Kürt sorununun çözümüne dair süreç konusunda, PKK lideri Abdullah Öcalan’dan gelmesi beklenen mektup bu seneki Newroz’un önemini daha da belirleyici hale getiriyor.
Çözüm süreci nasıl ilerliyor? Siyasetin dili nasıl, neden? Sürece umutlu bakılabilir mi? Barışın özneleri kimlerdir? Barış toplumsallaştı mı, toplumsallaşıyor mu? Adalet ve Kalkınma Partisi (AKP), Halkların Demokratik Partisi (HDP), Cumhuriyet halk Partisi (CHP), muhalefet ve solun barışa bakışı nasıl değerlendirmeli? İç Güvenlik Yasa tasarısının sürece etkisi?
Yanıtları, AKP 2007-2011 dönemi Diyarbakır milletvekili ve Akil İnsanlar Heyeti üyesi Abdurrahman Kurt'dan alalım…
Çözüm süreciyle ilgili olarak HDP ile AKP’nin birbirlerine yönelik suçlamaları artmaya başladı. Bu tartışma toplumsal düzlemde sürece ilişkin kuşkuları artırıyor. Sizce süreç nasıl ilerliyor?
Bu tür konuşmaları, seçime yakın bir arifede olduğumuzdan kaynaklı, partilerin birbirlerine ilişkin oylarını koruma anlamında görmek lazım. Süreçten bağımsız görmek lazım bu tartışmaları. İmralı ve devlet üzerinden yürüyen bir süreç, hükümet üzerinden giden bir süreç ve bu iyi de gidiyor. İyi gittiğini herkes ifade ediyor zaten; tarafların tamamı. Bu anlamda gündelik siyasetin diline çok takılmamayı daha anlamlı bulurum ben açıkçası.
Neden seçim sürecinde taraflar kendi oylarını korumak için Kürt meselesinin çözümünü seçiyor? Siyasetin bu dilini nasıl yorumluyorsunuz?
Doğrusunu söylemek gerekirse ben daha önce bunu ifade etmiştim; eğer programlardan seyrettiyseniz. Bu sorun aslında siyaset üstü bir sorun olması gerekirken, özellikle muhalefet partilerinin sürece yaklaşımlarına dikkat ederseniz, bir türlü çözümün tarafı olmak yerine sorunun bir parçası kalmayı hep yeğlediler. Bu da ister istemez iktidarın da gazını sürekli muhafaza etmesini beraberinde getiriyor.
Ama bütün bunlara rağmen dünya örnekleriyle karşılaştırdığımızda, bütün bu sorunların üstesinden gelen başarılı bir süreç olduğunu söylemek gerekiyor. O açıdan baktığımızda aşılanmış bir süreç; Türkiye toplumu da bu sürece alıştı. Bu anlamda baktığımız zaman, toplumsal anlamdaki inanç, bu konudaki beklenti, destek, bunu herkes açısından da zorunlu hale getiriyor. Bu da bizim umutlanmamızın en büyük kaynağı olsa gerek diye düşünüyorum. Çok da gündelik siyaset diline takılmamak lazım.
HDP, CHP veya MHP’ye bakıldığında, AKP dışında, süreçten çok umutlu olan yok gibi. Bütün öznelerin bu kadar umutsuz olduğu bir süreçte siz nasıl bu kadar umutlu olabiliyorsunuz?
Bunun en büyük partneri, biliyorsunuz, Öcalan’dır. Öcalan “ben umutsuzum” demiyorsa, HDP’nin “umutsuzum” demesini siyasi dilden başka neye yorabilirsiniz ki! Dolayısıyla bu işin esas sahibi iktidar ve ona bağımlı devlet güçleri, devletin kendisi ile Öcalan’dır. Ve bunlar “iyi gidiyor” dediği zaman, iyi gittiğini düşünmek zorundayız. Gerisini de çok dikkate almamalıyız yani.
