiği gibi, 1923'te aniden gelen bir sürecin ürünü değil. Bir sürekliliğin, daha doğrusu, Osmanlı'nın son dönemlerinden itibaren yaşanan, çatışmalı, çelişkili bir dizi gelişmenin, yani bir sürecin mantıki bir sonucu. Söz konusu süreçte, kimi çekişmelerin, tasfiyelerin, çatışmaların ardından, sonraları kurucu kadroları oluşturacak kesimler, elbette ki ne istediklerini biliyorlardı ve bunu "muasır medeniyet" hedefi ve ifadesi ile gayet güzel ortaya koymuşlardı.
Yeni kurulan bir Cumhuriyet'te, cılız ulusal sermaye elbette ki kendi sermaye birikim koşullarını güvence altına almak isteyecekti. Bu, Cumhuriyet'in ilk dönemlerinde görülen anti-kapitalist olmayan, "anti-emperyalist" söyleminin en önemli zeminiydi. Bununla birlikte, Chester Demiryolları Projesi'nin ABD'li bir şirkete verilmesi, İş Bankası'nın kuruluşunun özellikle Fransız sermayesi ile Cumhuriyet'in filizlenmekte olan sermayesinin proje ve ilişki geliştirme merkezi olarak işlev görmesi, bu antiemperyalist söylemin, söylem olmaktan ileriye gitmediğini daha da iyi ele veriyordu. Daha ileri gidemezdi, çünkü kapitalist sermaye birikiminin uluslar arası ölçekte hızlanmasının doğal bir sonucu olan emperyalizme karşı olmak, ancak onu ortaya çıkaran koşullara, yani kapitalizmin kendisine eleştirel yaklaşan bir perspektife sahip olmakla mümkündü.
Bu cılız, yani henüz sermaye birikim olanaklarını güçlendirememiş ulusal sermayenin, bir başka özelliği de, Kurtuluş Savaşı'nın en önemli destekçilerinden birisi olmasıydı. Yani, sol liberallerin iddia ettiği gibi, "bürokratik yapı"nın, burjuvaziyi ya da sermayeyi saf dışı ettiği iddiasının aksine, sermaye ile devletin tarihsel işbirliği kuruluş yıllarında da söz konusuydu.
Elbette sürece içkin olan, farklı zamanlarda farklı biçimlerde açığa çıkan, farklı dönemlerde sermayenin farklı kesimlerini ön plana çıkarmaktan ya da sermaye birikiminin sürekliliğini garanti altına almak için farklı stratejileri hayata geçirmekten kaynaklı gerilimler ve çelişkilerle. Nitekim dönemin çoğu sermaye temsilcisi, özellikle gayrı Müslim sermayedarların ya da büyük toprak sahiplerinin yaşadığı bölgelerden çıkmaydı ve aslında kendi varlıklarını da, halkın büyük bölümünün değil ama kendilerinin destek verdikleri Kurtuluş Savaşı döneminde elde ettikleri toprak vb. varlıklara borçluydular.
Bu durum, elbette ki yeni Cumhuriyet'in sınıfsal ideolojisinin oluşmasında önemli bir rol oynadı. Örneğin, onun için İzmir İktisat Kongresi'ne sermayedarlar katılır ve taleplerini dile getirirken, Kongre'de İstanbul Tüccar Derneği'nin organize ettiği sahte işçi temcilerinin dışında işçi temsilcisinin yer almasına müsaade edilmedi. Onun için "sınıfsız imtiyazsız kaynaşmış bir kitle" safsatası yaratıldı, Kadrocuların yardımıyla. Oysa ne sınıfsızdık, ne kaynaşmış, ne de imtiyazsız. Cumhuriyet'in kuruluşundan önce, 1908'da grev dalgalarnı estirenlerin kimler olduğunu sormayı geçtik, Cumhuriyet'in ilk yıllarındaki sınıfsal şemayı merak edenler hikmet Kıvılcımlı'nın Yol'una şöyle bir göz atabilirler.
Kıvılcımlı'yı solcu bulup burun kıvıranlar da, "batı, kalkınmak için işçi kendi sınıfını istismar etmiştir, biz de kendi kalkınmak için kendi işçi sınıfımızı istismar etmeliyiz" yollu önerilerde bulunan dönemin ünlü entelektüeli ve sermayedarı Ahmet Hamdi Başar'a. Sahi kimi istismar edecektik? Bir de kim istismar edecekti? Ahmet Hamdi her yerde bürokrat aramaktan sınıfları göremeyen liberaller için de, Cumhuriyet'e soldan kılıf giydirmeye çalışanlar için de iyi bir örnektir. Önerileriyle olduğu kadar girişimciliği ile de mesela.
Öte yandan, belirtildiği gibi dönem kuruluş dönemiydi. Bu noktada sormak anlamlı: Peki neyin kuruluşu? Yukarıda da vurguladığımız "muasır medeniyet" ifadesi ile simgelenen kapitalist ilişkiler bütününün. Bu ilişkiler bütünü aynı zamanda, bugün yaşadığımız sorunlar da dâhil olmak üzere birçok çelişkinin üzerinde yükseldiği temel "yapı"yı ifadece edecekti. Ancak, bu durum, yani "yapı"nın belirlenmesi, iki şeyi zorunlu kılıyordu.
