İktidarın, Kürt meselesinin varlığını bile inkâr ettiği son günlerde Diyarbakır’da çok önemli bir sanatsal etkinlik başlıyor. Batmanlı ressam Ahmet Güneştekin’in Diyarbakır’ın tarihi Keçi Burcu’nda 16 Ekim’de açacağı “Hafıza Odası” başta faili meçhuller, anadili yasağı, katliamlar olmak üzere Kürt meselesinin yakın ve uzak tarihine göndermelerle dolu işlerden oluşuyor.
Açılışına Halkların Demokratik Partisi (HDP) Eş Genel Başkanı Mithat Sancar ve İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Ekrem İmamoğlu’nun da katılacağı sergi öncesinde Güneştekin’le konuştuk.
Hafıza tepesi |
Toplumsal hafızayı tazelemesi umuduyla açmaya hazırlandığınız Hafıza Odası serginizde “Kayıp Alfabe”, “Analar Duvarı”, “Yoktunuz”, “Hafıza Tepesi” ve “Çürüme” gibi uluslararası tanınırlığa sahip eserlerinin yanı sıra; Diyarbakır Cezaevi için yaptığınız “5 Nolu” ses ve ışık enstalasyonu yer alacak. Başka bir enstalasyonun ismi de “Nasılsın?” Bu soru kime yönelik?
Diyarbakır Cezaevi aslında ülke hafızasının en önemli bellek odalarından bir tanesi. Oraya evlatlarını ziyarete giden aileler, öncelikle “Türkçe konuş çok konuş” yazısıyla karşılaşırdı. 5 No’lu Cezaevi’nin koridorlarında buna benzer birçok yazı vardı.
“Türkiye Türklerindir”, “Ne mutlu Türküm diyene” gibi yazıları da tutsaklara yazdırıyorlardı. Türkçenin dayatıldığı en önemli yer Diyarbakır Cezaevi’ydi. Aileler çocuklarıyla Türkçe konuşmazsa tutsaklar eziyet görürdü.
“Nasılsın?” sorusu akla, Mamak Cezaevi’nde yatan oğlu Kamber Ateş’i ziyarete giden ve Türkçe bilmeyen annesinin, yolda öğrendiği üç kelimelik “Kamber Ateş nasılsın?”ı görüş boyunca oğluna tekrarlamasını getiriyor.
Tabii, sadece Diyarbakır Cezaevi değil; İstanbul, Ankara gibi pek çok yerde siyasi tutsakların olduğu cezaevlerine bir göndermedir bu çalışma. Sergi salonunun üst katında 5 No’lu ismini verdiğim bir koridor var. O koridor “Nasılsın?”ı sembolleştiriyor.
Çünkü koridorlar ve koridorda yaşanan zorluklar bütün cezaevlerinde aynıdır. Bu yalnızca bir ses enstalasyonu değil, aynı zamanda video ve yazılar var, koridorun en büyük özelliği de eziyet çekerek ilerleniyor oluşu. Klostrofobik bir koridor.
Zulme bina edilen kutsallıklar
sanatçı için sorgulama konusudur
Hafızaya, belleğe neden bu kadar odaklanıyorsunuz?
Zulme bina edilen kutsallıklar, sanatçı için sorgulama konusudur. Çünkü biz sadece kendi çağımızın tanığı değil, aynı zamanda geçmişin de bilgisinin aktarıcısıyız. Sanatçı bununla mükelleftir.
Sergide, video enstalasyonlarının olduğu iki tane zindan var. Birinin ismi “Çürüme”, diğerininki “Bellek”. Bellek, Türkiye’nin 100 yıllık hafızasını sorgulayan bir eser, sadece bir ses.
1909’da Adana’daki Ermeni katliamlarıyla başlıyor, 1915’lere uzanıyor ve günümüze kadar geliyor. Bu videonun en büyük özelliği benim tanıklık ettiğim, belleğimde yer edinen olayları sanat yoluyla belgeleştirmek. Bu nedenle her yıl güncellenen bir video.
Çözüm sürecinde 1980 ve 90'ların işkenceleri ve faili meçhulleri çok konuşuldu, tartışıldı. İktidar cephesi de bu konuyu masaya yatırdı. Fakat 2015'ten sonra başka bir büyük felaket yaşandı ve bu felaket görünmez kılınarak devam ettiriliyor. Sergi için bu süreçte Diyarbakır'a gidip gelirken, muhakkak siz de Diyarbakırlılara "Nasılsın" diye sormuşsunuzdur. Aldığınız yanıt nedir?
