İçimi kaplayan bir lav gibi, gittikçe yoğunluğu artan…
Vajinamdan kaynaklanan sıcaklık bedenimin her yerine dağılıyor…
Vücudumun tümü bunun bütünlüğe ulaşması için çalışıyor…
Bu bir patlama mı ne? Adeta volkanik bir patlama…
O an hakkında ne diyeceğimi bilemiyorum, gidiyorum, ama nereye bilmiyorum…
Sanki kısa bir süreliğine yok oluyorum, zaman duruyor, havada asılı kalıyor, sonsuzmuş gibi…
Herhangi bir sınırlamanın, zamanın, mekânın dışında gibiyim…
Yüksek bir deneyim…
Kendimi gerçekten canlı hissettiğim ender anlardan…
İlahi bir tecrübe, öz benliğimle iletişime geçiyorum…
Fiziksel olanı ruhla buluşturan…
Spiritüel bir deneyim…
Kamera karşısında 24 ile 70 yaş arasındaki, kimi hetero, kimi lezbiyen, esasen beş kadın, orgazmla ilgili deneyimlerini aktarıyor. Erkek egemen zihniyet yüzünden cinselliği hususunda kendini yeterince hür hissetmeyen yönetmen Annie GislerLa Petite Mort (The Little Death/Küçük Ölüm) adlı filmde mevzuyu kurcalayan kişinin ta kendisi.
Aralarında bazısı bedenini geç yaşlarda tanıdığını fark etmiş, neden ender olarak orgazm olduğunu sorgulamaya girişmiş, aslında bu konuda pek de yalnız olmadığının ayırdına varmış.
Kimisi ritmik şekilde jimnastik yaparken ilk orgazmını tesadüfen yaşadığını anlatan, kimisi kadınlara cinsel tatmin hususunda eğitim veren, ileri yaşlarda da sekste tatminin mümkün olduğunu hatırlatan bir kılavuz.
Partnerlerini memnun etmek için orgazm simülasyonu yaptıklarını da rahatça ifade ediyorlar. Kadının bilhassa yatakta erkeğe hizmet etmesi gerektiğine dair zihniyetten muzdarip olmayanlar azınlıkta kalıyor değil mi? Kültürel bir olgu olarak esasen erkeğin tatmin olması en belirgin amaç sayılmaz mı?
Onun yataktan muzaffer bir savaşçı olarak kalkması herkesin hayrına olur zaten!
İsviçre 2018 yapımı 61 dakikalık belgesel cinselliğin çeşitli ayrıntılarını tek tek karşımıza çıkarırken kesinlikle düşündürüyor, bilgilendiriyor, epeyce eğlendirip arada sırada kahkahalarla gülmenize bile imkân tanıyor.
Eğitim şart
Batı medeniyetinin temsilcileriyle karşı karşıya olmamıza rağmen cinsellik hususunda eğitimin ne kadar eksik olduğunu öğreniyoruz. Genelde okullarda verilen bilgiler insan ırkının devamı için üremeye sanki koşullanmış, seksin tehlikeli olduğuna dair bir hisle karışık, çarpıtılmış bir eğitim.
Oysa klitorisin 8 bin sinir ucuna bağlı olduğunu idrak ediyoruz filmde.
Klitoris, fonksiyonu zevk almaya endeksli organlarımızdan biri mi yoksa?
Üstelik düşünün ki 1998 yılı keşfinin bilimsel olarak kabul edildiği sene.
70 yaşındaki Maggie klitorisini gücünün, zevk duyularının merkezi olarak betimliyor, hatta ileriye giderek klitoris için "En iyi arkadaşım" diyor.
Klitorisin öneminin altı çiziliyor, onu her şeyden önce şahsen tanımanın şart olduğu hatırlatılıyor, jenital bölgeyle göz teması için ayna kullanımının faydalarından da dem vuruluyor.
Mastürbasyon da şart
Gayet sürükleyici belgeselde tabii ki sıra mastürbasyona da geliyor. Mastürbasyonun kötü bir şey olduğuna dair telkinlerin yarattığı suçlulukla iğrenme arasındaki duygulardan, kendini bir erkeğe benzetmeye vardırarak günde beş veya altı kere mastürbasyon yaptığından bahsedene, gayet geniş bir spektrumla haşır neşir oluyoruz.
"Bazen bedenim kesinlikle deşarj olması gerektiğini hissettiriyor. Mastürbasyonu vücudumun gevşemesi için yapıyorum ve kesinlikle faydasını görüyorum; benim için düzenli diş fırçalama gibi bir pratik, hijyenik bir bakım".
