Tayyip Erdoğan'ın Kürt siyaseti ve kapitalist küreselleşmenin karaya oturması Türkiye'nin ve dünyanın başına daha çok iş açacak. Ama “bir musibet bin nasihatten evladır” diye boşuna dememişler.
Şunun şurasında daha birkaç ay öncesine kadar hepimiz, “insanlık namına” AKP’nin yanında saf tutmaya çağrılmamış mıydık?
“Yolda yürürken, iri kıyım bir adamın cılız bir adamı evire çevire dövdüğünü gördün. Normal bir insanın ilk tepkisi ne olur? Bana göre bu, dayak yiyeni kurtarmak, yani kurtarmaya çalışmaktır. Sonuçta, kurtarayım derken, senin de kafanın gözünün yarılması ihtimali var elbette. Ama, ‘iki tane de ben patlatayım’ diye kuvvetlinin yanında eyleme katılmak ya da ‘bana ne, bana karışan yok, şuradan geçip gidivereyim’ demek değildir ‘normal bir insanın ilk tepkisi’. Bu anlamda, evet, benim müdahalem AKP’yi kayırmaya yöneliktir; AKP’yi kapatmaya ya da bütün memleketi kapatmaya çalışan kesimi kayırmaya yönelik değildir.” (Murat Belge, Politikasızlık politikası, Taraf, 26.07.2008)
Ama bakın sadece dört ay sonra nereye gelmişiz?
“Türkiye’nin tarihinde ve siyasî geleneğinde bir “devletlû” çizgi vardır: yukarıdan aşağı, otoriter, ceberut! Ama demokratik her türlü filizlenmeyi, çiçeklenmeyi daha başında yakalayıp durduran bu iklimde “aşağıdan gelme” gibi görünen hareketler de içlerinde bastırılmış bir “hükmetme” özlemi barındırırlar. Fırsatını buldu mu, bu da, ötekini aratmayan bir ‘otoriteryanizm’ olarak fışkırır. ‘Devletçi’ olana karşı, ‘plebisiter’ olanı. Tarihimiz ve hayatımız bu iki eğilimin mücadelesi içinde geçti ve bu mücadelenin ne kadar demokrasi ürettiği de ortada.” (Murat Belge, AKP’de Değişim, Taraf , 09.11.2008)
Daha bitmedi!
“Bu ülkenin ‘ezilenlerinin’ AKP’den beklediklerinden hiç biri korkarım bundan sonra gerçekleşmeyecektir. Özgürlüklerin genişletilmesini AKP’den bekleyen muhafazakârların, Kürtlerin, demokratların “partisiz” ve ümitsiz kalacağı bir döneme giriyoruz gibi görülüyor. AKP, kendisini kapatmaya çalışan Anayasa Mahkemesi’nin istediği türden bir parti olacak herhalde. Artık kapatılmaz. Kapatılmasına gerek kalmadı çünkü o eski AKP’yi bizzat Erdoğan kapatıyor şimdi. Son seçimde, büyük bir kesim değişimi gerçekleştirecek partinin AKP olduğunu sanarak oy verdi. Şimdi o insanlar ihanete uğruyorlar. Ülkenin yönetimi belli ki yargıçlarla generallerin iradelerine bırakılıyor.” (Ahmet Altan, AKP nereye gidiyor?, Taraf 08.11.2008).
“Entelektüel” ne işe yarar?
Antonio Gramsci “Hapisane Defterleri”nde zihni melekelere sahip olmaları ve bunları bir düşünce üretmek için kullanabilmeleri bakımından toplumda –kimi istisnalar dışında- herkesin eşdeğer kapasiteye sahip olduğuna işaret etmiş ve bu bağlamda “bütün insanlar entelektüeldir” diye yazmıştı. “Ama”, diye eklemişti: “toplumdaki herkes entelektüelin işlevine sahip olamaz”.