Barışın toplumsallaştırılması gereği çok dile getiriliyor. “Yukarıdan bir barış imzalasanız, mutabakata varsanız bile, toplumsal ayrışma artmışsa, bu barış kalıcı hale gelmez” deniyor…
Abdurrahman Kurt 47 yaşında, Diyarbakır'da doğdu. Yüksek İnşaat Mühendisi; Yıldız Teknik Üniversitesi İnşaat Fakültesi İnşaat Mühendisliği Bölümü'nü bitirdi. Yüksek lisansını Beykent Üniversitesi Sosyal Bilimler Fakültesi Uluslararası İlişkiler Bölümü'nde tamamladı. Eyüp Belediyesi, Beyoğlu Belediyesi ve İSKİ'de görev yaptı. Gönül Köprüsü Derneği Kurucu başkanı, Diyarbakır Tarih, Kültür ve Turizm Derneği ile Diyarbakır Turizm Derneği Kurucu üyelerindedi. 23. Dönem'de (2007-2011) AKP milletvekili ve Parlamentolararası Birlik (PAB) Türk Grubu Üyesi idi. Hükümetin süreç kapsamında kurduğu 63 üyeli Akil İnsanlar Heyeti'ne Doğu Anadolu bölgesinden dahil oldu. |
İşte bu sizin kullandığınız Beyaz Türk dili veya Türkiye’deki umutsuz solun dili. Bu doğru değil, çünkü zaten yukarıyı barışa mecbur kılan, tabanın kendisidir. Biz bunu Akil Heyet’teyken gördük. Örneğin bu toplumda, bu coğrafyada Kürt halkının bu sürece verdiği desteğin oranını biliyor musunuz? Yüzde 95 ile yüzde 100 arasında.
Bu ne demektir, tabandan mı, tavandan mı geliyor? Elbette bu, tabandan gelen, halkın dayattığı bir şeydir. Dolayısıyla buradan baktığımız zaman, eğer birileri diyorsa ki, “bu tabandan gelmiyor”, bu şu demektir: “Yahu arkadaş Türkiye solunun problemlerini gelin Kürt meselesinin arkasına gizleyelim. Bir de bunu da Kürtlerin sırtına yükleyelim. Bir de bu kadar acı çektikleri yetmiyormuş gibi bunun da kahrını onlara yükleyip aradan çıkalım” diyenlerin dilidir bu. Yazıktır; Kürtler bu kadar kahır çektikten sonra bir de bu umutsuz solcuların arayışlarını da bu halkın sırtına yüklemek zûl olsa gerek ya!
Peki, bu eleştiriniz Kandil ve HDP için de geçerli mi? Çünkü onlar da benzer “umutsuz sol” dediğiniz kesimle aynı değerlendirmeleri yapıyorlar.
Kandil ve HDP de bunları yanlarına almak istedikleri için ister istemez onlarla bu anlamda bir etkileşimleri var. Kandil’in etkileşimi sadece bu umutsuz sol üzerinden değil, başka beklentiler de elbette var. Bunları hepimiz biliyoruz bu boyutuyla. Ama bütün bunlara rağmen, bugün HDP’yi de Kandil’i de barışa daha da yakın durmaya mecbur kılan şey, tam da az önce ifade ettiğim, tabandaki bu konudaki beklenti.
Halkın bu konuda bütün acılarına yüklediği anlam; bu anlamda yüklediği sorumluluk… Zaten onları bu noktaya getirenin de bu olduğuna inanıyorum şahsen. Kandil’in ve HDP’nin siyaseten bu anlamda Türk soluna ilişkin bir etkileşim içinde olduğunu hepimiz biliyoruz.
Bu bilinmeyen bir şey değil. Baktığımız zaman kimle ittifak kurmuş? Türkiye’deki bu umutsuz sol cenahla ittifak kurmuş. Bunların karşılığı nedir Türkiye’de? Baktığınız zaman; boş, sıfır. Yani kendi başına bir vekil bile çıkaramayan bir yapıdan bahsediyoruz. Bütün bunların çözümsüz problemlerini getirip Kürt halkı üzerine yıkmaya çalışmak bana göre çok sorumlu bir hareket değildir.
Öcalan’ın açıklanan 10 maddelik deklarasyonunda da sizin “umutsuz sol” dediğiniz kesimlerin argümanlarını da görüyoruz. Türkiye’nin genel olarak demokratikleştirilmesi talebi göze çarpıyor 10 maddede.
