Kürt sorununun çözümü konusunda 2013 Newroz’unda başlayan ve 2015 Newroz’una kadar yer yer sekteye uğrasa da göreli bir iyimserlik ortamında seyreden süreç, bazı tıkanıklıklarla karşı karşıya. 7 Haziran genel seçimleri öncesinde yaşananlar önümüzdeki iki ayın engebeli olacağını düşündürtüyor. Ayrıca Adalet ve Kalkınma Partsisi (AKP) hükümeti ile Cumhurbaşkanı Erdoğan arasında sürece ilişkin yer yer görüş ayrılıkları yaşandığı anlaşılıyor.
Ancak İmralı’ya gidecek bir izleme heyetinin oluşturulması konusunda ilk başta hükümetten gelen olumlu sinyal, Erdoğan’ın Newroz’dan hemen önce yaptığı olumsuz açıklamalarla buharlaşmış görünüyor. Diğer yandan 31 Mart’ta İstanbul’daki Çağlayan Adliyesi’nde biri savcı üç kişinin ölümüyle sonuçlanan rehin krizi, aynı gün Türkiye genelinde yaşanan elektrik kesintisi, ertesi gün İstanbul Emniyeti önünde yaşanan ve bir kişinin hayatını kaybettiği eylem kafalarda ciddi kuşkular yaratmış durumda.
Newroz’dan hemen sonra İç Güvenlik Paketi’nin Meclis’ten geçirilerek yasalaşması da AKP’nin “çözüm süreci perspektifini” rafa kaldırdığının işareti olarak okunuyor. Seçim sath-ı mailinde Halklarun Demokratik Partisi (HDP) yetkililerinden gelen provokasyon ihtimali uyarıları, son günlerdeki olaylar, PKK lideri Abdullah Öcalan’ın stratejisi ile Recep Tayyip Erdoğan’ın hedefleri arasındaki derin uçurum, çözüm sürecinin engebeli yolunun temel başlıklarını oluşturuyor. Peki, mevcut hâl ve gidiş neye işaret ediyor? Kapısını çaldığımız HDP Onursal Başkanı ve Mersin Milletvekili Ertuğrul Kürkçü’den ayrıntılı bir durum değerlendirmesi.
31 Mart’ta Çağlayan Adliyesi’nde gerçekleşen olaydan hemen önce Türkiye genelinde elektrikler kesildi. Sonraki gün Vatan Emniyet Müdürlüğü’ne yönelik eylem yaptığı iddia edilen bir kişi öldürüldü. Akabinde DHKP-C’ye yönelik olduğu açıklanan operasyonlar başlatıldı. Ancak kamuoyunda bu olayların hükümet lehine bir çalışmanın sonucu olduğuna dair gözle görülür bir şüphe de dillendiriliyor. Son olayları nasıl değerlendiriyorsunuz?
DHKP-C’nin [Devrimci Halk Kurtuluş Partisi-Cephesi] siyasi gerçekliğe ve dönüştürülmesi imkânlarına ilişkin algısı ve eylem doğrultusu, bizimkiyle örtüşmüyor. Bizim Türkiye’nin demokratik ve toplumsal dönüşümü ve diktatörlükle mücadele için bir imkân olarak gördüğümüz politik düzlem ve araçlar onlara bir engel ya da ihmal edilebilir bir ayrıntı olarak görünüyor olabilir.
Bu eylem ve sonuçlarının bize imkân sağlayacağını öngördüğümüz genel siyasal tabloda yol açtığı kırılmalardan hareketle olan biteni otomatik olarak “manipülasyon”a bağlamak doğru olmaz. Siyasette hemen hiçbir zaman “manipülasyon olarak manipülasyon” olmaz. O nedenle örneğin Cumhuriyet Halk Partisi (CHP) lideri sayın Kemal Kılıçdaroğlu’nun bu eylemin gerçekleşmesi için “AKP hükümetinin bütün Türkiye’de elektrik kesintilerine yol açmış olabileceği”ni tumturaklı bir biçimde iddia edebilmesi ve bunun da bir karşılık bulması insana hüzün veriyor.