Ben Batmanlıyım ama Diyarbakır memleketim sayılır. Burada bir sergi fikri aslında çok eskiye, belediyeye kayyum atanmasının öncesine dayanıyor.
HDP’li Diyarbakır Büyükşehir Belediyesi Eş Başkanları Fırat Anlı ve Gültan Kışanak hendek olaylarının henüz bitmediği bir dönemde beni davet ederek, o dönem yaşananlarla ilgili bir sergi, ya da anıtsal bir çalışma yapmamı istediler. Bu benim için bir sürpriz oldu.
Neden?
Çünkü o zamana kadar bu siyasi gelenek tarafından bölgeye hiç davet edilmemiştim. Sayın Kışanak ve Anlı’yla görüşmemiz neticesinde ortaya çıkan ilk fikir, hendeklerden çıkan enkazlardan bir anıtsal eser yapmaktı. Hatta alan bile belliydi, mimarî tasarımını Emre Arolat yapacaktı.
Almanya başta olmak üzere dünyanın pek çok ülkesinde, önemli kentlerde, geçmişin acı olaylarını hatırlatan, onlarla yüzleşmeye davet eden anıtsal çalışmalar var. Diyarbakır’da da böyle bir çalışma neden olmasındı? Fakat olamadı. Çünkü biz hazırlık yaparken belediyelere kayyumlar atandı ve başka bir yönetim geldi.
“Nasılsın” sorusuna aldığınız yanıta geri dönelim…
Yanıt gizemli değil. Bu dönemde bırakın şehri, şehirde yaşayan insanlar da çok ağır bir hasar aldı. Baskılar karşısında yalnızlık duygusu baskınlaştı. Hiçbir sanat etkinliği yapılmadı. Neticede Diyarbakırlı STK’lardan, meslek örgütlerinden, bir şeyler yapmamı istediklerine dair talep geldi.
Muhtemelen İstanbul’da açtığım Hafıza Odası sergisinin etkisiyle bu davet oldu. Çünkü kayyum öncesinde Kışanak ve Anlı’yla görüştüğüme dair bu insanların malumatı yoktu. Daveti memnuniyetle karşıladım. Benim için çok heyecanlı bir süreçti ve araya salgın girse de, defalarca Diyarbakır’a gidip geldim.
İstanbul’dan sonra bir Kürt şehrinde sergi açacak olmak benim için büyük anlamlar içeriyordu. Ayrıca çocukluğumun bir bölümü Diyarbakır’da geçti.
Sergi hazırlık aşamasında buluştuğum, karşılaştığım insanların “nasılsın” sorusuna giderek daha fazla “iyiyim” cevabı vermeye başladığını da söylemeliyim. Bu serginin de sadece Diyarbakır’da değil, tüm bölgede etkisi olacağına inanıyorum. O yüzden çok heyecanlıyım.
Kendi çağıma
bigâne kalamam
Batman’da kayyum tarafından açılan kültür merkezine isminizin verilmesi nedeniyle Kürt kamuoyundan eleştiriler alıyorsunuz. Hakikaten kayyumla çalıştınız mı?
Tek kelimeyle hayır! Batman belediyesine kayyum atanmadan önce başlayan bir kültür merkezi inşası vardı ve açılmak üzereydi. Kayyum olarak atanan vali yardımcısı bu merkeze birilerinin ismini vermek için sanırım yerel halka danışarak bir araştırma yapmış.
Beni zaten tanıma ihtimali yok. Mülki amirlerin sanatçıları tanıdığına da pek şahit olmadım. Fakat yerel basın ve STK’larda benim ismim öne çıkınca, telefon etti. Kendisine, meşru olmayan bir yapının içinde hareket etmeyeceğimi söyledim.
Aradan birkaç ay geçince, bu sefer Batman’ın ileri gelenleri, aralarında HDP’lilerin de olduğu şahsiyetler, kurum temsilcileri devreye girdiler. “Bu merkezde senin ismin verilmezse, kimsenin hoşuna gitmeyecek birinin ismi verilir” dediler. Ben de kendi aralarında bir tür referandum yapmalarını ve eğer benim ismim öne çıkarsa, yazılı olarak bana bildirmelerini istedim.