Bunlardan ilki, iktidarın gökten yere indirilmesi anlamına gelen rasyonalizmin toplumsal hayattaki karşılığı olan sekülarizm, yani laiklik idi. Diğeri ise, ülke coğrafyasının bir pazar olarak bütünleşmesini sağlayarak kapitalizmin bir diğer kurucu ideolojisi olma işlevini yerine getirecek olan milliyetçilikti. Elbette ki bu iki ana ideoloji, yeni kurulan bir toplumda kendilerinden, daha doğrusu, kendilerini gerekli kılan ilişkiler bütününden, yani "yapı"dan kaynaklı çatışmaları da beraberinde getirdi.
Milliyetçilik, kendisini, düşmana karşı birlikte savaşılan Kürtlerin, Kürt değil Türk oldukları söyleminin kabulü, Kürtçenin yasaklanması, "vatandaş Türkçe Konuş" benzeri kampanyaların başlatılması ve daha da acısı Dersim kırımı gibi şiddet yöntemleri ile açığa vurdu. Misak-ı Milli sınırları içinde yaşayan herkesin Türk olduğu yönündeki inançla birlikte, Türk olmayan etnik gruplar üzerindeki diğer baskılar da cabası. "Yapı"nın ikinci kurucu ideolojisi olan sekülarizmin açığa çıkardığı sorunlar ise kapitalist üretim ilişkileri ile, yani "yapı" ile sorunu olmamakla birlikte, kendisini, onun kültürel yanını oluşturan "batılılaşma/muasırlaşma" karşıtlığıyla tanımlayan İslami hareketler ve cemaatlerin Serbest Cumhuriyet Fırka ve Demokrat Parti örneklerinde olduğu üzere, imkân bulabildikleri dönemlerde politik alanda, bulamadıklarında ise, daha kapalı bir çevrede faaliyet yürütmeleri idi.
Elbette ki bu sonuçta Türkiye laikliğinin, din ile devlet işlerini birbirinden ayırmaktansa devletin dini kontrol altında tutmayı hedefleyen özelliği önemli rol oynadı. Müslümanlarınkini olduğu kadar, Müslüman olmayanların, İslam'ı farklı yorumlayanların -örneğin Aleviler- ya da inançsızların haklarını ve kamusal alanda kendi inançları ile var olabilme koşullarını yaratma kaygısı duyan bir laiklik olmaktan çok, Diyanet İşleri vb. yapılar aracılığıyla, dini kontrol altına tutarak modernliğe halel getirmeyecek ölçüde, yani "kararında" Müslüman, ama gene de Müslüman vatandaşlar yaratmanın peşinde koşan bir laiklikti bu. Zaten Alevi, Kürt hele komünist, asla olmamalıydı vatandaş dediğin.
Temel "yapı" üzerinde yükselen bu iki ideolojinin yarattığı sorunlar o günlerden bugünlere kadar uzandı. Kuruluş döneminin sekülarizmi bugünkü siyasal İslam sorununu karşımıza dikerken, aynı dönemlerin milliyetçi ideolojisinin bugünkü politikadaki karşılığı ise Kürt ve Ermeni meseleleri oldu. Dolayısıyla bugün yaşadığımız/tartıştığımız temel problemlerin kaynağının Cumhuriyet'in kuruluş dönemlerine, doğrusu onun inşa edilme biçimine, "yapısı"na içkin olduğunu söylemek yanlış olmayacak. Bilânço ise aşağı yukarı şöyle:
* 40 binden fazla insanın can verdiği bir iç savaş,
* İçeride çözülemediğinden dolayı dışsal müdahalelere açık hale gelmiş Kürt ve Ermeni sorunları,
* Eğitime, sağlığa ve diğer kamusal hizmetlere değil ama savunmaya aktarılan milyarlarca dolar,
* Şiddeti iliklerine kadar özümsemiş bir toplum,
* Neo liberal/siyasal İslamcı bir hükümet ve adı her yerde geçen karanlık bir İslami cemaat,
* Çoğunluğu yoksulluk sınırının altında, sosyal ve demokratik haklardan yoksun bir halk,
* Temel çelişkilerin üstünden atlanarak laiklik/anti laiklik temelindeki tartışmalara kilitlenmiş bir entelektüel atmosfer,
* Liberal entelektüelerin(!) hayran olunası(!) iyimserlikleri ile Komünizmle Mücadele Dernekleri'nin ya da Sivas'ta yükselen ateşlerin mirasçılarından beklenen demokrasi,
* Ulusalcıların hayran olunası(!) politik öngörüleri ile birlikte, NATO'dan eğitim almış, bütün teçhizatını ona göre donatmış güçlerden beklenen anti-emperyalizm,
* Ve nihayet, hem iç politikada hem dış politikada, Kıbrıs'tan Ermeni sorununa, Kürt meselesinden siyasal İslam meselesine kadar bütün tezleri lime lime olmuş, tıkanmışlığını aşacak yeni aktörler yaratamayan bir Cumhuriyet...(TT/EÜ)
(Devam edecek)
** Burada üç parça olarak yayınlanacak olan bu yazının daha kapsamlı ve Türkiye'nin kapitalist gelişme süreci ile Güney Afrika Cumhuriyeti'nde verilen apartheid karşıtı mücadeleyi (1948 - 1994) karşılaştıran bir versiyonu, Sosyal Araştırmalar Vakfı (SAV) tarafından yayınlanan Almanak 2008 Analizleri'nin Ekim ayından sonra dolaşıma girecek baskısında yer alacaktır.