Gerçi, Erdoğan ve Başbakan Ahmet Davutoğlu’nun bu eylemi ve sonuçlarını halk muhalefetine, yaygın ve sosyal medyaya, avukatlara, baroların nispi özerkliğine dönük bir saldırı için bir köprübaşı olarak değerlendirdikleri ortada. Ancak, siyasi ufkumuzdan çıkartmamamız gereken en önemli sabitlerden biri Türkiye’nin “normal” bir ülke olmadığı; siyasi panoramamızın konvansiyonel olmayan mücadele biçim ve söylemleriyle yarılmışlığının bize özgü bir hakikat olduğudur. Dolayısıyla gerçek muhalif siyaset bu tür kesintilerden etkilenmeyecek bir hat oluşturmakla; sonuçlardan değil nedenlerden hareket eden bir söylem kurmakla ilgilenmelidir.
Çağlayan Adliyesi’nde bir cumhuriyet savcısı ve iki DHKC militanının yaşamına mal olan çatışmanın vahim bir devlet şiddeti, adaletsizlik ve hoşgörüsüzlük ikliminde yeşerdiğini görmezden gelmek de, bu koşulları ortadan kaldırmak için başka bir mümkün yolun varlığını göstermek için sebatla mücadele etmek yerine “terörizmi kınamak”la iktifa etmek de kabul edilemez.
Halkların Demokratik Partisi, AKP’nin diktatörlük hevesleriyle mücadele ederken herkesin yaşam ve ifade özgürlüğü hakkını, herkesin adil yargılanma hakkını her şart altında savunmaya devam edecektir. Çağlayan’dan herkes için alınacak bir ibret varsa o da AKP hükümetinin toplumsal muhalefeti ezmek, devlet şiddetini rasyonelleştirmek için olağanüstü bir hırsla gerekçe aramakta olduğunun gün gibi ortada olduğudur.
Berkin Elvan’ın anne ve babasının olaydan sonraki açıklamasını nasıl yorumluyorsunuz?
Çağlayan’daki çatışmadan dışarıya ulaşan sadece ölümün uğursuz soğukluğu değildi; Silahların takırtısı arasından Berkin Elvan’ın anne ve babasının devletin ve eylemcilerin başının üzerinden fısıldadıkları insanlık çağrısı da kulaklarımıza ulaştı. Mektuptaki şu ifadeleri tekrar hatırlayalım:
“(…) Tertemiz duygularıyla ayrım gözetmeksizin insanların acılarını sahiplenenler, destek olanlar, adaletsizliğe, hukuksuzluğa tertemiz duygularıyla karşı çıkan dostların her zaman başımızın üstünde yeri vardır. Bunun dışında kalanların görüşüne saygı duyamıyoruz artık. Saygı duymadıklarımız için Berkin, Ceylan, Uğur, Nihat, Burak, Yasin, Mehmet Kiraz, Bahattin, Şafak sadece bir sonraki ölüm olana kadar geçerli gündem ve siyaset malzemesidir. Yeni ölümler yeni gündemler... “İsimler ölüp gider. Onlar için önemli olan sadece ölenin siyasi kimliği, o yoksa etnik kimliği, o da tutmazsa mezhebi… Çocuk olduğu için, genç olduğu için, kadın-erkek olduğu için hepsinden önemlisi insan olduğu için sahip çıkmayanlar yönlendiriyorlar hayatı. Artık yeter.”
Bu fısıltı, öğrenmeye hevesli olanlar için yeni bir siyasetin ipuçlarını sunuyor.
2013 Newroz’undan itibaren Kürt sorununun çözümü konusunda yeni bir süreç başlamıştı. Aradan geçen iki yılın sonunda, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın süreç karşıtı beyanatları ve hükümetin buna direnç göstermemesi, başa dönülme ihtimalinin konuşulmasına sebep oluyor. Sizce hâl nedir, gidiş nereye?
İmralı ile Kandil, süreç bahsinde aynı yerde dururken, Aksaray ile Çankaya arasında bir açı meydana geldi. Tayyip Erdoğan’ın hedefinde “başkanlık rejimi” var. Çankaya’nın ise bu hedefe o kadar gönülden bağlı olmadığını görüyoruz. Hükümet, iki yıl önce tutturulan doğrultuyu kategorik olarak ortadan kaldırma konusunda bir karar ve irade sahibi değil. 2013’te belirlenen doğrultu üzerinde hareket etme eğilimini sürdürüyor. Erdoğan açısındansa, kaçınılmaz olarak kendisiyle, ailesiyle, takıntılarıyla mevcut düzen arasında çok büyük bir gerilim var.
