“İnsanlar bize neden ülkenizde kalmadınız, neden savaşmadınız diye soruyor. Biz savaşmak istemediğimiz için ülkemizi terk ettik. Kiminle savaşacaktık ki? komşularımızla mı?”
İzmir’de geçtiğimiz hafta sonu Halkların Köprüsü Derneği tarafından düzenlenen “3. Alan Kurdi Mülteci Çalıştayı”na katılan Suriyeli mültecilerin dile getirdikleri onca şey içinde bir mülteci kadının kurduğu bu cümle aklımdan çıkmıyor
Dünyada savaş, kıtlık, iç çatışmalar gibi çeşitli nedenlerle zorla yerinden edilen en az 65 milyon insan var. Gittikleri ülkelerde göçmen, geçici koruma, sığınmacı, şartlı mülteci gibi seçtikleri değil kabul etmek “zorunda” oldukları çeşitli sıfatlarla anılan bu insanlar sanılanın aksine ne kolayca iş bulabiliyor, ne istediği yerde yaşayabiliyor ve ne de hayatın olağan akışı içine karışabiliyor. Dolayısıyla Suriye’den, Afganistan’dan ya da başka bir ülkeden gelen mültecilerle ilgili her türlü aşağılama ve nefret söylemi her yerde, her fırsatta reddedilmeli.
Bir Anne
“Burada, Türkiye’de kalmak isteyenler de var ama sayıları azdır; büyük bir çoğunluk geriye dönmek ve hayatlarına kaldıkları yerden devam etmek istiyor” diyor kahve molasında konuştuğum bir başka mülteci kadın. “Bir gelecek hayali kuramıyoruz, hayat bir bekleme hali bizim için; bekleme bitmiyor hiç” diyor ve toplantı mekânının geniş salonunda koşuşturan çocuklarını izlerken, üzüntüyle “çocuklarımız eğitimlerine devam edemiyor yıllardır” diye de ekliyor.
Can kulağıyla çevirmeni dinliyorum. O, konuşmayı aktarmaya devam ederken Stefan Zweig’ın Nazi Almanya’sından kaçarak bir göçmen olarak hayatını geçirdiği zamanları anlatan İmkânsız Sürgün kitabında geçen bir cümle geliyor aklıma, bu insanların saatlerdir anlattıkları her şeyi özetleyen bir cümle: “göçmenlik, sürgün olma bildiğimiz, alışık olduğumuz dünyanın kendini bizden azar azar mahrum bırakması halidir.”
Savaş ne kadar yıkıma yol açmış olursa olsun insan yine de geriye, evine dönmek istiyor. Ve bu dönüş isteği sadece sıla özlemi çekmekle değil; ülkemizde mültecilere yönelik yaygın, siyasal parti liderlerinin, kanaat önderlerinin diline kadar sirayet eden nefret söylemi ve mültecilerin bir hayat kurmaları önündeki sayısız engelle de çok ilgili. İnsanın yabancı bir coğrafyada geçmişini yok sayarak, anılarına sığınarak hayatına devam edebilmesi ne kadar mümkündür?
Bir mülteci yasası bile yok ülkemizde. Dolayısıyla mülteciler sağlık, eğitim, barınma ve çalışma gibi temel hakların önemli bir kısmına erişemiyorlar. Böyle bir yasanın yokluğunun bir mülteci için ne anlama geldiği, sahip olduğumuz hukuksal güvencelerin hiçbirine sahip olmadan yeni bir hayat nasıl kurulabilir sorusu üzerinde düşünerek anlaşılabilir belki. Belki bir adım daha atıp Suriye’deki iç savaşa ülkemizin savaşan taraflardan biri olarak katılmasının yol açtığı insani yıkım üzerinde de düşünülebilir.
Çalıştayda bu konuları konuşmaya devam ederken Onur Hoca’nın annesinin cenazesine katılabilmek için İzmir’e geleceği haberini alıyoruz. Bir anda gündem değişiyor.
