19. yüzyılda otorite halka bir pastiş olarak sunulurken, tuvalin üzerinde itimat, güven diye gösterildi. Aidiyet duygusu insanlar tarafından bir özlem olarak karşılanırken, geçmişteki birlikteliklere hüzünle baktılar. Tuvalde güveni sağlayan baba imgesiydi. Bu aynı zamanda patron imgesi olmakla beraber paternalizmi ifade ediyordu. (Sennet, s. 67, 2014)
Bugün IŞİD terörü adeta bir tuvalin üzerini boyar gibi Mezopotamya’yı kan kırmızısıyla boyuyor. Ve katliamların emrini veren Bağdadi, kendisini Baba Tanrı olarak konumlandırıyor.
Otorite kuramları ışığında IŞİD
2014’ün Temmuz ayında bir Cuma hutbesinde Bağdadi Halifeliğini ilan ederken, bütün Müslümanlara kendisine itaat etme çağrısında bulundu. Gerek bu itaat çağrısında gerekse IŞİD’li teröristlerin işgal ettiği bölgelerdeki tutumlarında ciddi bir ‘’benmerkezcilik’’ var ki örgütün dayandığı kutsal da Ben'in güçlenmesini sağlamaktadır. Arno Gruen dediği gibi otorite, otoritesini koruduğu sürece kişisel önemlilik ve güvenlik duygusu sağlar. Bağdadi halifelik hamlesiyle, bunu güçlendirerek bu zamana kadar getirdi ve mensuplarının kendisini daha büyük hissetmesini de sağladı.
Tanrıbilimsel açıdan bakarsak, halifelik tanrısal otoritenin bir aktarımıdır. Ayrıca skolastik kurama göre de otorite tanrısal bir öze sahiptir. Tanrı insanın en üst yargıcı olarak biçimlendirilirken, tanrısal bir otorite olan Halife de aynı zamanda yargıçtır. Ve Tanrısal otoriteyi en net olarak Baba-Tanrı olarak ifade eder. Burada ciddi bir ataerkil anlam bulunmakta ve IŞİD’lileri pazarda kadın satmaya götüren ideolojik süreç bu şekilde yürümekte. Ayrıca paternalist oluşumun tipik bir örneği ki erkek otoritesini, büyük ölçüde inançlara dayandırması da bununla ilişkili.
Marksist bir sosyolog olan Max Weber'in yaklaşımları da aslında Bağdadi ve IŞİD'İn pozisyonunu iyi anlatıyor. Weber'e göre otoriterlik üçe ayrılır,
1. Çok eski geleneklere göre kurumsallaşmış bir inanca,
2. Kuralların yasallığına.
3. Karizmatik otorite olarak ortaya çıkan, ''bir müritler topluluğunun bir bireyin kutsallığına ya da kahramanca gücüne ya da örnek alınacak bir kişi oluşuna ve onun koyduğu ya da yarattığı düzene olağandışı biçimde kendini adayışına'' dayalıdır. Weber, Muhammed peygamberi ve İsa peygamberi buna örnek gösterir. Bağdadi kötü bir karizmatik liderdir aslında. Çünkü örnek alınacak bir insan olmak dayatma ve korku yoluyla gerçekleşmesi mümkün değil. Ve en önemlisi tarih dinsel ve milliyetsel ayrımcılık yapanları, kadınlara tecavüz edenleri ve çocuk gelinliği yasalaştıranları kahraman diye yazmaz.
Freudyen kuram bu anlattıklarımıza göre çok farklı bir pencere. Tanrı olgusu İslam toplumu için otoriter vicdanı temsil eder. Çünkü bir dış yaptırım korkusu olarak ‘çarpılma’ birçok davranışın harekete geçmesini engeller ki bu durum Freud’un süper ego olarak bahsettiği bilinçtir. IŞİD ahlaksızca yaptığı eylemlerle bir bakıma otoriter vicdanını yitirmiştir. Ancak superego kavramı bir dış yaptırıma dayalı olduğu için insanın kendi iradesi dışında gelişmekte ve yine bir itaat söz konusudur. Bu yüzden yetersizdir.
Erich Fromm ise otoriteyi ‘’akıl dışı’’ ve ‘’akılcı’’ olmak üzere ikiye ayırır. Örneğin, IŞİD’in işgal ettiği bölgelerdeki insanlara olan faşizan tutumu ‘’akıl dışı’’ otoritedir. Ancak hem seküler hem de kadını toplumsal hayatın merkezine koyan yapısı, Kobanê’de Kürt hareketinin orada kurmak istediği otoritenin, ‘’akılcı’’ bir işleyişi olduğunu görüyoruz. Yine Esad yönetiminin seküler ve çok kültürlü yapısı da buna örnek gösterilebilir. Bu yüzden her ikisi de IŞİD yobazlığı için ciddi bir tehlike.