Bu çatışma salt siyasi değil. En az bunun kadar, Erdoğan’ın kamu mülküne bildiği gibi tasarruf etme ve bunu aile fertleri arasında paylaştırma arzusuyla da ilgili. Erdoğan, mevcut düzeni aile hâkimiyeti düzeniyle değiştirme kararlılığı içinde olduğu için sürece bambaşka bir açıdan bakmaya başladı. Davutoğlu ve Bülent Arınç’ın Erdoğan’ın bu hedefini paylaşmadıklarını, en azından buna hevesle sarılmadıklarını, Akdoğan’ın ise ikisi arasında gidip geldiğini gözlemleyebiliriz. Çözüm sürecine gösterilecek ilgi de bu hesaplara hangisinin ne kadar hizmet ettiğine göre değişiyor.
Yani hükümet, Erdoğan karşısında sürecin devamından mı yana?
AKP’ye yön veren, hükümetin başında bulunan kadronun çözüm doğrultusuna -çeşitli modifikasyonlarla da olsa sarılmayı- kendi iktidarları bakımından avantajlı bulduklarını gözlemliyorum. Ancak başkanlık rejimi şu an için açık bir darbeyle gerçekleştirilemeyeceğine, eldeki mekanizmalar içinden geçilerek inşa edileceğine göre, Erdoğan açısından HDP’nin başarısının tarihsel bir engel halini aldığını, bu başarıyı önlemek için alınması mümkün bütün tedbirleri alma kararlılığında olduğunu gözlüyorum.
Tayyip Erdoğan çözüm sürecini frenleyerek, bu süreci -Öcalan’ın da buna meydan ve fırsat vereceği hayaliyle- kendisiyle Öcalan arasında bir pazarlık sürecine dönüştürüp 8 Haziran’a ulaşmayı öngörüyordu. Süreç üzerindeki en büyük aktüel basınçlar bunlar. Tabii ki Erdoğan’la hükümet arasında kategorik bir karşıtlık yok ama ister istemez bir aktüel çıkar, siyasi hedef farklılığı var. Bundan ötürü de Erdoğan’ın süreç üzerindeki tasarrufları hükümetle arasında bir açı yaratıyor.
28 Şubat’taki Dolmabahçe toplantısı, süreç konusunda yeni ve iyi bir aşama olarak görülmüştü. İşler neden bu kadar hızla tersine döndü?
Hakikaten süreç yeni bir aşamaya yükselebilecek bir karakter kazanmıştı, Dolmabahçe açıklaması sırasında. Ama Erdoğan’ın frene basma nedeni de bu oldu. HDP’yi müzakereci olarak hükümetle masada karşı karşıya gösteren tablonun HDP’nin profilini büyük hızla yükselttiği, Genelkurmay Başkanı’nın açıklamalarından anladığımız kadarıyla bunun “PKK’nin de meşrulaşması” olarak okunduğu bir süreçte Erdoğan, bu gidişe takoz koyma ihtiyacı hissetti.
AKP’nin tek başına anayasa yapabilecek çoğunluğa ulaşabilirse, sizin tabirinizle “2013 perspektifini koruyan” hükümet içindeki kadrolar, Erdoğan’a arzu ettiği mutlak başkanlığı verme konusunda tereddüt eder mi? Erdoğan, AKP’nin böyle bir koşulda kendisine mutlak başkanlığı teslim edeceği inancına sahip mi?
Bence Erdoğan kesin olan hiçbir şeye sahip değil. Eğer AKP üyeleriyle Erdoğan arasında bilmediğimiz bir sözleşme yoksa Erdoğan şu an ne AKP hukuku bağlamında ne de yasal-anayasal bağlamda hükümeti bağlayabilecek bir durumda. Hükümetin şu an kendisine hareket kabiliyeti bulmuş olması da büyük ölçüde hukuki sürecin, devletin siyasi yapısının ve AKP hukukunun kendilerine bu hareket alanını yaratmış olmasıyla ilgili.