Mastürbasyon sayesinde cinsel ihtiyaçlarını daha iyi kavrayan bir kadının tecrübesi ile ikili ilişkiyi daha üst seviyelere taşıyabildiğini de idrak ediyoruz şirin filmde.
Ne de olsa birçok kadın klitorisinin yerini dahi bilemeyebiliyor, birçok erkek de onu bulmakta epey zorlanabiliyor. Tabii ki herkesin tahrik olma biçim ve metotları başka başka, fakat kadın için partnerini eğitmek, ona yol göstermek ilişkinin başarısı için kesinlikle faydalı ve yapıcı.
Kahramanlarımızdan bir tanesi parmakla uyarılmaktan hoşlanmadığını, dil temasını tercih ettiğini belirtiyor. Ama bu durumda bile partnerini yönlendirmeyi ihmal etmemek lazım, diyor. Sessizlik içinde pasifçe durmanın hiç kimseye bir faydası yok: Küçük bir inleme, bir zevk nidası veya derin bir nefes verme partnerinize doğru yolda olduğunu hissettirecektir. Cinselliği yaşadığınız kişiyle iletişim halinde olmanın faydası kesinlikle büyük, seks sırasında konuşabiliyorsanız ne âlâ.
Ama tabii ki özelllikle erkeği rencide etmemek tercih edilir. Onların kendi performanslarından beklentileri o kadar yüksek ki temkini elden bırakmamak şart.
Her şey karşılıklı
"Erkeklik organının kadın organının içine yerleştirilmesinden çok daha büyük bir şeydir seks." Genelde insanlara sık sık hatırlatılması gereken bu gerçek belgeselde bir kez daha yüzümüze çarpılıyor. Bu konuda epey çalışmak lazım, pratik lazım, öğrenmek, tecrübe kazanmak, belki ustalaşmak lazım, ama şefkatle ve sevgiyle… Kadının bunu kendi iyiliği için yapması tavsiye ediliyor.
Cinsel ilişki en az iki kişinin beraber inşa ettiği bir şey deniyor, önemli olan bağlantı haline geçtiğin insanla yakaladığın uyum, derinlik, kurduğun iletişim.
Erkek dinlemeli, kendini bilmeli.
Neler neler yapabildiğine dair fiyakacı bir teşhire yönelik davranmamalı.
Bedenini kontrol edebilme kapasitesine sahip olmalı, partneriyle oynamaktan hoşlanmalı, mizah duygusuna sahip olmalı.
Kadına iyi davranmayı, özveriyi, sabrı, verici olmayı, ne zaman kalkıp gitmesi gerektiğini de bilmeli. "Ne de olsa o verdikçe ben daha çok verir hale geliyorum…"
Ejakülasyona set çekmeyin
Belgeselde konu vajinal orgazmın mümkün olup olmadığına da varıyor. Vajinal orgazm ile klitoral orgazmı ayırmak ne kadar doğru? Klitoral orgazm için volkanik patlama benzetmesinde tüm kahramanlarımız hemfikir gibi görünüyor.
Vajinal orgazm için ise öne çıkan yorum "erime" hissi; içinde kelebeklerin uçuşması gibi daha yumuşak betimlemeler kullanılıyor ve sanki bu durum uyumlu bir birliktelik sürdürdüğünüz âşığınızla mümkünmüş gibi aktarılıyor.
Sıra G noktasına geldiğinde acaba kadın dergilerinin bir icadı mı diye sorgulanıyor. "Bilimsel bir tarafı var mı?"
"Çok aradım, ama bulamadım!" diyen de var.
"Bence erkeğin prostatına tekabül ediyor. O da zevki bize hissettiren bezlerimizden biri, üstelik ejakülasyona da müsait, değerlendirmemek niye?"
Tabii bu durumda çocuklukta annelerin bilhassa kız çocuklarına yönelik "Yatağına çişini sakın kaçırma!" uyarıları akıllara geliyor. Boşalma hissi geldiğinde koşullanma yüzünden kötü bir şey olacakmış gibi bazı kadınların kendini tuttuğu, boşalmamak için tıkır tıkır işleyen bir sistemi sekteye uğrattığı ortaya çıkıyor. Uzmanımız tam tersine davranıp rahatlanması ve sürecin en doğal şekilde tamamlanması için kadının kendisine izin vermesi gerektiğini belirtiyor.
Anal orgazm var mı?
Batı'da genelde eşcinsel erkeklik halleriyle özdeşleştirilen anal penetrasyonun bir kadın tarafından gönül ferahlığıyla tercih edilmesi o kadar da kolay olmuyor. Filmde röportaj yapılan kadınlardan birinin ifadesine göre anal seksin iğrendirici ve pis bir tarafı varmış gibi hissettiriliyor.