Böyle oldu ve kayyumun açılışını yaptığı bir törenle merkeze benim ismim verildi. Konuşmamda da bunun meşru bir yapı tarafından yapılmış olmasını temenni ettiğimi söyleyerek Batman halkına teşekkür ettim. Uzun lafın kısası, kayyum hikâyesi bundan ibaret.
Peki sizin iktidarla bir ilişkiniz var mı?
Yine tek kelimeyle hayır! Batman’da geniş bir ailem var ve yedi kardeşiz. On bin kişilik bir Güneştekin ailesi var ve başta abilerim olmak üzere büyük bir bölümü de Adalet ve Kalkınma Partili (AKP). Bunu hiçbir zaman saklamadım. Ama bu beni AKP’li yapmaz. Bu beni bir siyasi partinin arkasında yürüyen, güce tapan bir sanatçı kırıntısı haline de getirmez, getirmedi de.
Benim duruşum her zaman belliydi ve Kürt meselesi başta olmak üzere memleket meselelerine her zaman duyarlı oldum. Ailemin veya dostlarımın fikirleri benim fikirlerim değil ama önemli olan farklı fikirlerin bir arada olabilmesi. Biliyorum, bu yüzden çok eleştirildim de.
Ama ben 1990’larda Batman’dan çıkmış biriyim. Kendi çağıma bigâne kalamam. Kimileri benim için “AKP döneminde ünlü oldu” diyor. Dünyanın en önemli galerisinin sanatçısıyım şu an ve bunun AKP’yle hiçbir ilgisi yok, olamaz da. Sürekli bir tarafa itilmek, bir kimliğe sokuşturulmaya çalışılmak, biliyorum, çağımızın acı gerçeği ama insanın da içini acıtıyor.
Görece konforlu bir sanat ortamında, çok zengin koleksiyonerlerin işlerini satın aldığı, ilgi gösterdiği, dünyanın muhtelif yerlerinde sergiler açan bir sanatçısınız. Fakat pek de 'uygun olmayan' bir zamanda, baskıların hâlâ sürdüğü, OHAL'in devam ettiği bir dönemde Diyarbakır'da son derece politik bir sergi açıyorsunuz. Buraya neden geldiniz?
Bir kere ben hafıza, hakikat, yüzleşme temalı bu sergiyi ilk defa açmıyorum. İnsanların yine çok ürkütüldüğü, konforunu bozmaya cesaret edemediği bir başka dönem olan 2012 yılında, İstanbul’un göbeğinde, eski İstanbul Bienali’nin yapıldığı Antrepo 5’te “Yüzleşme” sergisini açtım. Aynı sergiyi 2013 yılında Ankara’ya taşıdım. Diyarbakır Cezaevi’nde bir sergi açma fikri konuşulduğunda da “memnuniyetle açarım” dedim.
Kayıp Alfabe |
Botero ve Kounellis'le Diyarbakır
Cezaevi'nde sergi açacaktı ama...
Ne zaman?
Çözüm Süreci vardı ve Türkiye’de iklim farklılaşıyordu. İktidar cenahı Cumartesi Anneleri’nin kayıplarını bulacağını dile getiriyordu. Bana sergi açma teklifi gelince, bunun dünya çapında bir etkinlik olması gerektiğini söyledim ve aklıma iki isim geldi.
Kimdi onlar?
O dönem Marlborough Gallery ile anlaşmıştım ve Marlborough’un sanatçısıydım. Onların listesinde Fernando Botero da vardı. Botero, Ebu Garip Cezaevi'yle ilgili bir sergi yapmıştı. Kendisine Diyarbakır Cezaevi’nde sergi açma fikrini söylediğimde, o da memnuniyetle kabul etti.
Daha sonra Jannis Kounellis’i aradım. Kounellis de dünyadaki fakir sanatını yaratan kişidir. En büyük özelliği gittiği hiçbir ülkeye sanat eseri götürmemesidir. Gittiği yerde 20-25 gün şehri dolaşır ve topladığı materyallerle sanat eserleri yapar. Bu fikri kendisiyle paylaştığımda Kounellis’in bana söylediği ilk şey şu oldu: “Şehrin hafızası bana yeterli gelir.” Aslında benim Hafıza Odası fikrimin de ilham kaynağı olmuştur bu yaklaşım.