400 milletvekili istiyor Erdoğan. Diyelim ki bu fantastik sonuç ortaya çıktı. Bu bile Erdoğan’ın arzusuna ulaşacağını garantilemez. Çünkü bu, milletvekili listesini kimin yapacağına, Erdoğan’ın bu listeyi veto etme yetkisi olmadığı halde Davutoğlu’nun böyle bir vetoya uyup uymayacağına bağladır. Gerçi bu, Hakan Fidan’ın aday adaylığı sürecinde sınandı ve Erdoğan’ın elinin güçlü olduğu ortaya çıktı ama bunu her bir milletvekili için tekrar edip etmeyeceğini bilmiyoruz.
Eğer HDP baraja takılırsa ne olur?
O zaman Erdoğan’ın 400 vekil iddiası, kimi eksikliklerle de olsa doğrulanmış olacağından, bu onun siyasî kadro üzerindeki nüfuzunu artıracaktır. Bu noktada hükümetin, süreç bahsinde iddiasına sahip çıkıp çıkmayacağını öngöremeyiz. Hükümetin böyle bir Erdoğan’ın gücüne teslim olma ihtimali de vardır. Bu açıdan maç ortada.
Ancak HDP başarılı olduğu takdirde, hükümetin de Erdoğan karşısında kendi yönünü çizme imkânı doğacaktır. Bu da AKP saflarında yeni bir tartışma yaratacaktır. Gerçi, 330’un altında kalmalarının faturası Davutoğlu’na kesileceği için AKP’de üçlü bir tartışma; Erdoğan, Davutoğlu ve diğerleri arasında bir iç çatışma gündeme gelebilir.
Erdoğan, barajı aşamaması halinde HDP’yi herhangi bir STK’dan farklı görmeyeceklerini söylemişti. Süreçte önemli bir aktör olan HDP’nin baraj altında kalması, Erdoğan’ın bu beyanına bakılınca, sürecin bitmesi anlamına mı gelir? HDP’nin böyle bir durumda pozisyonu ne olacak?
Yüzde 9.9 oy almış bir partiye kimse STK muamelesi çekemez. Yüzde yarım bile oy almayan bir Hür Dava Partisi'ne (Hüda-Par) saygıdeğer bir parti muamelesi yapan iktidar veya cumhurbaşkanının bu lafları boştur. Zaten böyle bir temsil krizi çıktığı anda hiçbir şey eskisi gibi kalamaz.
Eğer HDP yüzde 10 sınırında bir kazaya uğrarsa şöyle olur: Yüzde 15 gibi seçime katılmayan bir nüfus, parlamento dışında kalmış diğer yüzde 5 ve nihayet HDP’yi de kattığınızda, yüzde 30-35 oranında bir nüfus, parlamento dışında kalmış, seçime katılanların iskemleleri de yüzde 40 oy almış bir parti tarafından gasp edilmiş olur.
Böylesi bir atmosferde, ağır bir temsil ve sistem krizi kaçınılmaz olarak doğar. Özellikle de bir çözüm dinamiği ve çözüm hedefi olan bir hareketin politik temsilcilerinin parlamentodan ve süreçten bu şekilde dışlanmış olmalarının öyle kolayca telafi edilebileceğini düşünmemek gerekir. Bu, açıkça bir erken seçimi zorunlu kılar. HDP böyle bir halde erken seçim için harekete geçeceğini de çoktandır beyan etti.
Böylesi bir ortamda çatışmasızlık hali devam eder mi?
Olur da parlamento dışında kalırsak PKK’nin tekrar silaha döneceğini söylemiyoruz. Gerçi PKK stratejik bir karar aldı ama diyelim ki bunu değiştirdi; öyle yapıp yapmayacaklarını da bize sormaz zaten. Ancak olursa şu ihtimal gündemdedir; hükümet, HDP’nin temsil ettiği toplum gücünü temsil edilmeye değmez bir azınlık olarak gördüğü için hiçbir özgürlükçü tedbire yönelmeyecek; doğrudan doğruya zor ve satın alma yolunu tutmaya yönelmek isteyecektir.