Bu saptamasını anlamlandırmak için de şu örneği vermişti: “Sırası geldiğinde herkes sahanda yumurta pişirebilir, ya da ceketinin söküğünü dikebilir, ama böyledir diye herkes aşçı ya da terzi olmaz.”
Gramsci, 1920’lerde İtalya’da işçi hareketinin yenilgisi ve faşizmin iktidarının ardından mahkum olduğu uzun cezaevi yılları boyunca “entelektüeller”i kendisine boşuna mesele etmiş, boşuna defterler doldurmuş değildi. Gramsci I. Dünya Savaşı sonrasının krizi içinde İtalya’da kapitalizmin, Rusya’da olduğu gibi bir cephe savaşıyla yıkılamamış olmasının, sermayenin sivil toplumdaki hegemonyasından ileri geldiği sonucuna varmıştı Onun derdi şuydu: O zaman bu hegemonyaya meydan okuyacak bir mukabil hegemonya merkezi yaratmak gerekir. Bu, belirleyici rolü entelektüellerin oynayacakları bir alandı.
Gramsci bu çerçevede entelektüel tanımını yeniden ele aldı, entelektüelleri toplumsal sınıflarla ilişkileri bakımından yeniden tanımladı; toplumun ezen ve ezilen sınıflarının varlık ve mücadeleleriyle kendilerini dolaysızca bağlamış, onların arasından çıkmış veya onlarla kaderini birleştirmiş olanları “organik entelektüller” olarak adlandırdı:
“Kendilerini edebiyatçı, filozof, sanatçı gibi gören gazeteciler” dedi “’hakiki’ aydınlar olduklarına inanırlar. [Oysa] artık, yeni entelektüelin varolma tarzı, duygu ve arzuları dışsal ve anlık olarak harekete geçirecek söz söyleme sanatının ustası olması değil, kurucu, örgütleyici, ‘sürekli ikna edici’ olarak pratik hayata aktif olarak katılmasıdır(...)”
Eğer, memleket siyaseti hakkında gazete sayfalarında hergün ahkam ileri sürenler gerçekten Gramsci’nin kast ettiği manada “organik entelektüeller” olsa, toplumdaki egemenlik-bağımlılık, ezme-ezilme ilişkilerini “organik” bir çerçevede yaşasa, yani sahiden acı çekse, sahiden değişen güç ilişkilerini teninde hissetse toplumdaki en temel politik kurumun –devlet iktidarı- işleyişine dair öngörü ve saptamaları sadece dört ay içinde böylesine fos çıkmış olur muydu?
İşin doğrusu, Tayyip Erdoğan ve onun AKP'sinin cibiliyetine dair post factum (iş işten geçtikten sonra) feryatları koparmaları için bu kalem sahiplerinin "entelekt"e sahip olmaları bile gerekmezdi aslında. Bunca gayretle destekledikleri "cılız adam" tarafından "Kusura bakmayın siz kimin medyasısınız?" diye istiskal edildikten sonra, elbette her haysiyetli insan gibi bu hükümetin gerçek yüzü hakkında bir hissiyata kavuşmuş olmaları kaçınılmazdı.
İyi de, “entelektüel” bize bunun için mi lazım? Herşey olup bittikten, hükümet hükümetliğini yaptıktan sonra başına gelmiş olana hayıflanacak olduktan sonra “seçmen” ile “entelektüel” arasında ne fark kalıyor. Her seçim sonrasında aslında kendi çıkarlarının ifadesi olmayacak olan partiye oy veren “yüzer-gezer” oy sahiplerinin feryadıyla bu “analizler” çok mu farklı: “Elim kırılsaydı da oy vermeseydim?”