Üç sanatçı biz Diyarbakır Cezaevi’nde sergi açacaktık. Tabii sonra şartlar değişti, iklim bozuldu ve iktidarın da samimi olmadığı anlaşıldı.
Bir daha da ne kimse aradı ne de sordu. Her şey sertleşmeye, siviller ölmeye, bombalar patlamaya başladı. Daha geçtiğimiz günlerde Ankara’daki gar katliamının yıldönümüydü. Yani “Bellek” enstalasyonuna yeni parçalar, hikayeler eklendi.
Valilik ve Kayyum Belediye
sergi için bir billboard bile vermedi
Peki Diyarbakır’daki resmi makamlar sergiye nasıl yaklaşıyor?
Sergi Diyarbakır Ticaret ve Sanayi Odası (DTSO) ve orada beraber çalıştıkları STK’lar tarafından hayata geçiriliyor. Valilik ve kayyum yönetimindeki belediye, sergi için bir tane billboard bile vermediğine göre zaten bu sergiyi istemedikleri belli.
Diyarbakır’da yakın dönemin hafızası da oldukça yaralı. Şehrin ayaklarına kurşun sıkılır gibi dört ayaklı minareye kurşun sıkılması, Tahir Elçi’nin buna tepki gösterdiği basın açıklamasından hemen sonra vurularak öldürülmesi ve devam eden şehir yıkımı… Bu serginin yeni bir politik tartışma başlatacağını düşünüyor musunuz?
Tahir Elçi katledildikten kısa bir süre sonra şehre gittim. Dört Ayaklı Minare’nin kurşunlanmış o halini görünce çok üzüldüm, çünkü çocukluğum oralarda geçti. Her Diyarbakır ziyaretimde altından yürüyüp bir iki tur attığım bir yapı, bir belge aynı zamanda Dört Ayaklı Minare.
Daha o zaman “benim ne yapıp edip bir gün Diyarbakır’da bir yüzleşme sergisi yapmam lazım” diyordum. Aslında bir sürü nedenim var bu sergiyi açmak için ve elbette bir tanesi de Tahir Elçi’nin orada katledilmiş olması.
Bu sergiyle Dört Ayaklı Minare’nin altından tekrar mı geçiyorsunuz yani?
Evet. Serginin hazırlığı için bir buçuk yıldır gidip geliyorum Diyarbakır’a. Şehrin abluka altındaki halini, Sur’un polis barikatları ve betonlarıyla çevrili zamanlarını da biliyorum. Yüksek yerlere çıkıp iç avluları izlediğim dönemler de oldu. Şimdi açılmış, yeni halini de gördüm.
Oraların tarihini bilen bir insan olarak üzülmemek, sarsılmamak mümkün değil. Kepçelerin yığın hale getirdiği Suriçi’nde o dağınıklığı, insanların bedenlerinin karbonlaşmış kokusunu havada hissedebiliyorsunuz. Orayı tarihinden koparmaya ne kadar çalışırlarsa çalışsınlar, insan o tarihi, o eski sesleri yıkıntılar arasında aramaya devam ediyor.
Böyle bir yıkıntıya sanat kayıtsız kalamaz. Bir şehrin tarihini, kültürünü, insanların yaşamını kökten yıkıyor, “biz geldik, yoktunuz” diye duvar yazıları yazıyorsunuz. Böyle bir felakete sanatçı seyirci kalamaz.
İnsan uçup giden bir kuş değildir |
İnsan uçup giden kuş değildir
Batman’da geçen çocukluğunuzun, tanık olduklarınızın sanatınız üzerinde nasıl bir etkisi oldu?
Çocukken dinlediğim masalların üzerimde yerçekimsel bir gücü olduğuna inanıyorum. Gerçek ve kurgu arasında bu masallara ve seslere teslim oluyordum. Babam, dedem, ninem çok iyi masal anlatıcısıydı. O dönem yaşamlarımız çok basitti, büyük fikirlerimiz yoktu. Coğrafya çok sertti ve biz kabullenmiştik her şeyi.
Annem 11 doğum yaptı, yedi çocuk büyüttü. 11 doğumdan sonra erken yıpranmıştı, çok hastalanıyordu. Batman o zaman ilçeydi ve sadece devlet hastanesi vardı.
