İnsanlığın zulümle dolu tarihine İslami rejimle yönetilen İran’ın utanç verici sayfalar eklediğini kimse yadsıyamaz. Yönetimden farklı düşünen binlerce kişiye uygulanan işkence, işlenen toplu kıyımlar ve kadınların hürriyetine bilhassa gösterilen tahammülsüzlük, ne yazık ki dünya gündeminden yıllardır düşmüyor.
15.Selanik Film Festivali’nde seyircileri derinden etkileyen Benim Çalınan Devrimim/My Stolen Revolution Şah diktatörlüğünü devirmek için uğraş veren muhalif bir grup kadının Humeyni rejimi sırasında maruz kaldığı insanlık dışı muameleleri teşhir ediyor.
Yıllardır İsveç'te sürgün olarak yaşayan belgesel yönetmeni Nahid Persson Sarvestani dünyanın çeşitli noktalarına göç etmiş eski yoldaşlarını ziyaret etmekle kalmıyor, onları evinde topluca misafir ederek kardeşi Rostam'ın katledilmesinden dolayı yıllardır duyduğu suçluluğu hafifletmeye çalışıyor.
Çalınan devrim
İran Şahı Rıza Pehlevi döneminde kadınların giyim konusunda hiçbir kısıtlama olmadan yaşadıkları günlerin görüntüleriyle başlayan belgesel diktatörlüğün devrilmesine yönelik çeşitli muhalif grupların müşterek protesto yürüyüşleriyle devam ediyor.
Özellikle komünistlere tahammülü olmayan Şah bir süre sonra devriliyor, fakat İslami gruplar solculara göre daha iyi organize oldukları için devrimi kendilerine mal edip ayrımcı rejimin adaletsiz uygulamalarına tez zamanda başlıyor: Binlerce kişi yakalanıp hapislere atıldığı gibi bir o kadarı da ortadan kaybolup karanlık cinayetlere kurban ediliyor.
Cezaevlerinde yer kalmadığı için yenileri inşa edilmesine rağmen tutuklular sığdırılamadığından insanlar esasen başka amaçlar için kullanılan mekânlara yerleştiriliyor.
Bu arada mücadelede nispeten tecrübeli olan Nahid'in kardeşi Rostam da yakalanıp hapse atılıyor ve bir süre sonra infaz ediliyor.
Nahid ise yurtdışına kaçmayı başarmasına rağmen kardeşini etkileyip siyasete bulaştırdığı için suçluluk içinde kavruluyor ve bu korkunç duygu yıllarca peşini bırakmıyor.
Kırılan benlikler
Gurbette yaşayan Nahid, hile karıştığına dair kimsenin kuşkusu olmayan son İran seçimleri yüzünden siyasete ilgisi yoğunlaşınca eski mücadele arkadaşlarını internette aramaya başlıyor.
İlk olarak ona hürriyet duygusunu aşılayan ateist idolüne ABD'de ulaşmasına rağmen kadının namaz kıldığını fark edince büyük hayal kırıklığına uğruyor.
Sonra tek tek diğer yoldaşlarını bulup özlem gideriyor ve onları topluca evinde buluşturarak kendisi için bir arınma terapisi işlevini görecek olan uzun görüşmeleri başlatmış oluyor.
Özellikle siyasi mahkûm olarak maruz bırakıldıkları işkencelere rağmen ayakta dimdik kalmayı başarmış beş kadın karanlık zindan günlerini ayrıntılarıyla anlatırken biz seyirciler zalim işkencecileri lanetliyoruz.
Onlarca kadının neredeyse hareket edemeyecekleri, düzgün oturamayacakları ve ancak balık istifi uyuyabilecekleri daracık hücrelere tıkılmaları, gözlerini kapatan bir bantla çok uzun dönemler boyunca dış dünyadan soyutlanmaları ve tabut adıyla anılan daracık mekânlarda hiç kimseyle konuşmadan oturtulmaları, bu esnada megafondan sürekli okunan Kur’an ve anonslardan başka bir şey duymamaları bazılarının kimliğini yitirmesine ve robotlaşmasına sebep olmuş.
Akıl sağlığını yitirmemek için küçücük kâğıt parçalarına gizlice resim çizen olduğu gibi kimisi beyni yıkanarak dönüşmesi istenen halden korktuğu için inançlı olmamasına rağmen çareyi dua etmekte bulmuş.
Selanik dışında Rotterdam, Göteborg ve Stockholm'de de büyük ilgiyle karşılanan belgeselde, yediği dayakların acısıyla günlerce uyumayı başaramayan bir kadın yıllar sonra çektiklerinin çoğunun hissiyatını unutmayı başarmasına rağmen uğradığı tecavüzün kendisinde kalıcı bir kırılma duygusu bıraktığını ifade ediyor.
Bu samimi belgeselin yakın zamanda Türkiye'de de gösterilmesini istiyor insan. (MT/YY)