Tabi IŞİD’in akıl dışı şiddet üzerine kurulu siyaseti, Batı Tanrıbilimcilerin çok tartıştığı, “insanın çürümüş ya da iyi kılınabilecek bir varlık mı” meselesini de dolduruyor. Burada şiddet çok belirleyicidir. Ama şiddetin ne olduğu daha belirleyicidir. Erich Fromm şiddeti, tepkisel, öç alıcı ve ödünleyici şiddet olmak üzere üçe ayırır.
Tepkisel şiddet, bir insanın kendisinin ya da başkasının özgürlüğünü, yaşam hakkını korumak için yaptığı şiddettir. Örneğin Geziciler ‘’tepkisel’’ şiddete başvurmuştur. Haziran direnişinde, halkın ortak bir alanının sermayeleşmesine karşı direnişe geçmesi, yaşamın hizmetine dönüş olmuştur ve savunma amaçlıdır. Gezi’de kurulan çadırlar bir işgal değil, kapitalistlerce işgaline karşı bir savunma biçimidir. Ve son derece ilericidir. Hatta bu şiddet biçiminin, ölen onca insana rağmen ‘’Öç alıcı’’ forma dönüşmemesi de ne kadar barışçıl olduğunu gösterir. Ayrıca Kemal Kılıçdaroğlu’nun; “YPG kendi vatanını kurtarmak için örgütlenmiş bir oluşumdur” ifadesi ‘’tepkisel’’ şiddeti tanımlayan bir cümledir.
IŞİD ise “ödünleyici” şiddet modeli için uygundur. Bu şiddet formu, bulunduğu çevredeki herkesi ve her şeyi denetimi altına almayı amaçlar. IŞİD tüm hamlelerinde hem bunu hem de “sadizmi” görmek mümkündür. Çünkü sadizm, birisinin üzerinde mutlak tahakküm kurmak, onunla dilediği gibi oynamak demektir. Yezidi kadınların cariye yapılması, erkeklerin ise köle olarak çalıştırılması bu motife uygun örneklerdir.
Otorite ve korku
IŞİD eylemler düzenlediği bölgelere kolayca hâkim olabilmek için otorite olmanın birçok özelliği arasında en çabuk yayılacak olanı seçti: Korku!
Korku bir politik argüman olarak uygulandığında, toplumu en rahat baskı altına alabilecek ve kendisini kabul ettirebilecek bir duygu. Ve internet teknolojisinin geldiği bu noktada videolar yoluyla bunu yaymak IŞİD için hiç de zor olmadı.
Ve toplumu dönüştürmek için de acil olarak kadınlara korku salarak, onları tahakküm altına aldı. İslam yaşantısında kadının ailedeki rolü gereği en kilit olanı seçti. Korku sadece işgal ettikleri bölgeler için değil, işgal edecekleri bölgeler için de avantaj sağladı. Kobanê dışında karşılarında direnen kimseyi bulmadılar. Özellikle IŞİD’in işkence, katliam ve tecavüz hikâyeleri ve cinayet sahneleri burada çok etkili oldu.
Louis Althusser’in ışığında bakacak olursak, bu bir bakıma IŞİD’in ‘baskı aygıtı’ydı. Devlet aygıtları hem ideolojiyi, hem de baskıyı kullanır ama buradaki önceliğin kime verildiği çok önemlidir. IŞİD terör örgütü bir devlet olmadığından; eğitim, aile, hukuk ve kültür gibi özerk yapılarla, ideolojik aygıtlarını kurması mümkün değildi. Tam aksine ‘baskı aracı’ olan ‘korku’yu ve terörü kullanarak, önce ideolojik aygıtları inşa edebilecek ortamı kurmak istediler.
IŞİD’in otoriterce siyaseti kolayca yayılmasında, karşısında kendisi kadar güçlü bir otorite bulmaması sayesinde de oldu. ABD askerlerinin geri çekilmesinden sonra, Ne Irak halkını tatmin eden bir Anayasa yapıldı ne güçlü bir ordu kuruldu ne de yönetimde halkın birleştiği bir liderlik çıktı. Yine savaşın yaralarını sarmak adına toplumsal dayanışma ağı da kurulmadı. Bütün bunların sonunda toplumun birçok kesimi kendisini dinsel, mezhepsel ve milliyetsel olarak ifade etti ve insanlar arasında büyük bir yabancılaşma meydana geldi.
