Bir zamanlar Zoltán Fábri, István Szabó, Miklós Jancsó, Béla Tarr gibi dünya çapında yönetmenlerle öne çıkan Macar sineması felç olmuş durumda.
Avrupa Birliği'nin (AB) yeni üyelerinden olmasına rağmen iktidardaki hükümetin ve başbakan Viktor Orbán'ın başına buyruk politikaları yalnız AB'yi değil, ülkenin kültür camiasını da hırpalıyor.
Kıtanın yakın geçmişi unutularak tam ortasındaki bir ülkede azdırılan milliyetçi ve ırkçı dalgaya set çekilmediği takdirde sonuçlarının acı olması kaçınılmaz.
Komünizmin çökmesinden sonra 90'ların başlarında kurulan ve Macar Sineması Vakfı adı altında ülkedeki her türlü sinemasal faaliyeti destekleyen kurum 2010 yılından itibaren işlemez hale getirildi.
Vakfın 2013 yılına kadar onaylanmış bütçesi olmasına rağmen, başbakan Orbán'a yakınlığıyla bilinen Andy Vajna'nın sinemadan sorumlu hükümet komiserliğine atanmasından sonra tıkanan film endüstrisi yüzünden ülkedeki sinemacılar perişan durumda.
Amerika Birleşik Devletleri'nde (ABD) yaşadığı dönemde Schwarzenegger ve Stallone'nin filmlerinin prodüktörü olarak tanınan Vajna ülkeye döndükten sonra sadece uzun metrajlı filmlerden sorumlu ilan edildiğinden, kısa metraj, animasyon, belgesel, sinema kitapları ve eğitimi, festival gibi sektörler durma seviyesine geldi.
Torino Atı adlı son filmiyle de dünya festivallerinden ödüllerle dönen Béla Tarr ülkedeki sinemacıları örgütlemeye çalışıyor, fakat şahsen söylemek istediğini çoktan söylediğinden artık film çekmeyeceğini de açıkladı.
Bazı sinemacılar binbir türlü denetimden sıyrılabilmek için cambazlıklar yapmak zorunda kalınca ortaya çıkan eser tasarlanandan çok farklı olabiliyor.
Sanatlarından ödün vermek istemeyen filmcilerin sinemadan ellerini eteklerini çekmelerine sebep olan otoriter yapı benmerkezci politikaların demokrasiden ne kadar uzak olduğunu bir kere daha kanıtlıyor.
Eleştiri kabul etmeyen liderler muhalif sesleri susturdukça ülkelerin ancak sanatla gelişebilecek kimliği kısırlaştırılıyor.
Macar ırkçılığı
Gün geçtikçe yüzsüzleşip agresif tavırlarını teşhir etmekten imtina etmeyen dünyadaki birçok meslektaşı gibi Viktor Orbán da geçtiğimiz dönemde AB'yle epey inatlaşmıştı.
Ülkenin atlatamadığı travmalardan Avusturya-Macaristan İmparatorluğu ve Birinci Dünya Savaşı sonrasındaki büyük toprak kaybını durmadan gündeme getiren lider komşu ülkelerde kalmış olan soydaşları arasında da milliyetçi bir dalga yayarak huzursuzluğu artırmış durumda.
AB'nin yaptırımları ise topraklarını istila etmiş olmasından dolayı yüzyıllarca bir numaralı düşman olarak görülen Osmanlı'yla ve Sovyet ve Ssyalist Cumhuriyetleri Birliği'nin (SSCB) müdahalesiyle adeta bir tutuluyor ve halkın eziklik duyguları hortlatılıyor.
Ülkenin ekonomik durumunun her geçen gün kötüye gitmesi iktidara yakın kişi ve şirketlerin gücünü azaltmıyor, gelecekle ilgili belirsizlik ve ümitsizlik yine zayıfları vuruyor.
Korku içinde olanları izleyen Yahudi azınlık bir yana, Nazi Almanya'sıyla işbirliği unutulmayan Macarlar bir milyona yaklaşan Roman ahaliye düşmanca tavırlarını sergilemekten geri durmuyor.
Yaklaşık 10 milyon nüfuslu memlekette liderlerinin tekinsiz tavrından güç bulan linç kültürü kurbanlar almaya devam ediyor.
Bölgede Orta Asya'dan göç eden yegâne halk olduklarını unutmayan Macarlar yaşlı kıtanın göbeğinde, konuştukları dilin komşu memleketlerde konuşulan dillerin hiçbirine benzememesi yüzünden de kendilerini farklı, yalnız ve haksızlığa uğramış hissediyor.
Çünkü komünizm sonrası heyecanla karşılanan her alandaki serbestlik zaten ahı gitmiş vahı kalmış kültürel kimliği son 20 yıl içinde yerle bir etmiş, geriye kapitalizmin dayattığı tüketim toplumu kalmış.
AB'nin üye ülkelerde yalnız ekonomik değil, kültürel ve sosyal değerlere de ağırlık vermesinin vakti geldi de geçiyor. (MT/EKN)