Bir diğeri anal orgazm hakkında "Öyle bir şey tanımıyorum, hiç olmadım!" diyor. "Erkeklerin bana anal seks uygulamasından çok onlara ben uygulamayı tercih ediyorum (Vibratör kullanımının faydalarını bilen biri kendisi). Pek az erkek buna razı oluyor, oysa güzelim prostat bezinin sayesinde penetrasyonun zevklerinden yararlanmaları azımsanacak bir tatmin değil".
Sodominin de üzerinde sabır ve şefkatle çalışılması, geliştirilmesi gereken bir pratik olduğu sonucu ortaya çıkıyor.
Bir erkeğin orgazm yaşadıktan sonra genelde libidosunun düştüğü, aynı kıvama gelmek için belirli bir süre geçmesi gerektiği de belirtiliyor filmde. Oysa kadın ilk orgazmı yaşadıktan sonra o yoğunlukta uzun süre kalıp defalarca orgazm olabiliyor.
"Potansiyeliniz yüksek, sakın kendinize hayır, dur veya yeter demeyin; daha fazlasını hak etmediğinizi de sakın düşünmeyin".
Su gibi akan belgeselde bir çiftin beraberce orgazma ulaşmasının bir efsane olmasından da dem vuruluyor. "Hiçbir erkek beni buna zorlayamaz, öyle bir talep gelirse onu yatağınızdan (mümkünse bir tepikle) atıverin!"
Orgazmın baskıyla olmayacak bir şey olduğu kesin!
Seviyeli belgesel
İsviçre Radyo Televizyon Kurumunun damgasını gördüğümüz filmin sponsorları arasında Migros markası adı dikkat çekiyor.
Röportajlarda konudan konuya geçilirken gayet estetik görüntüler seyirciyi hipnotize ediyor, bazıları sembolik, bazıları artistik, bazıları kesinlikle pragmatik içeriklerle simülasyonlar yaşatıyor, kadın orgazmı mümkün olduğunca yorumlanmaya ve görsel hale getirilmeye çalışılıyor.
Yönetmen Annie Gisler'in mazisinde şuursuzca geçen seneler için epeyce kızgın, hatta öfkeli olduğu, ama filmde içinde kalanları burjuva ahlakının izin verdiği seviye ve biçimlerde, adeta bir protokol ağzıyla ifade ettiği hissediliyor.
Mikrofonu uzattığı Lada, Maggie, Aurore, Aude veya Anne Valerie, yönetmenin de duygularına tercüman olurken o sanki kaybolan yılların intikamını alıyor, ama bunu yaparken kesinlikle eğleniyor, öğreniyor, ayrıca seyirciyi de ihya ediyor.
Filmin neredeyse bütününden yararlanarak işbu metni oluşturduğum için kendisinden kusuruma bakmamasını dilerken, kadın-erkek eşitsizliğinin yüksek seviyede olduğu bir memleketin dilinde yazdığımın dikkate alınacağını umuyor ve kendimi alamayarak yazıyı belgeselden diğer bazı incilerle süsleyerek bitiriyorum…
Erotizm bir umman, keşfetmek lazım; yapılabilecek o kadar envaitürlü şey var ki!
Bu konuda yeterince hür müyüm, yoksa hâlâ örseleniyor muyum?
Orospu veya frijit gibi beylik yargıları ne kadar önemsiyorum?
Seksi seviyorum, bununla gurur duyuyor ve bunu ifade etmekten sakınmıyorum, ne var bunda?
Erkeklerle (veya kadınlarla) beraber olup onlarla oynamayı seviyorum.
Kadın olarak cinsel tatminim için aktif olma hakkına sahibim.
Tabularımızdan beraberce sıyrılmalıyız...
Kadın bedenini tanımalı ve sahiplenmeli...
Kadın kendi cinsel hikâyesinin yazarı olmalı...
Tatminimin başrol oyuncusu benim!
Biz annelerimiz veya ninelerimize göre çok daha ilerideyiz ama daha katedecek uzun bir yol var, bir jenerasyonda olacak iş değil bu.
Ailenin mutfakta ustalaşmış eski nesil temsilcilerinden yemek veya tatlı tarifleri aktarılırken, neden cinsel tatmin yolları aktarılmıyor? Belki o zaman daha sağlam çiftler, birbirine kenetlenmiş ebeveynler, gergin değil de daha gevşemiş bir toplum mümkün olacak…
Kadın cinsel gücünü keşfettiğinde dünya değişecek! (RL/ÇT)
Vatan Millet Samatya; tam bir İstanbul mağdur halklar senfonik resmi geçidi gibi. Alevi’si, Romanı, Kürdü ve diğerleri. Gah dayanışarak, gah çatışarak, nasıl bir arada yaşanır, ya da yaşamakta ısrar edilir, veya yaşanmazın panoramik bir dönemsel görüntüsü. 1970’lerle başlayan kuşakların çatışmalı hali pür meali.