Bu durumda bir onur mücadelesine girmiş olan halk hem buna büyük tepki gösterecek hem de şiddete boyun eğmeyi reddedecektir. Bu şartlar altında çatışmasızlık son derece kırılgan bir zemine yerleşmiş olacağı için her an bozulma ihtimaliyle karşı karşıya kalır. Kaldı ki, çatışmasızlığın bozulmasından menfaat sağlayacak kesimlerin mevcudiyetini de göz önüne alırsak, bu şartlar altında çatışmasızlığı korumak son derece güç hale gelebilir.
“Madem parlamentoya giremedik, o zaman isyan edelim” denemez. Bir isyan böyle bir gerekçeye dayandırılamaz. Öcalan’ın çizdiği tarihsel doğrultuya KCK de sadıktır, HDP de bunu tam olarak bunu benimsemiştir. Dolayısıyla bir ortak çözüm, ortak gelecek ideali, HDP açısından stratejik olarak bağlı kalınacak bir hedeftir. Ancak hükümetin şu an Türk Silahlı Kuvvetleri (TSK) ile kurmuş olduğu yeni mutabakat üzerinden bakıldığında, güvenlikçi önlemler kendisini dayattığında bu gövde de bu sıkleti çekmeyebilir.
O zaman sizin tutumunuz ne olacak?
Henüz bunları konuşmak için bir neden yok. Çünkü biz bugüne başarıyla gelen ve öyle süreceği öngörülebilen bir seçim kampanyasının başındayız. Daha şimdiden bütün anketlerde barajı geçtiğimiz gözüküyor. Yüzde 9.8 ile 11-12 arasında değişen sonuçlar bir muhtemel başarıyı haber veriyor. 7 Haziran’a kadar bu yükseliş trendinin süreceğini öngörmek için pek çok nedenimiz var. Bunun hükümette de nasıl bir endişeye yol açtığını görüyoruz.
Hükümetin, başkanlık rejimine gidişatı engellemesi muhtemel HDP başarısı karşısındaki endişeleriyle Erdoğan’ın endişeleri aynı mı?
Hükümet, Erdoğan ölçüsünde dehşete kapılmayabilir. Çünkü onlar açısından seçimden birinci parti olarak çıkmak –eğer başkanlık rejimi peşinde değillerse- yeterli. Anayasal çoğunluk elde etmek şu an hükümet için birincil mesele olmayabilir ama bu, Tayyip Erdoğan için tek meseledir.
HDP ile AKP arasında, HDP’nin barajın altında kalması veya üstüne çıkması konusunda bir anlaşma olduğu iddiası var. Bu iki iddia birbiriyle zıt görünse bile, aynı yoruma ulaşıyor: “HDP, AKP ile anlaştı” deniyor. Ne diyorsunuz?
Spekülasyona gerek yok; böyle bir anlaşmanın olması için neden de yok, buna ihtiyacımız da yok. Bizim hükümetten kurtulmaya, hükümetin de bizden yakasını kurtarmaya ihtiyacı var. Hükümetle aramızdaki siyasal gerilim devam edecektir ama bu, Tayyip Erdoğan’la olduğu ölçüde bir hayat-memat gerilimi değildir.
Selahattin Demirtaş da ima etti; seçim öncesinde çeşitli provokatif saldırılar bekliyor musunuz?
Olmaz olmaz deme, olmaz olmaz! Türkiye tarihinde her seçim öncesi büyük komplo girişimlerine, öncesinde ve sonrasında manipülasyon ve rakibin başarısını önleme çabasına güç verildiğini biliyoruz. O yüzden de bu konuda kamuoyunu uyarmayı borç biliyoruz. Bizim siyasetin normal seyrini izlemek dışında hiçbir çıkarımız ve hedefimiz yok; bu bilinmeli.
İkincisi de, olağan gidişi ancak karşıtlarımız bozabilir. Somut olarak kulağımıza gelen şeyler de var. Özellikle Kürdistan’da provokasyonlara girişmek, eskiden AKP’ye oy vermiş ama şimdi HDP’ye yüzlerini çevirmiş kesimlerin baskı altına alınması, kanaat önderlerinin karalanması, satın alınmaya çalışılmaları türünden duyumlar alıyoruz. Bununla ilgili ayrıntılı raporlar ulaşıyor. O yüzden şimdiden teyakkuz halindeyiz ve bunları boşa çıkartmak için çaba gösteriyoruz.
