Melita Richter Malabotta'nın anısına...
Arkadaşım Melita, Selanik'e sık sık gittiğimi bildiğinden Jelena Dimitrijević'in Selanik'ten Mektuplar başlıklı kitabını bir an önce okumam için verdiğinde bu senenin Ocak ayıydı.
2010’da göç etmiş olduğum Trieste'de bana yakınlık göstermesini beklediğim insanların çoğu beni o zamanlar hayal kırıklığına uğratmış, tanıştığımız gün beni evine davet edip özlemini çektiğim çorbayı içiren ilk insan Melita olmuştu.
Ne de olsa Zagrep doğumlu "Yugoslav" Melita Richter Balkan kültürüne hâkim bir sosyologdu; Triesteli birçok insanın aksine bana "barbar Türk" muamelesi yapıp dışlamıyordu.
Tanışıklığımız arttıkça kentin faşizan enerjisinden özellikle göçmen kadınların asgari ölçüde etkilenmesi için yıllardan beri mücadele ettiğini öğrendim.
Milliyetçi akımlara inat, yüzyıllar boyunca Avusturya-Macaristan İmparatorluğu'nun limanı vasfıyla kentin kozmopolit mazisini hatırlaması onun için mühimdi. Düşüncelerini yüksek sesle ifade etmesi faşizmin kalelerinden olmaya tekrar aday Trieste'de her zaman hoş karşılanmıyordu.
Üç sene boyunca yaşamaya çalıştıktan sonra beni püskürten Trieste'yi periyodik olarak ziyaret ettiğimde, İzmir zeytinleri veya tahinli kurabiye gibi yerel lezzetleri tadacağına en çok sevinen yine Melita'ydı.
Hızla okuyacağıma söz verdiğim, Selanik'ten 1908 yılında yazılmış mektuplardan müteşekkil kitap üzerine kısaca sohbet de ettik.
Melita ağır bir hastalığa yakalanmış, agresif tedavi yüzünden tekerlekli sandalyede bile zor oturuyordu. Vahim durumuna rağmen, ben Selanik'in o dönemki hâkim rengi Yahudiliğe parmak bastığımda heyecanla "Evet, evet, kitapta da zaten Tanzimat'ın estirdiği hürriyet rüzgârına kendini ilk kaptıranların dönmeler olduğu anlatılıyor..." demişti.
Trieste Film Festivalinin yoğun temposu yüzünden kitabı tabii ki oradayken okuyamamış, Melita'yı arayarak dört ay sonra şehre tekrar uğradığımda ona iade edeceğime söz vermiştim.
Selanik'te bir belgesel
1-10 Mart tarihleri arasında Selanik'e 21.Belgesel Festivali için gittiğimde kitabı çoktan bitirmiş, kentin geç dönem Osmanlı atmosferi hakkında ufkum nispeten genişlemişti.
Fakat etkinliğin en şaşaalı sineması, tarihi Olympion'a Tiny Shoulders, Rethinking Barbie'yi seyretmek için girdiğimde adeta asırlık bir dejavü yaşayacağım aklıma bile gelmemişti: Son yıllarda fazlasıyla eleştirilen Barbie bebekleri hakkındaki iddialı belgeseli izlemek üzere başörtülü kalabalık bir grup kadın salonun ortasındaki koltuklara oturmuştu. Sinemaya beraber geldikleri anlaşılan bazıları başörtüsüz genç kadınlarla hararetli bir sohbeti sürdürürken filmin başlamasını heyecanla bekledikleri belliydi.
Geçen sene etkinlikte yer almış, Thomas Sideris'in Türkiye aleyhtarı, epeyce agresif İlmik (The Noose) filminin gösteriminde Trakyalı Müslümanlar’ın, belki de Türkiye'de baskıya uğradığı için Yunanistan'a sığınmış insanların arasında başörtülü kadınların olması beni epeyce şaşırtmıştı.
Bu defa ise başörtülerin çeşitliliği dikkatimi çekti. Genç bir kadınınki klasik çarşaf modeline sahipti, rengi koyu kahveydi; uzaktan dinlemeye çalıştım, acaba aralarında Arapça mı konuşuyorlardı? Filistin kökenli olma ihtimalleri var mıydı? Oysa özellikle orta yaşlı olanlardan ikisi bence kesin Trakyalı veya Türkiyeliydi…
Jelena Dimitrijević'in mektuplarında bahsettiği, Tanzimat'ın kadınlara sağladığı hakların Müslüman kadınlar tarafından takriben bir yüzyıl önce nasıl tepkiyle karşılandığı aklıma geldi. Mektupların yazarı Avrupa'da coşkuyla alkışlanan Osmanlı'daki demokratik açılımların Batılıların gönlündeki oryantalist bir iyimserlikten öteye geçemediğini belirtiyordu. Jelena'ya göre şimdilik yalnızca Yahudilikten vazgeçip Müslümanlığı tercih edenler bu fırsatı değerlendirebilmişti ve özgürlüklerini sadece onlar doyasıya yaşıyorlardı.
Haremlik-selamlık sisteminin aynen devam ettiğini, Jelena'nın eşiyle ziyaret etmek istediği bazı evlerde kocasının kapıdan geri çevrildiğini anlatıyordu. Jelena hemcinslerinin asırlar boyunca süren erkek egemen toplum baskısından bir an önce kurtulmak isteyeceklerini düşünüp bu mutlu anı onlarla paylaşmaya gelmiş, sanki hüsrana uğramıştı.
Barbie sorgulanırken...
Andrea Nevins'in yönettiği Barbie belgeseli ise kesinlikle tatmin ediciydi. Neredeyse 60 yıllık inişli çıkışlı kariyerinde Barbie kıyasıya eleştirilmiş, daima düze çıkmayı başarmıştı.
Filmde gerilimle bize yansıtılan süreç üretici Mattel firmasının son icraatıydı:
Barbie'nin seneler boyunca cengâverce savunulan varoluş ilkeleri inkâr edilecek, oyuncak bebeklere özenenlerin hayatına mal olabilen beden ölçülerinde değişikliğe gidilecekti. Piyasaya sürülecek çağdaş modellerde Barbie'nin bilhassa balık etlisi ve minyon olanı ön plana çıkıyordu; reklam kampanyası bir ölçüde Time dergisinin mevzuyu zekice kapak yapmasıyla da başarıya ulaşmıştı.
Yeni modeller arasında başörtülü olanı vardı da ben mi kaçırmıştım?
Tabii kapitalist sistemde mühim olan Barbie bebeklerinin dünya ekonomisindeki yerinin uzun süreliğine sağlamlaştırılmış olmasıydı. Sinemadan hepimiz memnun ayrıldık, başörtülü kadınların çoğunun yüzünde gülümseme vardı.
Fakat ben Selanik'teyken Melita'nın ölüm haberi geldi; asi ve çalışkan bir kadın olarak dimdik yaşadığı hayatında sonuna kadar direnmişti. Onsuz Trieste benim için eksik... (MT/EKN)