Evet bugün günlerden 8 Mart, Dünya “Emekçi” kadınlar günü. Dikkat ederseniz emekçi’yi tırnak içine aldım. Çünkü bu günü kutlayanların bir bölümü emek / emekçi vurgusundan azade ya da bu yönü görmeyerek kutluyor. Oysa aslolan kadın aklı ile birlikte kadın eli-emeğinin hayata değen / dokunan yüzü.
Ben size buradan günün mana ve ehemmiyetine dair kelam etme niyetinde değilim. Yukarıdaki girizgâhı da kıymetli bir kadın fikri / edebi emeğine vesile olsun diye yazmış oldum.
Elimde bir kitap var, okuması yeni bitti. Yazar arkadaşım Seray Şahiner’in yeni romanı; “Vatan Millet Samatya”* Seray Şahiner’in sekizinci kitabı.
İstanbul’u gören ya da görmeyen her bir ferdin kendi dünyasındaki bir İstanbul’u var elbette. Bu baptan baktığımızda İstanbul’un görsel güzelliğini dillendiren turistik mekân izleği her zaman muteber olan. Filmler, diziler ve renkli hülyalı anlatılar taa Yeşilçam’ın İstanbul'u kurdelelerinde de bu yönde.
Ama bir de sahici İstanbul var, sokağın gördüğü / göründüğü İstanbul. Gündelik hayatlara teğellenen sıradan insanların gözlerinin gördüğü mekân, eşya, insan tarifleri, anlatıları! Örneğin pencereden baktığınızda veya evin binanın kapısından çıktığınızda bir metro çukurundan size dokunan gündelik hayat ve sonrası…
Vatan Millet Samatya; tam bir İstanbul mağdur halklar senfonik resmi geçidi gibi. Alevi’si, Romanı, Kürdü ve diğerleri. Gah dayanışarak, gah çatışarak, nasıl bir arada yaşanır, ya da yaşamakta ısrar edilir, veya yaşanmazın panoramik bir dönemsel görüntüsü. 1970’lerle başlayan kuşakların çatışmalı hali pür meali. Öyle bir rengi solgun ama hissedilir renklilik ki Zaza Kürdü Bingöllü Rençber Aziz’in sesi de var hikâyede…
Seray’ın önceki kitaplarını okumuş biri olarak ifade edeyim ki; bu kitapta “sert” denebilecek bir dil var elbette. Ama bu sertlik çoğu kez hiç beklemediğiniz bir yerde mizahi bir müdahillikle yumuşayabiliyor. Ya da tebessüm etmenize yol açıyor halk dilindeki bir özlü sözle. Bir süre sonra acaba hangi özlü söz bu kez bir başka yerden ‘ben burdayım’ diyecek beklentisine giriyorsunuz.
Tabii ki bu ancak böyle malzemesi bol “oyuncaklı kitaplar” için geçerli. (Söz Tanıl Bora’nın). Nitekim kitap bana geldiğinde kitabın yanında bir tüpte leblebi tozu, renkli bilyeler, gazoz kapakları ve fiyonklar vardı pakette. Gündelik hayatın emektar oyuncakları misali. Bunlar da kitaba dair ön ipuçlarıydı sanki!
Seray Şahiner; farklı bir teknik kullanmış! Hiç ara vermeden, bölüm ayrımı yapmadan, boşluk bırakmadan, molasız bir şehir ve sokaklar romanı yazmış. Sakinlerine sorup sual edilmeden karar verici muktedir güçlerin emir fermanlarıyla taammüden cinayete kurban edilen hayat ve mekanların hikâyesi olmuş anlatılan.
“Hayat” derken önce insan hikâyeleri, sonra da mekânlar elbette. Adına “kentsel dönüşüm” denilen tuhaf garabetin sanki insanı da “dönüştürme” mevzuu!
Bir dizi fim senaryosundan birbirini takip eden bölümlerini kesintisiz tek parça izleyip okunuyor gibi roman…
Güvensiz, tekinsiz ve hatta itibar kaybetmiş bir şehrin “düşüş” hikâyesi misali Vatan Millet Samatya. Hani edebiyatçı diyordu ya; “Bu nasıl Istanbul, her tarafı zından be canım”. Dar-ul harb misali!