Tayyip Erdoğan’ın İmralı’ya izleme heyeti gönderilmesi fikrine karşı yaptığı açıklamadan sonra TSK da sınır hattında yer yer çatışmalar yaşandığı iddiasını içeren beyanatlar veriyor. Genelkurmay Başkanı Necdet Özel de verdiği bir mülakatta özellikle Rojava üzerinden PKK’yi hedef alan ifadeler kullandı. Erdoğan ile TSK arasındaki ilişkiyi hangi bağlama oturtuyorsunuz?
Genelkurmay Başkanı Necdet Özel’in görev süresinin özel olarak uzatıldığını akılda tutarsak, Erdoğan’la aralarında çok yakın ve açık bir işbirliği olduğunu, Roboski katliamının her ikisini birbirine kan ile bağladığını görebiliriz. Bu açıdan Özel’i Erdoğan’dan ayrı düşünmek gerekmez.
Ancak Özel’in komuta ettiği geniş kadro içinde “Ergenekon” ve “Balyoz” sanıklarıyla zihniyet bağı olan güçlerin TSK'de nüfuzu tam olarak kaybetmediklerini, bir süre için sahne gerisine çekilmiş olsalar da şimdi yeni ortaklık ortamında -Erdoğan’ın ordunun karşısında yaptığı açık özeleştiri sonrasında- güvenlerinin tazelendiğini ve bildiklerince hareket etmeye başladıklarını düşünmek için çok fazla sebebimiz var.
Özellikle Irak sınırında meydana gelen gerilimlerin bu özgüvenle hareket eden TSK güçlerinin güvenlik tahkimatlarını artırma, PKK’nin çekildiği bölgelere geri dönerek buralarda konuşlanma, sınırlara tel örgü çekip mayın döşeme, güvenlik barajları inşasına hız vermelerinin sonucu olarak ortaya çıktığını ve bu operasyonlara karşı koyan Kürt güçlerine yönelik daha sert mukabeleleri gündeme getirdiğini gözlüyoruz.
Bu çerçevede, çatışmalar siyasi süreçten nispeten özerk bir biçimde sertleşiyor. Ancak Genelkurmay’ın çözüm sürecinin en önemli muhatabına açıktan saldırıya girişmiş olması elbette Erdoğan ile asker arasında ortaya çıkmış olan yeni mutabakatla ilgilidir. Örneğin Erdoğan’ın “Dolmabahçe yanlış oldu” demecinden iki gün sonra Özel’in “PKK meşruluk kazanıyor, neredeyse bir siyasi güç muamelesi görüyor” saptaması bu görüş ortaklığının açık bir ifadesidir.
Bu yeni ortaklığın arkasında Öcalan’ın 2015 Newroz’unda açıklanan ve silahsızlık stratejisi dolayısıyla Kürt hareketine daha fazla meşruiyet tanıması olası olan mektubunun içeriğinin yarattığı rahatsızlık yatıyor olabilir mi?
Newroz’da açıklanan mektup, o güne kadar ortaya çıkmış olan denge ve mutabakatı veya mutabakatsızlığı yansıtıyor. Gördüğünüz gibi Öcalan o mektubunda “hakikat komisyonu” kurulmasını bir nirengi noktası olarak ele almış. O açıdan Öcalan, eskiden beri izlediği tutumu sürdürüyor.
Hükümet, Öcalan konusunda çok fazla arayışa girdi. Öcalan’a yönelik pek çok telkin ve yaklaşımları oldu. Fakat Öcalan bunları, net sonuçlarını hepimizin gördüğü gibi savuşturmayı başardı. Çözüm sürecinin bekasını sağlamayı, HDP’nin, Kürt hareketinin ve hükümetle daha önce varılmış olan mutabakatların hepsini dengede tutmayı da başardı Öcalan. Bu da siyaseten HDP’ye ve Kürt hareketine büyük bir kazanç olarak dönünce, hükümetin ve çözüm karşıtlarının bütün beklentileri boşa çıktı.