Ama bu kadarla bitmiyor: Belirtileri daha 22 Temmuz seçimleri öncesinde ortaya çıkan ama Ocak 2008’den başlayarak iyice görünür olan ABD, AKP ve Silahlı Kuvvetler arasındaki yeni ittifaka dair pek çok uyarı yapılmış olmasına karşın, bu ve benzeri kalem erbabından bu konjonktürün bir barış açılımının başlangıcı olacağına dair vaazlar dinlemedik mi?
Oysa daha Mart 2008’de söylenmişti:
“Arada geçen dönemde AKP hükümeti iktidar olanaklarını, özellikle dış politika alanında ısrarlı bir biçimde kullanarak, ‘Kürt Sorunu’na ilişkin yaklaşımını Washington arabuluculuğuyla Genelkurmay’a benimsetmeyi başardı. Yeni bir denge oluşuncaya kadar Silahlı Kuvvetler ile hükümet artık elele yürüyecekler” (Ertuğrul Kürkçü, Mart 2008, Yeni Egemen Blok: Asker-İslamcı İttifakı)
Hayata, toplumsal ilişkilere, “askeri vesayet”e, “siyasi İslam”a, ekonomiye, politikaya ve herşeye sınıf mücadelesi açısından bakmamanın; analizin temeline toplumsal sınıfları değil cemaatleri, kimlikleri yerleştirmenin; toplumsal alanı mücadelenin tayin edildiği asıl zemin olarak görmeyi reddetmenin kaçınılmaz sonu bu. Gerçekten Kürtler’in özgürlüğünden, emeğin kurtuluşundan, hatta türbanlıların haklarından yana olan, onların yoksunluk ve ezilmişliklerinin davasını güdenler nasıl olur da paranın, dinin ve silahın gücü yoksulların ve ezilenlerin tepesinde birleşirken onlara dönüp “aslında demokrasi ve barış yolunda ilerliyoruz” diye belagat yapar; kendilerini uyaranlara envai çeşit hakareti layık görür ve nasıl olur da herşey olup bittikten sonra olan bitende hiç payı yokmuşçasına, “AKP’nin ihaneti”nden dem vurabilir?
Bu retorikten bir de şunu anlıyoruz: Demek ki, Tayyip Erdoğan’ın AKP’si bütün ekonomik ve toplumsal gerçekliğiyle ve politikalarıyla yerli yerinde dursa, ama Kürt meselesinde ninni söylemeye devam etse, “sosyalizm ve demokrasi” adına önümüzdeki yerel seçimlerde AKP’ye oy vermeye davet edilecekmişiz!...
Neyse ki, Türkiye’nin entelektüel hayatı bu kadar yoksul ve acınası değil. Kendilerini ezilen sınıfların kurtuluş mücadelesiyle çeşitli düzeylerde bağlayan, özgürlük, demokrasi, bireyin hakları, toplumsal haklar ve grup hakları konularını her zaman ezilenlerin öz eylemiyle ilişkilendirerek tahlil eden ve onların hayat ve mücadelesine ortak olan bir “organik entelektüller” topluluğu var. Bunların hali hazırda siyaseten dağınık bir tablo oluştuyor olmaları, önümüzdeki yerel seçim ikliminde yeni bir dizlişin imkansız olduğu sonucuna varmamızı gerektirmiyor.
AKP’yi hiçbir zaman bir seçenek olarak görmediklerine göre emekçiler, Kürtler, demokratlar ve sosyalistler önümüzdeki dönemde, AKP emek ve Kürt düşmanlığı yapacak diye seçeneksiz kalmış değildir. AKP-CHP ikiliğinin ötesine seslenen bir ittifakın bileşenleri 22 Temmuz 2007’den bu yana adım adım ileriye çıkıyor. Emek ve özgürlük için ezilenlerin ittifakı AKP’ye de CHP’ye de Türkiye’de politikanın terimlerinin değiştiğini, üçüncü bir kutbun temayüz ettiğini göstermek için yeterince “entelekt” ve “cesaret” sahibi olduğunu ortaya koymaya hazırlanıyor. (EK/EÜ)