İnsanın insana, insanların birbirine dokunabildiği zamanlardan yadigar kalan devasa İstanbul’un surlu sokakları, mahallelerinin mekânlarına saygı sevgi ilgi de kalmamış! Töresiz-terbiyesiz bir muktedir güce karşı inadına direnen insan tekinin (belki de kadınlar demeliydim) edebiyatına soyunmuş romanında Seray Şahiner…
Büyük ve dünya başkentlerinden biri olan surlu şehirden, kadim bir surlu şehre gönderme sanki Vatan Millet Samatya…
Tavsiyemdir okuyunuz.
(ŞD/RT)
Not: 9 Mart Pazar saat 14.00’de Diyarbakır Yayın Ağacı Kitabevinde Seray Şahiner ile kitabı konuşacağız. Ve imza olacak. Bekleriz…
*Seray Şahiner, Vatan Millet Samatya, Doğan Kitap 2025.
Diyarbakırlı ve Diyarbakır'da yaşıyor. Türkiye Yazarlar Sendikası üyesi ve Uluslararası PEN Yazarlar Örgütü Diyarbakır Temsilcisi. Pek çok dile çevrilen 20 kitabı bulunuyor. Ankara Üniversitesi Siyasal...
Diyarbakırlı ve Diyarbakır'da yaşıyor. Türkiye Yazarlar Sendikası üyesi ve Uluslararası PEN Yazarlar Örgütü Diyarbakır Temsilcisi. Pek çok dile çevrilen 20 kitabı bulunuyor. Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi’ni bitirdi. bianet'te yazıyor.
*Antep, EMEP milletvekili Sevda Karaca direnen kadın işçilerle
Kadın işçilerin çalışma hayatında karşılaştıkları zorluklar, güvencesiz koşullar ve mücadele süreçleri, Türkiye’de giderek daha büyük bir sorun haline geliyor. Düşük ücretler, uzun çalışma saatleri, baskı, taciz ve hak gaspları, özellikle kadın işçileri hedef alırken, örgütlenme ve direnme çabaları da artıyor.
Bizlerde bu mücadelelerin tam ortasında olan ve kadın işçilerle direnen EMEP Antep Milletvekili Sevda Karaca il kadın işçilerin yaşadığı ağır çalışma koşullarını, emek mücadelesinin kadınlar için ne anlama geldiğini ve sendikal örgütlenmenin önündeki engelleri konuştuk.
"Uzun çalışma saatleri, zorunlu mesailer, kötü muamele"
Kadın işçiler çalışma alanlarında neler yaşıyor?
Yoksulluk derinleşti, geçim imkansızlaştı, Şimşek programının etkileriyle emekçiler gerçek anlamda çocuklarının karnını bile doyurmakta zorlanıyor, Türkiye kapitalizminin ucuz emek gücüne olan ihtiyacı her geçen gün daha fazla kadının istihdama çekilmesine, bir yandan da yeni ucuz işçilerin üretimine ihtiyaç duyuyor, bu nedenle kadınların işçileşme süreci ivme kazanırken, çalışma yaşamındaki koşullar da vahşileşiyor.
Uzun çalışma saatleri, izinsiz haftalarca çalışma zorunluluğu dayatılması, kötü muamele, cezaevlerine dönüşen organize sanayi bölgelerinde kuralsızlığın yaygınlaşması, düşük ücretler, taciz, hakaret, örgütsüzlüğün dayatılması, en küçük bir hak talebinin bile şiddetle bastırılması... Çalışma yaşamını özellikle kadınlar için cehennem haline çeviriyor.
Ama bir yandan da kadınların çalışma zorunluluğu da yoksulluk. Kadın emekçiler anlatıyorlar aynı işyerinde aynı işi yaptığı erkek işçiden daha çok üretim baskısına uğradıklarını, haklarının daha çok gasp edildiğini, işyerinin angaryalarının da kadınlara yüklenmek istendiğini…
Bütün bunları patronlar ‘Biz bir aileyiz’ söylemiyle normalleştirmeye çalışıyor. Nasıl ki aile içinde zorlaşan koşullarda en çok fedakarlık kadınlardan bekleniyor ve tüm zorlu koşullara rağmen ailenin dirlik düzenliliğini korumak kadının sırtına bindiriliyorsa, işyerlerinde de biz bir aileyiz söylemiyle fabrika içlerinde kadınlardan fedakarlık ve sabır bekleniyor.
"Kadınlar bayılana kadar bant başında mesaiye bırakılıyor"
Patronların "aile" dediği şey gerçekte nasıl bir aile?