1983-84’lerde annemi doktora götürürdüm. Annemle birlikte muayene odasın girerdim. Kapıdaki görevli Kürt, hemşire Kürt, doktor Kürt, biz Kürdüz ama Kürtçe konuşamıyorduk. Annem bir kelime Türkçe bilmezdi, kulağıma derdini söylerdi, ben Kürtçe bilen doktora Türkçe tercümesini aktarırdım. Doktor da ne yapmamız gerektiğini Türkçe anlatır, ben de anneme tercüme ederdim. Sanatçı, halkına yapılanları unutursa taş olur.
Diyarbakır sergisinde, bir Cumartesi Annesi'nin oğlunun ardından söylediği sözden yola çıkarak hazırladığınız, “İnsan uçup giden bir kuş değildir” enstalasyonu çok çarpıcı. Bu enstelasyon bize ne anlatıyor?
Gelin hafızamızı biraz yoklayalım… Berfo Kırkbayır, kaybedilmiş oğlu Cemil’i aradığı 30 yıl boyunca evinin perdelerini kapamadı, kapılarını kilitlemedi, sokağını değiştirmedi; belki bir gün Cemil döner diye.
Ve 105 yaşında bu dünyadan gözü açık göçüp gitti. 57 yaşında, 12 çocuk doğurmuş Taybet Ana’nın cansız bedeni yedi gün boyunca Silopi’de yerde kaldı.
Yedi gün boyunca cesedini kuşlar, kargalar yemesin diye ailesi nöbet tuttu. Sonra aldılar ve ailesi olmadan gömdüler. Yani ölüye de aileye de saygı gösterilmedi.
Bir anne, on yaşındaki kızı Cemile Çağırga’nın ölü bedenini, bozulmasın diye onu buzdolabında sakladı. Roboski’de 34 insanın üzerine, 45 dakika boyunca son teknolojiyle donatılmış uçaklarla, bir düşmanı savaşta parçalar gibi bomba yağdırdılar.
İnsan parçaları, katır parçalarıyla birlikte havada uçuştu. Anneler cesetlerinin başına gittiğinde katır ve insan etlerini ayırmakta güçlük çektiler. Parçalanan parmakların sayısına göre tabutlara kondular ve ülkenin silahlı kuvvetleri “yanlışlık oldu” dedi. Benim memleketimde Nevala Kasaba diye bir bölge var. Türkçe ismi Kasaplar Deresi ama orada bir dere filan yok, çöplük.
Ailelerin çocuklarının kemiklerini
bulmalarına bile izin verilmiyor
1990’larda çok sayıda faili meçhulün cesedinin oraya gömüldüğü söyleniyor…
Evet ve ailelerin orada kendi çocuklarının kemiklerini bulmalarına bile izin verilmiyor. Ceylan Önkol 12 yaşında, savaşta kullanılan bir havan topuyla paramparça edildi. Annesi parçalarını ağaç dallarından topladı. Varto’da Kevser Kader Eltürk’ün cansız bedeni çıplak olarak sokaklarda teşhir edildi.
Hacı Lokman Birlik’in cesedini Şırnak’ta bir aracın arkasında tüm şehirde dolaştırdılar. Bu yaşananlar ve yaşatılanlar karşısında sanatçının da bir sorumluluğu var. Tüm bunları sanat üzerinden de geleceğe aktarmak, sanatın hafızasına bunları işlemek ve bir yüzleşme zemini yaratmak gerektiğini düşünüyorum.
Sanat insanlığın ayaklar altında çiğnenmesine seyirci kalmadığı için vardır. Gerçek sanat bu amaçla vardır. Guernica da buna bir örnek, Botero’nun Ebu Garip sergisi de.
Sergi sürecinde nasıl yol aldınız? Nasıl bir hazırlık süreci geçirdiniz?
Bu işe başlarken çok sayıda insana danıştım. Faili meçhuller, kayıplar ve Cumartesi Anneleri ile ilgili bir şey yapmak istediğimi söyledim. İnsan Hakları Derneği’nden (İHD) 600 kayıp ismi aldım. Tabii tahminen iki bin beş yüz kayıp söz konusu ama çoğunun gözaltı kaydı bile yok.
