“Kürtler 500 yıldır asimile edilmemişler. Bundan sonra da asimile edilemezler….” Süleyman Demirel, 25 Ekim 1984. (1)
Her ne kadar son yıllarda bazı Kürt şahsiyetleri ısrarla Cumhuriyet’in kuruluşunda Kürtlerin “Asli Unsur” olarak yer aldığını ısrarla ileri sürmekte ve savunmaktaysa da ben bu görüşe katılmıyorum, çünkü kimse Kürtlere gelin birlikte bir cumhuriyet kuralım dememişti.
Tabii ki bu Cumhuriyet, 1919 yılında Mustafa Kemal önderliğinde başlatılan Amasya, Erzurum, Sivas Kongreleri ve İstanbul’un İngiliz işgali sonrasında kapatılarak dağıtılan Meclisi Mebusan’ın Ankara’ya ulaşabilen üyelerinin 23 Nisan 1920’de TBMM çatısı altında toplanarak ikinci bir alternatif hükümet oluşturması ile başlatılan Milli Mücadele sürecinin 29 Ekim 1923’te İstanbul’daki Osmanlı Hanedanlığını da tasfiye ederek vardığı sonucudur. Ve bu bakımdan Milli Mücadele ile aralarında elbette mutlak bir irtibat vardır.
Milli Mücadele süreci içersinde kısmen de olsa iradelerine başvurulmuş ve TBMM’de yer almış bulunan birçok Kürt bulunmasına rağmen, Mustafa Kemal ve arkadaşlarının cumhuriyetin ilanına karar verdiklerinde Kürtlerin ne düşündüğünü fazlaca dikkate aldıklarını sanmıyorum. Hatta muhtemeldir ki, bu süreçle birlikte kafalarında model olarak benimsedikleri ulus-devlet hedefinde asimilasyon ve inkâr politikalarıyla, önlerinde bir cumhuriyet hedefi olmayan Kürtlerin yer alamayacağını planlamış olmaları da söz konusu olabilir. Bu itibarla, Kürtlerin, dağılan Osmanlı Devleti’nin elde kalan son topraklarının ve halifenin kurtarılması için milli mücadele sürecinde yer aldıklarını, kendilerinin yok sayılacağı ve Türklüğü esas alan ulus-devlet eksenli bir cumhuriyetin kuruluşu içinde yer aldıklarını düşünmüyorum.
Kürtler, cumhuriyet öncesi dönemde kendi tarihi süreçleri içersinde ortaya çıkmış bulunan bazı dini ve sosyal kurumlara sahiptiler. Cumhuriyetin ilanından sonra sahip bulundukları bu geleneksel Kürt kurumları, cumhuriyet ilkelerine aykırı görülerek tasfiye edilmeye çalışıldı. Zaman zaman direnişler gösteren Kürtlerle karşılaşıldığında ise silah ve şiddete başvuruldu. (2)
Kürtler ne olmalıydı?
İsmet Paşa’nın, Ağrı isyanı kanlı bir şekilde bastırılıp Zilan Deresi cesetlerle dolup da harekât başarı (!) ile tamamlandığında “Bu ülkede sadece Türk ulusu etnik ve ırksal haklar talep etme hakkına sahiptir. Başka hiç kimsenin böyle bir hakkı yoktur.” (Milliyet, 31 Ağustos 1930) “veciz” cümlesinin yanı sıra, Ödemiş'te yaptığı bir konuşmada Adalet Bakanı Mahmut Esat (Bozkurt) ise şöyle demişti: “Biz Türkiye denen dünyanın en hür ülkesinde yaşıyoruz. Mebusunuz inançlarından samimiyetle bahsetmek için buradan daha müsait bir ortam bulamazdı. Onun için hislerimi saklamayacağım. Türk bu ülkenin yegâne efendisi, yegâne sahibidir. Saf Türk soyundan olmayanların bu memlekette tek hakları vardır; hizmetçi olma hakkı, köle olma hakkı. Dost ve düşman, hatta dağlar bu hakikati böyle bilsinler!” (Milliyet, 19 Eylül 1930)
Bildiğiniz gibi "Mahmut Esat Bozkurt Hukuk Ödülü" nü, İstanbul Barosu bu yıl Yargıçlar ve Savcılar Birliği (YARSAV) Başkanı Ömer Faruk Eminağaoğlu’na verdi. (5 Nisan 2008 )
Kürtler daima bir temsil sorunu yaşadılar
Osmanlı döneminde elbette ki Kürtleri modern anlamda temsil eden bir takım kurumlar henüz oluşmamıştı; ama bu tür yapılar Türkiye’nin batısında da zaten oluşmamıştı. Ne var ki, cumhuriyet döneminde Kürtleri temsil etme hakkı, Çankaya’dan tespit edilen, Mustafa Kemal’e bağlılıklarından kuşku duyulmayan ve daha çok Cumhuriyet Halk Fırkası (CHF) yönetiminde etkin olan, Mazhar Müfit Kansu, Nafi Atuf Kansu Tahsin Banguoğlu gibi çoğu zaman bölgeyle hiçbir alakası olmayan ve Kürtlerin hiçbir zaman görüp-tanımadığı bazı “makbul” şahsiyetlere verilmiştir.
Bütün bir cumhuriyet yönetimi boyunca da, Kürtlere gerek sivil alanda gerekse de siyasi alanda kendilerini modern anlamda temsil edecek kurumlarının geliştirememeleri konusunda büyük baskılar ve yasaklar uygulanmıştır.
Yasalar herkes içindi, ama bazıları Kürtler içindi
Cumhuriyetle birlikte yeni rejimin Kürtlere ilişkin bazı önemli yasa ve uygulamalarını ise birkaç cümleyle alt alta sıralamak istiyorum.