Bir başka anne
Tutuklu olan Halkların Demokratik Kongresi (HDK) Eş Sözcüsü Prof. Dr. Onur Hamzaoğlu’nun İzmir’de yaşayan annesi Saliha Hamzaoğlu geçtiğimiz Cuma günü vefat etti.
Demokrasi ve eşitlik mücadelesi veren, Suriye’deki savaşın sona ermesi, ülkemizde Kürt halkına yönelik baskı ve şiddetin son bulması, halkların barış içinde yaşaması için çaba gösteren bilim insanlarından biri olan Onur Hamzaoğlu yaptığı bir basın açıklaması nedeniyle 17 Şubat’ta tutuklanmıştı.
Tutuklanmasından kısa bir süre sonra annesi hasta oldu ve bir süre sonra da hastaneye yatmak zorunda kaldı. Onur Hoca’nın annesi ile görüşebilmesini sağlamak için defalarca tahliye başvurusu yapıldı. Ancak ilgili Sulh Ceza Mahkemeleri ve üst mahkemeler yapılan tahliye başvurularını reddetti. Tahliye başvurusu yapmak artık anlamsız hale gelene kadar…
Bir cenaze töreni
Toplantı salonunda bulunan arkadaşlarla cenaze töreninin yerini ve saatini öğrenmeye çabalıyoruz. Çalıştay programı biter bitmez cenazeye katılmak için yola çıkıyoruz.
Cenazenin yapılacağı camide toplanan ve bazılarını tanıdığım arkadaşlarıma bakıyorum. KHK ile atılanlar, açığa alınanlar, tutuklanıp serbest kalanlar, işsiz bırakılanlar, barış akademisyenleri, gazeteciler… toplumsal eşitliğe, barışa inanan, adalet duygusunu yitirmemiş bir cami avlusu dolusu insan. Üzüntülüyüz; ama birbirimizi görebilme, dertleşme fırsatı bulabildiğimiz için de sevinçliyiz. Bildiğimiz, tanıdığımız insanlarla uzun bir aradan sonra karşılaşınca yaşanan sevinç gibi de değil; bu kez bir şeyler eksik ya da pek çok duygu içiçe. Nasıl bir his olduğunu anlatmam galiba olanaksız.
Onur Hocanın avukatına tahliyenin yanısıra görüşme izni için de başvuru yapılıp yapılmadığını soruyorum. Onur Hocanın annesi ile jandarmalar eşliğinde görüşmesinin annesinin aşırı heyecanlanmasına yol açabileceğinden ve sağlık durumunu ağırlaştırmasından endişe ettikleri için öyle bir yönteme başvurmama kararı aldıklarını söylüyor.
Bir süre sonra camiye Onur Hoca geliyor. Çevresi jandarmalarla sarılı. Doğruca musalla taşına, annesinin yanına gidiyor; ama artık heyecanlı olan sadece O.
Cenaze törenine 10 jandarma eşliğinde ve yanında gelen jandarmaların uçakla seyahat giderlerini karşılaması koşuluyla katılabildi. Neden olduğu onca haksızlık ve adaletsizliği bir de böyle tuhaf masraflar çıkararak artırma yolunu seçen siyasal iktidarın kötülüğü sınır tanımıyor gerçekten.
Cenazede konuşmasına da izin verilmeyen Onur Hoca “Çocuklar ölmesin dediği için Deran bebekle birlikte hapse atılan Ayşe öğretmenin olduğu bir ülkede ben ne diyebilirim ki” diyebildi sadece.
Çocuklar öldürülmesin, savaşlar olmasın dediğimiz için kendi ülkemizde sürgün gibiyiz; ama hiçbir yere de gidesimiz yok.
Svetlana Alekseyeviç’in Çinko Çocuklar kitabında savaşta evlatlarını yitirmiş, ıstıraplı annelere dediği gibi “dünyada kötülüğü daha da artırmadan kötülüğün içinden nasıl sıyrılıp geçilir” anlamaya, gücümüz yettiğince iyiliği daim kılmaya çabalıyoruz. Yazmak, bu günleri unutmamak, unutturmamak için yaşananları kayıt altına almak da bu çabanın bir parçası. (BŞ/HK)