Geçtiğimiz hafta İstanbul Tabip Odası'nda, 4. Siyasal Psikoloji Konferansı'nda Korku konusu ele aldık. Oldukça keyifli ve bilgilendirici geçen sunumlarda çeşitli konular tartışılırken, Neo-liberalizm eleştirisi neredeyse tüm konuşmacıların odağındaydı.
4.Siyasal Psikoloji Konferansı, İstanbul Tabip Odası'nda düzenlendi.
Sınıfsal çelişkiler ve neo-liberal sömürü her geçen gün derinleşirken, insan kaynakları ve endüstriyel psikoloji gibi alanlar da ülkemizde yaygınlaşmakta ve sermaye uygarlaşan yönetim görüntüsü vermektedir. Oysa bu yanılsamadan ibarettir.
Bu birimler aracılığıyla yaratılan ahenkli ilişkiler, sadece çalışanların boyun eğme sürecini daha sancısız hale getirmektedir. Çünkü AKP işçi haklarını hâlâ talan etmekte, Suriyeliler ucuz işgücü olarak çalıştırılmakta ve OHAL bahanesiyle protesto hakkı engellenmektedir.
Bu ortamda çalışanlar örgütlenmeden yoksun bırakıldığından, patronlar da 'ezen' olma cesaretine daha fazla sahip olmakta ve emekçiler kendilerini tehdit altında hissetmektedir.
Korku ve Kulluk
Aslında korku bireyin tehlikeler karşısında kendisini korumasını sağlayan, insani bir duygudur. Neo-liberalizmden doğan korkular ise ''varoluşsal ve insani olmayan korkular''dır.
Çalışanlar tehdit altındayken, özerk benliğini kaybederek edilgen hale gelmekte ve kul benlik olarak hayatını sürdürmektedir.
Korkuya bağlı olarak çalışanlarda ortaya çıkan davranışlar şunlardır:
a) İşçilerin Düzenle Uyumlu Olma Hali:
Fakirlik sınırında maaş alan birçok işçi sömürülmesine rağmen, patron ya da devlet gibi düşünmektedir.
Çünkü bilinç dışında yaşayan ' korkular', emekçileri sistemle uyumlu (dış odaklı) olmaya zorlamaktadır.
Bu düşünce biçimindeki insanlar içinde bulunduğu fakirliği, ''devlette para olmamasına'' ya da ''değerinin bu olmasına'' bağlamaktadır. Bununla beraber, AKP'nin dini referanslarla fakirliği kutsaması da bu adaptasyonun bir parçasıdır.
b) İşçilerin Sınıfıyla Çatışma Hali:
Ekonomik korkular, insanların en temel ihtiyaçlarını karşılayamayacağı düşüncesiyle çıkan korkulardır.
Pu ruh hali de bireylere şiddet yüklemektedir. Savaş koşullarından ötürü mülteciler ülkemize gelmekte, ucuz iş gücü olarak çalıştırılmakta ve yerli işçiler de işsiz kalmaktadır.
Ancak yerli işçiler, sorunun kaynağını patronlarda değil mültecilerde aramakta ve onlara saldırmaktadır. Oysa iki taraf da işçidir. Ancak insanların varoluşsal korkuları, sınıf bilincini yok etmektedir.
c) İşçilerin İnsani Korkulara Duyarsızlaşma Hali:
Türkiye'deki madenlerde ölen işçilerin yerine, çocukları ya da yakınları işçi olarak girebilmektedir.
Aslında iş sahibi olup sağlıklı ve güven içinde yaşamayı istemek, ölümden de uzak yaşamayı istemektir. Ancak işçinin ölümle burun buruna çalıştığı ortam, ailesinin yaşam kaynağıdır.
Bu yüzden insanlar her türlü olumsuzluğu göze almaktadır.
Bununla birlikte, ''soma katliamı'' başta olmak üzere, AKP her işçi cinayetini dini olgularla açıklayarak bu acıların muhafazakârca yaşanmasını sağladı ve insanlar bu katliamlara ''doğal felaket'' ya da ''kader'' gözüyle bakabildiler.
Bu politika da insanların güvencesiz ortama uyumunu sağladı. Bu sayede sistem, insani olmayan şartları sürdürme imkânı buldu.
Aslında insani korkularımız, bu güvencesiz çalışma koşullarını reddetmemizi ister.
Ancak varoluşsal korkular, insanı edilgen ve bağımlı kılarak, reddetmeyi önlemektedir.
d) Başarı Baskısının Korkuyu Üretmesi:
Başarı esası, hem ücret artışının hem de prestij sahibi olmanın en temel ayağıdır. Ancak insanlar başarıyı, başkalarının başarısızlığıyla kazanmaktadır. Bu gizli düşmanlık da korkuyu yeniden üretmektedir.
Bu korkunun adı da ''başaramama korkusu''dur (Diether Duhm, 1987).
Bu yüzden insanlar, örtük biçimde çalışma arkadaşlarının başarısızlığını istemektedir.
Böylece başarı ilkesi, tıpkı etnisite ve din gibi çalışanları bölmektedir.
Birçok işletmede karşımıza çıkan ''haftanın elemanı'' uygulaması buna iyi bir örnektir.
e) Madde Bağımlılığında ve Cemaatlere Üyelikte Artış:
Neo liberalizmin yarattığı sömürü varoluşsal kaygıları arttırdığından, madde kullanımı da bu olumsuz ortama bir dayanma aracı olarak karşımıza çıkıyor.
Aynı zamanda sendikaların zayıflaması, insanlarda sınıf bilincinin olmaması ve siyasetin muhafazakâr fay hattı üzerinde şekillenmesi de çalışanları cemaatlere sürüklemektedir. Emekçi dayanışmasının yerini ''cemaat ilişkileri'' ve ''madde arkadaşlığı'' almaktadır.
f) Korkunun Gelecek Kuşaklara Aktarımı:
Korkular toplumsal yaşamı etraflıca sararken, aile yaşamı bundan bağımsız değildir.
Başarı kavramı bu kez aileler tarafından, çocukların eğitim hayatı için bir ilke haline getirilmektedir. Onların okul başarısı kendilerinin de başarısıdır. Böylece rekabete başlamış olurlar.
Aynı zamanda eğitimdeki yüksek başarının, bu ekonomik düzende insanları iyi bir konuma getireceği inanışı vardır.
Bu yüzden aileler çocuklarına otoriterce davranmaktadır. Özellikle muhafazakâr yaşam biçiminin güçlü olduğu ailelerde, buna ek olarak dini tabular da eklenmekte ve çocuklar hayatlarının ilk adımlarında korkuyla tanışmaktadır.
Ve çocuk toplumsal yaşama girdiğinde, artık egemenlik ilişkilerine uygun bir karaktere sahiptir. Böylece 'düzen' insanları aile içinde örgütlemiş olur.
Sonuç
Görüldüğü gibi emekçi sınıflar varoluş korkusunu işsizlik ve iş güvenliği olmak üzere iki konuda yaşamaktadır.
Bu korkuları giderecek olan sermayenin uygarlaşma görüntüsü değil, ''örgütsel vatandaşlık'', emekten yana yasal düzenlemeler ve halkçı ekonomik uygulamalar ile gerçekleşecektir. Bütün bunlar da AKP eliyle değil, emekçilerin iktidarıyla gerçekleşecektir. (CÖ/PT)