Kadınlar kreş hakkının sözü bile edilmeyen koşullarda, uzun saatler, hafta sonu bile çalışmak zorunda bırakılırken ‘Aile Yılı’ ilanlarıyla göz boyamaya çalışanlar, küçücük çocukları bırakacak yeri olmadığı için kadınların zorunlu mesailere çocuklarıyla gelmek zorunda bırakılmasına göz yumuyor bunlar 'aileyiz biz' diyor işte.
Bunun bir örneği TKIS Blind fabrikasında yaşandı. TKIS Blind fabrikasında kadın işçiler zorunlu mesaiye çocuklarıyla beraber gelmek zorunda bırakılıyor, makinelerin yanında, hiçbir güvenlik önlemi olmadan anneleri köle gibi çalıştırılırken sabahın 6 buçuğundan akşama kadar tutuluyor.
TTL tütün, Digel tekstil, TKIS Blind, Sunel tütün, Askaynak (Kaynak Tekniği), Temel Conta, Chinatool, Hitachi, Polonez, Çelikaslan, Hepsijet’te çalışan kadınların hepsi aynı koşulları anlatıyor...
Havalandırma sistemi olmadığı için ciğerleri soluyor, tuvaletler kilitleniyor, kadın işçilere içme suyu ya verilmiyor ya yudum yudum veriliyor, kadınlar bayılana kadar bant başında mesaiye bırakılıyor, kadınlara yönelik baskı, taciz, hakaret sıradan olaylar haline gelmiş durumda.
Kadınlar, haklarını ararken neden suçlu ilan edilir?
Kurulu vahşi düzeni devam ettirmek için kadınlardan beklenen sebat ve uysallığı göstermeyen, örneğin hak arayışına giren kadınlar ‘ihanet’le, ‘aile düzenini bozmak’la, provokasyonla suçlanıyor.
Nasıl ki aile içinde kadın bir hak arayışına girdiğinde şiddet normalleştiriliyorsa, işyerlerinde de kadın hakkı olanı talep ettiğinde şiddete açık hale getiriliyor. Tüm bu koşullar bir yandan kadınlar açısından sömürü koşullarını derinleştirirken bir yandan da öfke birikimi ve mücadele isteği yaratıyor. Ülkenin dört bir yanında ücret artışı, kötü çalışma koşullarına karşı sendikalaşma mücadeleleri artıyor ve kadınlar da bu mücadelelerin önünde yer alıyor.
"Kadın işçilerin hak talepleri şiddetle bastırılıyor"
Kadınlar olarak evde, işte, sendikada, örgütte hep daha fazla 'emekçi' olduğumuz bir yaşam sürüyor. Bu noktada örgütlenmenin ve mücadele etmenin de cinsiyetli yüzleri karşımıza çıkıyor. Bu bağlamda siz de meclisten direniş alanına ne tür “işçi kadın” deneyimlerine tanık oluyorsunuz?
Tezgâh, makine, bant, desk başına geçtiğinde dünden kalma ağrılar, yarım yamalak uykular, evin temizliği, çocuğun dersi, akşam ne yemek yapacağım düşüncesinin bıkkınlığı, kira derdi, faturalar…
Sabah çocuğuna koyamadığı sağlıklı bir beslenmenin verdiği vicdani yükle bandın başında olmak… Bedenleri makinenin bir parçası haline gelmiş biçimde tıkır tıkır işlerken kafadaki bu düşüncelerin tıkır tıkır geçmemesi… Ustabaşı ya da şefin “daha hızlı, hadi hadi” sesine bedenin zar zor ayak uydurması… Uyduramayınca ‘salak, gerizekalı, siz ne işe yararsınız, dua edin size ekmek veriyoruz’ laflarıyla aşağılanma…
*80 gün boyunca hakları için direnen Özak Tekstil işçisi Funda Bakış, direnişin ardından Emek Partisi’nin Urfa Haliliye Belediye Başkan adayı oldu şimdilerde Özak temsilcisi.
Ne kadar çalışırsa çalışsın, kaç yıllık işçi olursa olsun artmayan ücret, düzelmeyen çalışma koşulları, refaha ermeyen hayatın karamsarlığa sürüklemesi… Daha ucuza çalıştırılmanın, her an kapı önüne konma riskinin, evdeki bütün yükün sadece kadınların omuzlarında olmasının, bütün ilişki biçimlerinin şiddete dönüşmesinin yarattığı güvensiz ortamın yorgunluğu…
“Birleşmez, değişmez, kimseye güvenilmez bizim iş yerinde” diye düşünmeye zorlanma… Evde, sokakta şiddet… Kendisinin değiştirici bir gücü olduğuna inanamasın diye sürekli olarak küçük görülme, güvensizliğe itilme, yanı başındaki işçinin dert ortağı değil düşman olduğunun sürekli vurgulanması… Kime güveneceğim duygusuyla baş etme çabası… Bunlar emekçi kadınların ortak duyguları ve yaşadıkları.