Aslında Saddam sonrası (ya da ABD işgali sonrası) dönem bize toplumsal bir gerçeği hatırlattı. Otorite sahibi kişiden korkulsa da bu kişinin ortadan kalkmasından insanlar daha çok korkar. Çünkü mevcut toplumsal çerçeve dağılacağından daha kötüye gitme endişesi vardır. Ve IŞİD en utanç verici biçimiyle de olsa bir çerçeve sunduğu için Irak ve Suriye bölgesinde birçok Müslümanın desteğini maalesef aldı.
Kapitalizm, paternalizm ve otoriterlik
IŞİD’in işgal ettiği yerler arasında güçlü bir direnişle karşılaştığı tek bölge Kobanê oldu. Her ne kadar direniş çok güçlü de olsa, günümüzde bir bölge işgal edilebildiğine göre orada otorite yok demektir. Çünkü otoritenin güçlü bir imajı vardır ve yenilmezlik görüntüsü verir. Tabi Kobanê’deki devlet örgütlenmesinin çok yeni olduğunu da unutmamak gerek. Ancak Kürt hareketinin Kobanê halkıyla olan bağları direnişi örgütlemeyi başardı.
Bununla beraber, Arap Baharı dalgasıyla başta Özgür Suriye Ordusu (ÖSO) olmak üzere, birçok silahlı örgütlerce yorulan Esad yönetimi, IŞİD’in gelişim ve ilerleme sürecine müdahale konusunda etkisizdi. Ama batı IŞİD’e doğru hedef değiştirince o da müdahale şansı buldu.
Fakat Esad yönetimi ve Kobanê halkı IŞİD’e karşı ABD’nin desteğini istemek durumunda da kaldı. Bu ‘baba tanrı’ya karşı savaşırken ‘baba patron’a el uzatmaktı. Gerek ABD’nin silah yoluyla gerekse de ÖSO ve Peşmerge güçleri gibi sekter yapıların dahil olmasıyla, bu savaş paternalistler arası iktidar kavgasına da dönüştü.
Bölgeye baktığımızda IŞİD’e karşı, siyasal İslamcı ama Arap Baharı’nın ideolojik izlerini barındıran ÖSO, feodal karakteristiğe sahip Peşmerge ve seküler, modernist YPG ve Esad yönetimi var. Bu IŞİD sonrası dönemde, ufukta bir otorite savaşı olacağını gösteriyor. Özellikle Davutoğlu’nun Esad’a karşı duran ve ÖSO’yu destekleyen ifadeleri, şimdiden bir kamplaşma yaratıyor.
Tabi AKP’nin ÖSO’yu desteklemesinin ardında neo-liberalizm gerçeği var. Türkiye AKP hükümeti ile birlikte vahşi bir kapitalistleşme sürecine girdi. 20. yüzyılın başlarında Avrupalı ülkeler, nasıl kapitalizmi güçlendirmek için Arap dünyasına yöneldiyse, Arap Baharı eliyle de Türkiye burada aynısını yapmaya çalıştı.
Bu süreçte birçok lider düşerken, Türkiye’nin burası için düşündüğü model neo-liberal otoriterlikti. Bu otoriterliğin, biçimsel olarak el değişmesinden başka hiçbir şey değildi ve amaç Neo-Osmanlıcılık politikasıyla, Neo-liberalizm İmparatorluğu kurmaktı. Bu yüzden ÖSO terör örgütü, Suriye’de AKP için çok ideal bir yapı. Ve elbette ki ABD ve diğer NATO ülkeleri, IŞİD’e karşı direnenlere destek verirken, kendi neo-liberal çıkarlarını kenara bıraktığını, bunu insanlığın ve Kobane halkının kurtuluşu için yapmadığını biliyoruz. Hatta Suriye halkının kendi kaderini tayin etmesine izin vermeyeceğine de.
IŞİD ile beraber sadece neo liberal amaçlar ertelendi ve Esad ile ittifak yapıldı. Ve ABD bu bölgede nihai olarak Kral Abdullah gibi ‘baba sermaye’ ye destek verenleri görmek istiyor. (CÖ/ÇT)
* Sennet, Richard (2014), Otorite, Ayrıntı Yayınları, İstanbul.