Hem Öcalan’ın hükümetle halkın çıkarlarına karşı anlaşma yapacağına ilişkin felaket senaryoları boşa çıktı hem de hükümetin “Öcalan bizimle” diyerek oluşturmaya çalıştığı izlenimi yine Öcalan kendi hamleleriyle boşa çıkardı. Bu da Kürt hareketinin hanesine büyük bir kazanç olarak yazıldı.
Hükümet iki koyup hiçbir şey almayınca, Erdoğan’ın kaybettiklerini geri almak, siyasî nüfuz kazanamıyorsa zorbalıkla üstünlük elde etmek için uyguladığı basınçlara bir şekilde maruz kaldı. Önümüzdeki iki ay boyunca Erdoğan her gün artan ölçüde bastıracaktır. Nitekim Arınç’ın yarım dönüşlerle başladığı yere döndüğünü görüyoruz.
Yalçın Akdoğan’ın aslında Dolmabahçe sürecinin tam orta yerinde olmasına rağmen şimdi Kürtlerin özgürlük güçlerine karşı Erdoğan’ınkine paralel salvolarına bakınca, bu git-gelli sürecin hiç değilse AKP cephesinde yüzeysel bir birlik görüntüsü vermek üzere bir yeni ayara tabi tutulduğunu gözlüyoruz. Bu inişli-çıkışlı bir süreç ama hepimiz gözlüyoruz ki, hükümetin hükümet olması, cumhurbaşkanının cumhurbaşkanı olması, mevcut rejimde her iki merkezin hak ve güçlerinin sınırlandırılmış olması dolayısıyla bu gerilim sürüp gidecektir.
Erdoğan-Davutoğlu arasında bir iktidar paylaşımı çatışması yaşanmasını bekliyor musunuz?
Bu, Turgut Özal-Yıldırım Akbulut/Mesut Yılmaz ile Süleyman Demirel-Tansu Çiller arasında gördüğümüz gerilimler gibi. Her ikisinde de cumhurbaşkanları kaybetmişti. Şimdi Erdoğan’ın eli daha güçlü gibi görünüyor ama halk başkanlık rejimine herhangi bir destek vermediği için hükümet her durumda daha avantajlı bir konuma gelebilir.
Hükümet bu konuda bir testten geçecek. Ayrıca Erdoğan şimdi başkanlık rejimini savunmakla kalmıyor, parlamenter rejimin tıkandığını, bu sistemin “iflas ettiğini” de söylemeye başladı. Bu aslında Davutoğlu ve hükümete karşı doğrultulmuş bir argüman olarak görülebilir.
Bir başka konu, İç Güvenlik Yasası. Yasa çıkmadan önce bazı HDP yetkilileri “bu yasa çıkmayacak” veya “bu haliyle çıkmayacak” türü beyanatlar verdiler. Ama tasarı olduğu gibi yasalaştırıldı. Bu durumda HDP yetkililerinin kamuoyuna bir açıklama borcu yok mu?
Yok. Bir kere güç dengesi ortada. Bizim parlamento prosedürlerini ve toplumsal mücadele dinamiklerini birlikte işleterek bu yasayı dönem sonuna atmak dışında TBMM'de yapabileceğimiz bir şey olamazdı. Bu ise eninde sonunda sayılarla ilgili bir şey, 29 milletvekilimiz var. Retorikte biz kendi yetki ve güç sınırlarımızın ötesinde iddialar ileri sürmüş bile olsak, bu gerçek güçlerin boy ölçüştüğü sürecin tabiatını değiştirmez.
Gene de hükümet, gösterilen direnç karşısında bu yasanın tasarlandığı şekliyle çıkamayacağını düşünerek gayriresmi bir uzlaşma yolu aradı ve bütün partilerin grup başkan vekilleriyle görüştü. Değişiklik önerilerimizi alabileceklerini söyledi. Bunun üzerine bütün partiler “yasayı komisyona geri çekin, ondan sonra taleplerimizi konuşuruz” dedi.