Umutsuz solun argümanı değil o 10 madde. Demokratlar açısından zaten o 10 maddenin kabul edilemeyecek hiçbir tarafı yoktur. Sola ait bir argüman değildir. Bunları barışın ön şartı olarak okumak da ayrıca başka bir yanlış olur. Ateşkes, silahın bırakılması, silahın gereksizliği bütün ön şartlardan bağımsız olarak yıllar öncesinden zaten örgüt tarafından, Öcalan tarafından, Türkiyeli demokratlar tarafından, Kürt sorununda taraf olan herkesçe de zaten ilan edilmiş bir şeydi.
Velev ki hükümet bugün hiçbir şey yapmasa bile, bunun karşıtı silahı devam ettirmek değildir. Bunu herkes kabul ediyor. Ama bugün nedense o umutsuz sol bu silahı veya umutsuz solun ötesinde Tayyip Erdoğan’la şahsi meselesi olan bazı liberaller, sanki kendi garezlerini gidermek için bunu Kürtlerin elinde bir argümana dönüştürmeye çalışıyor. Mantıksız olan budur diye düşünüyorum.
Peki madem...
Şimdi devam edecek ama benim o kadar vaktim yok. Siz istediğiniz yanıtı almadıkça daha da soruyorsunuz… Buyurun, devam edelim de, bu son sorunuz olsun.
Hükümete yönelik gerek HDP gerekse CHP'den gelen eleştirilerin temel dayanağını İç Güvenlik Yasa’sı oluşturuyor. Toplumsal gösterileri sert bir biçimde bastırmayı öngören bir tasarıdan söz ediyoruz sonuçta. Sizce hükümet neden böyle bir yasaya ihtiyaç duyuyor?
Sert bir biçimde bastırmaktan kastınız ne, bilmiyorum. Ama hükümet çok net bir şey söylüyor; Diyor ki, bizim çıkaracağımız şeyde Avrupa Birliği’ne aykırı ne varsa, ayıklayalım. Beraber ayıklayalım diyor. Polisle ilgili konular gündeme gelince, diyor ki, biz Avrupa’daki, Amerika’daki, Almanya’daki norm neyse, onu getirdik. Herhalde buna bir itirazımız olmasa gerek.
Kaldı ki Diyarbakır esnafının bu konuda “niye bizi böyle sahipsiz bırakıyorsunuz…” Şunu söylüyorlar; “Acaba çözüm sürecinde özellikle bizi birilerine teslim mi ettiniz, burnumuzdan mı getirmek istiyorsunuz, bu yaklaşımlara seyirci kalıyorsunuz” diyenler de var. Bunların hepsi bir tarafı, hükümet çok net bir çağrı yapıyor ve diyor ki, “bize, yaptığımız uygulamaların Avrupa Birliği normlarına aykırı olan kısımlarını söyleyin, ayıklayalım.” Dolayısıyla itirazlar bu minvalde yapılmalıdır diye düşünüyorum.
Öcalan’ın Newroz mektubundan ne bekliyorsunuz?
Barış bekliyorum. Kanın gerçekten durması için gerçekçi bir çağrı bekliyorum. Ve o çağrının bu çekilmedeki gibi oyalamaya tabi kılınmadan, maruz bırakılmadan, yerine getirilmesine ilişkin, kanın durmasına ilişkin bütün bu otuz yıllık süreçte çekilen acıların artık olumlu bir barışa evrilebilmesi için bu anlamda bu çağrının hayata geçirileceği bir deklarasyona dönüşmesini bekliyorum.
Buna yakın mıyız sizce?
Çoktan yakınız da, birileri sürekli ayak direterek bizi bundan uzak tutmaya çalışıyor. Türkiye toplumunda silah çoktan miadını doldurmuştur. Bunu benden önce Osman Baydemir söylemedi mi? Bundan önce Öcalan’ın savunmalarında var. “Bugünkü aklım olsa silaha hiç bulaşmazdım” diyerek kendisi mi dile getirmedi!
Dağlarda defalarca Mustafa Karasu’dan Cemil Bayık’a kadar insanlar mı dile getirmedi! Yani bugün AK Parti var diye bunu pazarlık payı olarak kullanmanın, Kürtlere ayrı bir vebal yüklemenin bir esprisini artık göremiyoruz. Artık bundan vazgeçmek lazım diye düşünüyorum. (İA/BA)