"Bandın başında, sokakta yürürken, evin içinde..."
Patronlar, kadınların bir araya gelmesini niye ve nasıl engelliyor?
Güvencesiz bir yaşama sıkıştırabilmek için, emeğini ucuzlatabilmek için kadınların yalnız, çaresiz, güvensiz, güvencesiz olduğunu vurgulayıp, kimsenin bir şey değiştirmeyeceği inancını yaygınlaştırmak isteyen bir düzenek kurulu.
Çıkarları için dün sövdükleri ile bugün dost, bugün dost oldukları ile yarın kanlı bıçaklı düşman olan iktidar; bu hayatı kadınlara zindan ederken, kendimiz dışındaki herkesin güvenilmez olduğu, kendimiz için en iyisinin etliye sütlüye karışmadan, kendi kendimize kalmak olduğu fikrini içimize yerleştiriyor. Birbirimize olan güvenimizi kırmayı, yan yana gelmekten korkmamızı istiyorlar. Çünkü en çok bizim yan yana gelmemizden, birlikte hareket etmemizden korkuyorlar.
Ama kadınlar mücadeleye girdiklerinde tek başına kaçamadığı, korunamadığı saldırılardan işçi arkadaşlarıyla birlikte ördüğü çelikten bir duvarla kurtulabileceğini daha hızlı anlıyor, görüyor.
“10 yıldır aynı bantta yan yana çalışıyoruz ama şu 2 aylık grevde tanıdığımız kadar birbirimizi tanımadık, birbirimize güvenmedik” diyen Temel Conta işçilerinin anlatılarının belki de yüzyıllardır inşa ettikleri karşıtlıkları, kutuplaştırmaları, ötekileştirmeleri nasıl bir çırpıda darma duman ettiğini görmemiz gerek.
Bandın başındayken de, sokakta yürürken de, evin içinde de eşit, şiddetsiz, insanca yaşamı var edecek olan işte mücadele içinde inşa edilen bu güven, umut ve dirayet. 8 Mart’a giderken kaygı ve korkuya boğulmuş bir atmosferde, bugün işçi kadınlar için hâlâ en güvenli yer mücadele.
"Kadınlar mücadelenin içinde daha kararlı, inatçı ve örgütlü"
Kadınlar işçi mücadelesine dahil olunca ne gibi değişimler oluyor?
İnsanca çalışma koşulları talebi, kadın işçi ve emekçiler açısından daha çok sahipleniliyor, çünkü bu hayatın her alanını kapsayan bir talep haline gelmiş durumda işçi kadınlar için. Kadınlar için mücadeleye girme koşulları erkeklere göre kat kat zor olsa da, kadınlar bir mücadelenin içine girdiğinde daha kararlı, daha inatçı ve daha örgütlü hale geliyor.
Son dönemde ivme kazanan sınıf mücadelesi içerisinde de hem örgütlü olan işyerlerinde sendikalarda hem de sendikal örgütlülük olmasa da kendiliğinden bir araya gelen işçi topluluklarında kadınların öncü rol üstlenmesi ve değiştirici güçlerinin olması şaşırtıcı değil.
*TKIS Blinds işçileri
Çünkü, patrona karşı mücadele ederken bir yandan da kadınları o mücadeleden geri tutmaya çalışan ataerkil ilişkilerle de mücadele etmek zorunda kalıyorlar. Nasıl ki hayatta çifte yükleri varsa, mücadelede de çifte zorluklarla baş etmek zorunda kalıyorlar. Girdikleri her mücadele bu açıdan çok yönlü oluyor.
Ailesini ikna etmek, patronların mücadele eden kadınlara yönelik özgün bastırma yöntemleriyle baş etmek, toplumsal baskıya göğüs germek, hep daha kararlı durmak zorunda kalıyorlar. Bu zorluklar, kadınların mücadelede birbirlerine daha çok sahip çıkmasına, dayanışmasına olanak verirken, bir yandan da mücadeleden daha çok sonuç çıkmasını da sağlıyor.
Kadınların mücadelede var olma hikayesi her bir kadını tek tek birer örnek, birer ‘kahraman’ haline getiriyor aslında. Bu mücadelelerdeki her bir kadın hikayesi hem çokça ortak yanı olan hem de biricik hikayeler ve anlatılmaya, konuşulmaya, paylaşılmaya değer birer mücadele hikayesi olarak aslında işçi sınıfının hafızasında yer ediyor.