Korkudan başvuru bile yapamamış aileler var. Nitecede İHD’nin verdiği isimlere başka isimler de eklediğimizde, yedi yüze yakın kayıp ismine ulaştık ve bunlarla ilgili bir çalışma yaptım. Bunların içinde gençliğini, anneliğini, babalığını tatmamış insanlar var. Aileleri onları yalnızca ölümleriyle andı.
Akıllarına artık güzel bir şey gelmiyor bu insanların. Bu çok etkileyici, kahredici bir travma. Her ne kadar meseleye vakıf olsam da, bu süreç beni sarstı, psikolojimi derinden etkiledi.
Yoktunuz |
Yasaklar sizi iki şeye zorlar
İsyan veya teslimiyet
Sergide Kürt meselesinin çeşitli veçhelerini işliyorsunuz. Bunlardan biri de dil. Az önce Kürtçe bilen anneniz ve doktor arasındaki tercümanlığınızdan söz ettiniz. Kürtçe yasağının sizin hayatınızda ne tür tesirleri oldu?
Bırakın Kürtçe yasağının tüm hayatımızdaki etkisini, tek başına annemin hastanedeki hikayesi bile benim açımdan ziyadesiyle travmatiktir. Şikayet edilecek diye doktor hemşireden korkuyor, hemşire odacıdan, ve hepsi birbirinden…
Devletin yarattığı bu korku iklimi, insanları zamanla kendi dillerinden utanır noktaya bile getirdi. Hâlâ bazı Kürtlerin birbirlerinin Kürtçesiyle alay ettiğini görüyorum. Çocukların Kürtçe konuşan anne-babalarından utandığına şahit oldum.
Yasaklar sizi iki şeye zorlar: İsyan veya teslimiyet. Maalesef anadili konusunda yaygın bir teslimiyet görüyoruz. Çünkü bu neredeyse yüz yıla dayanan bir baskıdan kaynaklanıyor ve insanlar yasaklanmış bir dili bir süre sonra diğer kuşaklara aktarmaktan yoruluyor da. Kürtçe halen, bugün bile yasaklı bir dil. Bunu mesele etmeliyiz.
Hafıza Tepesi'ndeki enstalasyonda "Ne mutlu Türküm diyene", "Türkiye Türklerindir" gibi 5 Nolu'daki duvar yazıları da yer alıyor. "Türkiye Türklerindir" sözü Hürriyet gazetesinde kalıcılaşmış bir söz ve hâlâ orada durur. Bir zamanlar o gazetenin yayın yönetmeni de olan, devletin anti-Kürt politikasının değişmez savunucularından Ertuğrul Özkök'le arkadaşlığınız ise biliniyor. Özkök gibi biriyle nasıl arkadaş olabiliyorsunuz?
Ben kan davası taraftarı değilim. İnanın “Güneştekin gibi biriyle nasıl arkadaş olabiliyorsun” diye Ertuğrul Özkök’e de soranlar oluyor. Günahkâr dönemler geçirmediğini iddia etmiyor Özkök.
Mesele sadece “Türkiye Türklerindir” değil, o yazıyı oraya koyduran da o değil. Kurulduğundan beri gazetenin tepesinde yazıyor. Bir sürü genel yayın yönetmeni gelip geçti, duruyor orada. Biz eleştiriyor muyuz bunu? Arkadaşlık yaptığım kişi Hafıza Odası sergisini gezip o 5 No’lu koridordan geçecek.
Yani Özkök de mi Diyarbakır’a geliyor?
Tabii. Çünkü artık anlamaya başladı. İnsanlar ikna olmasalar bile empati duymaya, Kürtleri anlamaya başladı. Keza Kürtlerin başarılarıyla övünebileceklerini anladılar.
Benimle aynı düşüncede olmayan, aynı şekilde yaşamayan kişilere hiçbir zaman kapımı kapatmadım. Birbirimizin inanç ve tercihleriyle beraber yaşamayı, saygı göstermeyi öğrendik, günün sonunda ayrılırken herkes kendi düşüncesiyle, fikriyle evine döndü.
Önemli olan hatalarımızla
yüzleşmeye yeltenip yeltenmediğimizdir
Ama Özkök’ün Ahmet Kaya için Hürriyet’e attığı manşet de insanların hafıza “odasında.”
