Hitler'in Almanya'sı Avrupa'da dehşet saçmaya başlamıştı. Kendilerini “Ari ırk”ın temsilcileri kabul edenler, Yahudiler ve eşcinsellerin yanında Romanlar'ı da yok edilmesi gereken "unsurlar" olarak görüyorlardı.
Fransa'nın tanınmış gitar ustası Django Reinhardt, ününün zirvesinde olduğundan uzun süre başına herhangi bir şeyin gelmeyeceğini sandı. Oysa, yalnız ABD kökenli swing müziğinin temsilcisi olması değil, büyüleyici melodileri ve sürükleyici ritmleriyle insanlara mutluluk aşılayan virtüözlüğü de onu hedef haline getirmişti.
Naziler başta ehlileştirmeyi denedikleri ustanın düzenleri için tehlike unsuru olmayı sürdürdüğünü görünce Django'yu bertaraf etmeye karar verdiler.
36. İstanbul Film Festivali’nin Musikişinas bölümünde yer alan Django - Sürgün Melodiler adlı kurmaca yapım bizi o karanlık döneme sürüklerken otoriter bir rejimin tek tip insan yaratmak uğruna değerli bir sanatçıyı bile kolaylıkla harcayabildiğini kanıtlıyor.
Berlinale’nin açılışında gösterilmiş olan zarif dönem filmi, müziğin devrimci ve özgürlükçü gücünü önplana çıkarırken Reinhardt'a da saygı duruşunda bulunuyor.
Estetik kurmaca
Avrupa'da yetişmiş en önemli caz müzisyeni olarak anılan Reinhardt'ı filmde canlandıran Reda Kateb gayet başarılı. Duygusal bir ilişki içinde bulunduğu Louise de Klerk rolünde Cécile de France da yeterince ikna edici.
Dönemin saç stilinden mi, yoksa yaş aldığından mı ne, perdede ilk gördüğümde bana Isabelle Huppert'i hatırlattı. Django'yu Nazilerin elinden kurtarmak üzere Louise karakterinin giriştiği entrikalar takdire şayan.
İktidarın müzik yoluyla sarsılabileceğini düşünen Nazi Almanyası'nın düştüğü haller inanılır gibi değil. İnsan ruhunu serbestçe etkileyebilecek her türlü çılgın ayrıntıyı, "maymun" müziği yaftası yapıştırarak baskıyla sansürlemeye çalışmaları, sanattan ne kadar korktuklarının ve sanatçının karşısında ne kadar aciz olduklarının ispatı.
Etienne Comar ilk yönetmenlik denemesinde epey başarılı. Filmin sanat yönetmenliği, sinematografisi ve senaryosu tatminkâr sayılabilir, fakat neredeyse iki saatlik yapım insanı hemen kavramıyor, ancak sonlara doğru belirli bir tempo tutturup etkileyici finale hızla taşıyor.
Dramatik olaylar örgüsü fazla abartılmadan, duygu sömürüsüne asgari ölçüde başvurularak yansıtılmış.
Fakat yeni nesillere özellikle Fransa'da icra edilen Roman müziği Manuş'u (Manouche) tanıtması açısından filmin faydalı olduğu kesin. Ayrıca insanda, Django'nun bilhassa müziğine odaklanan bir belgesel seyretme isteğini de pekiştiriyor.
Manuş müziği
Yangında yitirdiği iki parmaktan yoksun olmasına ve genç yaşta vefat etmesine rağmen gitar virtüözü Django, tarzıyla nesiller boyunca model oluşturdu. Keman ustası Stéphane Grappelli'yle birlikteliği caz dünyasında adeta çığır açtı. Besteleri caz standartları haline geldi, günümüzde adına düzenlenen müzik festivalleri varlığını sürdürüyor.
Türkiye'de Manouche-u Âlâ - Swing grubunun şevkle temsil ettiği Roman müziğinin bu dalı ilgiyi kesinlikle hak ediyor.
Nazi takibinden binbir macera sonrası kurtulduğunda Django'nun besteleyip bir kez icra edebildiği Requiem, filmin bana hediyesi oldu. Hitler diktatörlüğü sırasında hayatını kaybetmiş ve özellikle fırınlarda yok edilmiş Romanlar'a ithaf ettiği eserin notaları ne yazık ki sonradan kaybolmuş, dolayısıyla bize de filme ve senaryosuna inanmaktan başka çare kalmıyor… (MT/YY)