- Şeyh Sait Ayaklanması sırasında çıkartılan Takrir-i Sükûn Kanunu. 3 Mart 1925 tarihinde TBMM'de kabul edilen ve 3 maddeden oluşan Takrir-i Sükûn Kanunu'nun 1. maddesi şöyleydi: “İrtica ve isyana ve memleketin nizam-ı içtimaisi (toplumsal düzen) ve huzur ve sükûnu ve emniyet ve asayişini ihlale bais (bozmaya yönelik) bilumum teşkilât ve tahrikat ve teşvikat ve neşriyatı (örgütlenmeleri, kışkırtmaları, yüreklendirmeleri ve yayınları), hükümet reisi cumhurun tasdikiyle ve re'sen ve idareten men'e mezundur (kendi başına yasaklamaya yetkilidir). İş bu ef'al erbabını (bu eylemleri işleyenleri) hükümet İstiklâl Mahkemesi'ne tevdi edebilir.”
- ‘Gayet mahremdir’ ibaresi taşıyan 24 Eylül 1925 tarihli Şark Islahat Planı Kararnamesi.
- 1587 sayılı kanunla belirlenen “Milli kültürümüze, ahlak kurallarına, örf ve adetlerimize uygun düşmeyen, kamuoyunu inciten adların değiştirileceği” hükmü ile her nasılsa Türkçe olan birkaç köy ve mıntıka ismi hariç olmak üzere, tüm yer isimleri değiştirilerek uydurulan bir takım Türkçe adlarla değiştirildi.
- 14 Haziran 1934 tarih ve 2510 sayılı İskân Kanunu’nda açıkça soy ve ırk kelimelerine yer verilmekteydi.
- 25 Aralık 1935 tarihli Tunceli Kanunu.
Ahmed Arif’in 33 Kurşun isimli unutulmaz şiiriyle hikâyesini anlattığı General Mustafa Muğlalı olayını da dönemin tipik bir uygulama örneği olarak özellikle aktarmak istiyorum.
Sonuç
Tabii Kürtlerin bölgesel bir asayiş sorunu olarak ele alındığını saymazsak, aktarmaya çalıştığım uygulama ve örneklerin birçoğu bugün artık yok veya uygulanmıyor. Ama fiiliyatta hala memur mevzuatında şark hizmeti veya mahrumiyet bölgesi uygulaması sürmekte; ve birkaç istisna dışında, hala başarısız ve iyi sicil alamayan memurların adeta cezalandırılmak üzere yollandığı bir sürgün bölgesi statüsü devam etmektedir. Devletin bir hizmet kurumu olarak değil, bir yaptırım kurumu gibi halka uzak ve güvensiz yaklaşımı hala ve ısrarla sürdürülmektedir. Bölgeye gönderilen memurlar güya bir tür yaptırıma tabi tutuluyormuş gibi gözükse de, bölge halkına iyi hizmet veremedikleri ve böylece aslında yaptırıma uğrayan ve normal hizmet alamama sıkıntısını yaşayanların da Kürtler olduğu da bir gerçektir.
Cumhuriyet, normal olarak halkın kendi seçtikleri temsilcileri vasıtasıyla kendisini yönetmesi anlamında tarif ve ifade edilir; ve halkın da, sahibi olduğu kendi cumhuriyetine sahip çıkıp onu koruması gerekir. Ancak ne var ki, halkın değil de yönetici elitin bütün bir tarihi boyunca sahibi olduğu cumhuriyet rejiminin Türkiye’yi yönetmekteki en başarılı özelliği, kimi zaman İstiklal Mahkemeleri kurularak, kimi zaman bunlara gerek bile duymadan yargısız infazlar gerçekleştirilerek, kimi zaman da askeri darbeler düzenlemek suretiyle kâh komünizmi, kâh şeriatı, ama çoğu zaman da bölücü Kürtleri gerekçe göstererek ideolojik ve siyasi olarak cumhuriyeti halka karşı korumak olmuştur.(ÜF/EÜ)
* Bu yazı Birgün gazetesinin 6 Kasım tarihli sayısında yayınlanmıştır.
(1) Hasan Cemal, Kürtler, Doğan Kitap, S.76
(2) 1924 ile 1938 yılları arasında meydana gelen Kürt kaynaklı isyan hareketleri şunlardır:
1)Şeyh Sait Ayaklanması 13 Şubat- 31 Mayıs 1925, 2)Reşkotan ve Raman Tedip Har. 9–12 Ağustos 1925, 3)Sason Ayaklanması 1925–1937, 4)Birinci Ağrı Ayaklanması 16 Mayıs-17Haziran 1926, 5)Koçuşağı Ayaklanması 7 Ekim - 30 Kasım 1926, 6)Mutki Ayaklanması 26 Mayıs–25 Ağustos 1927, 7)İkinci Ağrı Harekâtı 13 -20 Eylül 1927, 8)Bicar Tenkil Harekâtı 7 Ekim -17 Kasım 1927, 9)Asi Resul Ayaklanması 22 Mayıs - 3 Ağustos 1929, 10)Tendürek Harekâtı 14 -27 Eylül 1929, 11)Savur Tenkil Harekâtı 26 Mayıs - 9 Haziran 1930, 12)Zilan Ayaklanması Haziran - Eylül 1930, 13)Oramar Ayaklanması 16 Temmuz - 10 Ekim 1930, 14)Üçüncü Ağrı Harekâtı 7–14 Eylül 1930, 15)Pülümür Harekâtı 8 Ekim -14 Kasım 1930, 16)Tunceli (Dersim) Tedip Har. 1937–1938
.