Ahmet Kaya meselesinde Hürriyet’te atılan manşetle ilgili kötü bir sicili var. Ama sonra çiçeğini alarak Ahmet Kaya’nın mezarına gitti ve özür diledi. Benim için burada kişinin beyanı mühimdir. Özür dilediyse, elbette Ahmet Kaya ailesi için bir şey deme hakkım yok ama ben kendi adıma kabul ederim.
Öte yandan şunu da unutmayalım ki, Ahmet Kaya’ya saldırılan ödül gecesinde, bir sürü Kürt sanatçı da oradaydı ve en büyük çatalları onlar fırlatıyor, 10. Yıl Marşı’nı en yüksek oktavdan onlar okuyordu. İktidarın gözüne girmek istediğinizde küçülmeniz gerekiyor.
Öte yandan hangimizin hayatında bütün arkadaşları tam istediği gibidir? Kaç kusursuz arkadaşımız var? Kaçımız kusursuzuz? Önemli olan hatalarımızla yüzleşmeye yeltenip yeltenmediğimizdir.
Sergiye pek çok ismi davet ettiğinizi biliyoruz. Kimler gelecek Diyarbakır’a?
Yüze yakın gazeteci var. Gazetecilikle bağı kalmamış isimler yok tabii. Genelde işsiz kalmış gazeteciler olacak. Sergi DTSO tarafından yapıldığı için davetli listesini de onlar hazırladı.
Ben yalnızca yakınlarımı davet ettim. HDP Eş Genel Başkanı Mithat Sancar başta olmak üzere bölge milletvekilleri, İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Ekrem İmamoğlu, CHP’den Sezgin Tanrıkulu, bazı eski AKP’li bakanlar var.
Çürüme |
Çürümenin en iyi
göstergelerinden biri teslimiyettir
Sergideki işlerinizden birinin adı “Çürüme”. Bazı insanlar, Türkiye’de hem kurumsal hem de toplumsal bir çürüme yaşandığını söylüyor. Sizce bu çürümeye karşı alınabilecek tedbir nedir?
İnsanların savaşı, ölümleri sorgulamamaları, buna razı gelmeleri ve güce teslim olmaları… Çürümenin en iyi göstergelerinden biri bu teslimiyettir. Sanat alanında da bir çürüme olduğunu biliyoruz. Sonuçta sanat alanında da bir egemenlik ilişkisi söz konusu ve duruşunuz sizin hayatınızı belirleyebiliyor.
Bazı sanatçılar açlığa, zorluğa karşı inatla direnirler, asla teslim olmazlar. Bazıları gücün karşısında boyun eğer ve her türlü propagandaya teslim olurlar. Çürümelerden en tehlikelisi budur.
Yakın zamanda bir ödül töreninde bunun nereye vardığını gördük. Ödül alan kadın oyuncuyu konuşturmayan erkek, arkasına militarist dilin tüm argümanlarını alarak bunları silah gibi kuşandı. Elbette bu tür kırıntılar tarihte anılmayacak veya en fazla bu çağın çürütmüşlüğünün örneği olarak gösterilecek.
Peki ya çürümüşlük hâkimiyet kazanıyorsa?
Tarih boyunca kuleler inşa edilmiş ve bize sadece temeli sağlam kuleler ulaşabilmiş. Diğerlerinin varlığından bile haberdar değiliz. Yok olup gitmişler. Şu anda görünen de temelsiz bir güç kulesi. Onun tepesinde yer almaya çalışanlar kulenin yavaş yavaş sallandığını görmeye başladı.
Başkalarının acıları üzerine bir kule inşa ettiğinizde, o acıların ruhu bir süre sonra adil insanların bedeninde canlanır ve hareket ettiğinde kule sallanır, devrilir. O yüzden uzun vadede karamsar değilim.
Bugün gelişkin ülkelere baktığınızda, başta Almanya olmak üzere hepsi geçmişinde korkunç acılar barındırmıştır. Ama onları bugün güçlü kılan, geçmişin zorbalıkları, faşizmi, zulmü değil, o zulümle hesaplaşmış olmalarıdır. Bizi de güçlendirecek şey geçmişle yüzleşmedir. Hafıza Odası’nı terk etmemektir. (İA/APK/KU)
* Sergi kataloğuna buradan ulaşabilirsiniz