Kendisine ısrarla yakıştırılan etiketlerden militanlığı veya entelektüelliği kabul etmiyor, sadece oyuncu olduğunu üzerine basa basa ifade ediyordu; ama feminist yanını belirtmekten de kesinlikle geri durmuyordu. Kadınların kendi namına konuşabilmesinin, kendilerini özgürce ifade etmesinin, birbirleriyle mutlaka iletişimde olmasının önemini savundu. Değişimin devrimle gelmesi gerektiğine, itaatsizlik etmenin zaruretine parmak bastı.
Kadının erkek egemen zihniyetin öngördüğü rollerden sıyrılmasının, anti konformist bir duruş sergilemesinin, dünyadaki tüm kadınların otonomilerini kazanmalarının zamanı çoktan gelmiş, geçiyordu.
Erkeklerin güçlü kadınlardan korktuğu kesindi; erkekler için edilgen ev kadını en başta olmak üzere kadınlara biçilen rollerin dışına taşılması hazmedilecek gibi değildi. Feminist duruşa sahip kadınların dışlanması gecikmedi. Dünya çapında bir sinema kariyerine sahip olmasına rağmen birçok projeden dışlandı, Yves Montand gibi saygın bir meslektaşı, işi onunla aynı filmde rol almayı reddetmeye kadar vardırdı.
Ne de olsa 70'li yılların önemli kadın hakları aktivisti ve sinema oyuncusu Delphine Seyrig gücünü video sanatçısı Carole Roussopoulos ile birleştirip Fransa'daki kadınların özgürleşme hareketine çoktan katılmış, büyük heyecan ve zevkle ilkeleri uğruna muhafazakârlara karşı direniyordu. Marguerite Duras, Liliane de Kermadec ve Chantal Akerman gibi kadın yönetmenlerle de çalışmış, kadın cinselliğinin ihtiyaçlarının dile getirilmesini sağlamış, kürtaj yasasının kabul edilmesinden fahişelerin haklarına kavuşmasına varan geniş bir alanda mücadele etmiş, dayanışmanın etkinliğini ispat etmiş bir aktristi.
Berlin Film Festivalinin Forum bölümünde geçenlerde yer almış olan Delphine et Carole, insoumuses adlı belgesel adındaki zarif kelime oyunuyla iki kahramanının isyankâr doğasına ve yaydıkları ilham gücüne saygıda bulunuyor.
İkilinin 1979'da çevirmen Ioana Wieder'le güçlerini birleştirip kurdukları Simone de Beauvoir'a adanmış feminist video kolektifi ortaya çeşitli eserler çıkardığı gibi kadın mücadelesine dair arşiv oluşturarak bir hafıza merkezi görevini de üstlenmişti.
Yönetmenliğini Callisto Mc Nulty'nin üstlendiği 70 dakikalık belgeselle kahramanlarımızın ısrarla üzerinde durduğu, olaylara bir kadının gözünden bakma dinamiğinin bir kez daha isabetli sonuçlar doğurduğunu görüyoruz.
Yeni Dalga'nın aykırısı
1932'de Beyrut'ta ikisi de gayet eğitimli Fransız bir babayla İsviçreli bir anneden doğmuş Delphine Seyrig 10 yaşında ailesiyle New York'a taşınmış. Akabinde eğitimine tekrar döndükleri Lübnan'da pasifist ve sosyal adalet aktivistlerinin kurduğu Protestan Kolejinde devam etmiş. Genç bir kadın olduğunda ise oyunculuk eğitimi için Fransa'ya gitmiş. Alain Resnais, François Truffaut, Luis Buñuel, Fred Zinnemann gibi yönetmenlerin eserlerinde göz doldurarak kısa zamanda parlak bir aktris olmuş. Yeni Dalga'nın önde gelen oyuncularından Jeanne Moreau, Anna Karina ve Catherine Deneuve'ün yanında Seyrig'in adı da mutlaka geçiyordu.
Sinemayla pek bir alakası olmadığını itiraf eden Carole Roussopoulos ise Jean Genet'nin önayak olmasıyla Fransa'ya ithal edilmeye yeni başlanmış video kameraların ikinci sahibi olmuş. Ülkede kendisinden tam on beş gün önce ilk kamerayı Godard'ın satın aldığını öğreniyoruz.
Erkeklerin daima söz sahibi olduğu, yönettiği, senaryosunu yazdığı filmlerden kadın filmlerine iki kahramanımızın şevkle geçmeleri pek zaman almamış.
Hayli kinayeli, alaycı ve provokatif video filmleri ve esprili montajlarla yeni ve kesinlikle politik bir sanat dilinin oluşumuna önayak olmuşlar.
Belgeselde 1977 yılında ABD'de çektikleri Soit belle et tait toi (Güzel ol ve çeneni kapa) adlı filmden kareler de var. Bertolucci ve Brando travmasını Paris'te Son Tango'dan sonra asla atlatamamış Maria Schneider, Ellen Burstyn veya Shirley MacLaine ile gerçekleştirilmiş röportajlardan müteşekkil filmde sinema endüstrisinin de seksizmden ne derece muzdarip olduğu bir kez daha ortaya çıkıyor. O yılların popüler feminist ve aktivistlerinden Jane Fonda'nın sinema canavarı Jack Warner tarafından bir ürün olarak görüldüğünü de idrak ediyoruz belgeselde. Beyefendinin zevkine göre memeleri ufak bulunan aktrisin protez göğüsle işine devam etmesinin istenmesine aslında egemen zihniyetin basit bir dışavurumu diyebilir miyiz?
Kürtajın o zamanlar suç sayıldığı Fransa'da kürtaj olduğunu manifestoyla ilan eden, Agnès Varda dahil 343 kadının arasında kahramanlarımızın da olduğunu bilmem belirtmeye gerek var mı?
Mevzu ne yazık ki güncel
'68 ruhunun önderliğinde haklarını arayan kadınların ataerkil Fransa'da aşağılanması tabii ki gecikmemiş. Seyrig katıldığı bir televizyon oturumunda o dönemde tutucular tarafından kadınlar hakkında kullanılmış "hovarda cinsellik" mefhumunun neden sadece kadınlara mahsus bir şey olarak görüldüğünü merakla oturumun çoğu erkek katılımcılarına soruyor.
Tamamıyla erkek egemen bir jargonun güdümündeki bir diğer televizyon programında da kadınların aslında evlerinde yemek pişirmekte başarılı oldukları ama dünya çapındaki şeflerin arasında kadınların yer almadığı dillendirilebiliyor.
Roussopoulos'la Seyrig'in çektiği bir belgeselde genç bir kadının hayatında ilk defa orgazm olup boşaldığında erkek partnerinin ne kadar şaşırdığını ve kadınların da böyle yetilere sahip olduğunu böylece idrak ettiğini öğreniyoruz. Gayet "özverili" genç erkeğin o andan itibaren partnerini benzer seviyede tatmin edebilmek için sabırla uğraştığını ve kendisi kadar sevgilisini de düşündüğünü anlıyoruz.
Yönetmen McNulty'nin büyükannesi olan Roussopoulos'un yoldaşı Seyrig'le kadın- erkek eşitliği yolundaki çabalarını nasıl heyecanla ve mizah dozajını daima yüksek tutarak sürdürdükleri anlaşılıyor.
Birbirinden eğlenceli arşiv görüntüleriyle bezenmiş, o dönemin yaratıcılığı hakkında epeyce fikir veren klasik tarzdaki belgesel maziye eğiliyor olsa da içeriği maalesef güncel olmayı sürdürüyor… (MT/HK)