"Sendikalar kadın işçilerin örgütlenmesinde zayıf ve eksik"
Sendikalar kadın işçilerle yeterince dayanışma halinde mi?
Ülkede sendikaların bürokratik yapıları, kadın işçilerin mücadelede öne çıkmasından memnuniyet duyan ama hem direniş sürecinde hem de sonrasında kadınların iradesinin belirleyici olmasının olanaklarını yaratmayan sendikal anlayışlar da kadınların mücadele ederken elde ettikleri güçlerin sonradan tırpanlanmasına, hatta kadınların umutlarının kırılmasına da neden oluyor. Sendikaların kadınların bu özgün zorluklarını görüp bilerek tutum alması, kadınların bu baskılar karşısında güçlendirilmesi için özgün çalışmalar yapması gerekiyor. Tablo pek böyle değil. Sendikal örgütlenme çalışmaları içerisinde, eylem, direniş ve grevlerde aktif olarak yer alan, hatta öncü olan kadınların, direnişler sonrasında kendi yaşamlarına ‘sessizce’ çekildiğini gözlemliyoruz.
İşçi mücadeleleri içerisinde yer alan kadınların yaşadığı fişlenme tehdidi, ‘ahlaki gerekçe’ olarak lanse edilen kodlarla işten atılma korkusu, aile baskısı, yalnızlaştırma, sendikal mobbing, direnişlerde maddi desteklerin yetersiz kalması ya da hiç olmayışı, ev içi bakım emeği yükünün kadınlara direniş süreçlerinde daha fazla dayatılması gibi durumlar, direnişlerin kadınların yaşamında dönüştürücü bir etkisi olmasına engel oluyor.
Direnişler bittikten sonra özellikle kadınlar ağır ekonomik yüklerle ve aile baskısıyla baş başa kalıyor. Sendikaların kadın işçilerin örgütlenmesindeki zayıflığı ve eksikliği bunu besliyor.
Önümüzdeki dönem işçi mücadelesi ivme kazanacak. Bu nesnel bir gerçek. Bu mücadele içinde işçi kadınların varlığı ve dirayeti, sözü ve etkisi daha çok görünür hale gelecek. Bu mücadelelerin kadınları zora, zorbalığa, eşitsizliğe ve şiddete mahkum eden düzeneğin çarklarını kalıcı olarak kırmak için, kalıcı kazanımlar elde edebilmesinin olanaklarını nasıl yaratabileceğimizi, mücadele eden kadınların gerisin geri aynı koşullara dönmemesini nasıl sağlayabileceğimizi daha çok konuşup daha çok somut adım atmamız lazım.
O nedenle biz EMEP olarak ‘Barajsız Sendika, Yasaksız Grev, Güvenceli İş’ diyerek başlattığımız kampanyanın en çok kadın işçilerin kazanımlarını kalıcılaştıracak, güvenceye alacak bir kampanya olduğunu düşünüyor, bu nedenle de en çok kadın işçilerle bu kampanyayı örmeye, örgütlemeye çalışıyoruz. Kadın işçilerin sadece işyerlerindeki durumlarını değil, hayatın her alanında onlara dayatılan koşullara karşı kalıcı mevziler elde etmesinin temel koşulu daha örgütlü, güçlü oldukları birlikler yaratmak. Sizin aracılığınızla tüm kadın işçileri kampanyamızın bir parçası olmaya, bu kampanyayı sahiplenmeye, işyerlerinde örgütlemeye çağırıyorum.
Çalışmalarını ağırlıklı olarak Diyarbakır ve çevresindeki Kürt illerinde sürdürmektedir. Meslek hayatında, Gazete Duvar, MLSA, 5Harfliler, Kadın İşçi, 9. Köy ve Fikir Gazetesi gibi pek çok...
Çalışmalarını ağırlıklı olarak Diyarbakır ve çevresindeki Kürt illerinde sürdürmektedir. Meslek hayatında, Gazete Duvar, MLSA, 5Harfliler, Kadın İşçi, 9. Köy ve Fikir Gazetesi gibi pek çok platformda haberleriyle yer aldı. Dicle Fırat Gazeteciler Derneği'nde (DFG) medya ve basın sorumlusu olarak görev aldı. Bağımsız gazetecilik anlayışını benimseyen Evrim Deniz, kadın emeği, insan hakları ve toplumsal adalet gibi konulara odaklanmaktadır. Şu anda Bianet’in Diyarbakır muhabiri olarak görev yapmaktadır.