Dolmabahçe görüşmeleri tam o ortamda gerçekleşti. O görüşmeler sırasında hükümet yetkilileri HDP sözcülerine yasada kendilerini en çok ilgilendiren yönün Jandarma'nın İçişleri Bakanlığı’na bağlanması olduğunu, geri kalan maddelerin tartışılmasına açık olduklarını söylemişlerdi. Grup Başkan Vekilimiz Pervin Buldan da buna atfen “yasa değişebilir” dedi. Ama bunların hiçbiri olmadı. Hükümet kurnazlığı tercih etti. Burada HDP’nin üzerine düşen sorumluluğu icra etmediği söylenemez.
İç Güvenlik Yasası kabul edilmeden önce “bu yasanın çıkması, çözüm sürecinin bitmesi demektir” değerlendirmeleri yapılıyordu. Yasa çıktı, süreç bitti mi?
Çözüm süreci, bu yasa çıktı diye bitmez. Ama yasanın işlemeye başlaması çözüm sürecinin içinde gerçekleşeceği evreni tahammül edilemez, çözümden söz edilemez hale getirebilir. İşin doğrusu hükümet ve emrindeki güvenlik güçleri bu yasada yer alan her şeyi daha önce de yapıyordu ama kanunsuz olarak yapıyordu. Dolayısıyla suç işliyorlardı.
Şimdi kanuni bir kılıf getirerek önceki hukuksuzluklarını temize çekmeye çalışıyorlar. Ayrıca sınırsız bir şiddetin önünü açıyorlar. Bu açıdan hakikaten son derece büyük bir tehlikeyle karşı karşıyayız. Eline bu gücü geçiren mülki amirlerin ve kolluk güçlerinin bu gücü kullanmaktan imtina edeceğini beklemek için aptal olmak lazım.
Bu gücü kullanacaklardır ve böylesi bir sahne, çözümden bahsetmeye imkân ve ihtimal vermeyecektir. Kürdistan’daki çatışmasızlık ancak, bir çözüm müzakeresi zeminini yaratmıştı. Şimdiyse hükümet kolluğa hem kırda hem kentte ayrım gözetmeksizin “makul” bulduğu herkese ateş etme yetkisini verdikten sonra, çatışmasızlık ayakta kalamaz. Çatışmasızlık ayakta kalmayınca da hiçbir müzakere yapılamaz. Bunu, yurttaşların özgürlüklerinin sıfırlanmasından bağımsız olarak da söyleyebiliriz. Yaşam hakkı ve ifade özgürlüğü kesin olarak bu yasayla birlikte kolluk gücünün insafına bırakılmıştır.
Bu yasa daha çıkmadan, yürürlüğe girmeden önce Ankara’da çekilmiş bir fotoğraf yer aldı medyada: Tepeden tırnağa zırha bürünmüş bir polis elindeki otomatik tüfeği, sivil, silahsız, hiçbir harekette bulunmayan bir gencin burnuna doğrultmuştu. Bu fotoğraf, bu yasanın içinde yeşerdiği iklimin görüntüsüdür. Bu yasa icra edilmeye başlandığı andan itibaren o fotoğraf şöyle değişecektir: O genç o mermiyi alnından yemiş olacaktır, polis de silahını kılıfına koyup o zırhlı araca binerek oradan uzaklaşacaktır. Bunu önlemek içindi tüm mücadele.
Bu mücadele bitti mi?
Hayır, hâlâ bu yasanın icrası bakımından her şey bitmiş değildir. Anayasa Mahkemesi’ne gidilecektir. Çünkü CHP grubu da bu yasaya karşı en az bizim kadar mücadele etti. Seçim arefesinde mutlaka bunu Anayasa Mahkemesi’ne taşımak isteyeceklerdir. Anayasa Mahkemesi’nden de bu yasa bozularak gelecektir. Fakat aradan geçen zamanda bu yasa icra edileceği için, seçime varıncaya kadar hakikaten bir müzakere zemininin var kalıp kalmayacağından endişeliyim.
Bütün bu uygulamaların arkasında rejim değişikliği, başkanlık sistemi arzularının yattığı söylenebilir mi? Türkiye’de yurttaşların kaderi Erdoğan’ın arzularına mı bağlanmış durumda?
Erdoğan’ın arzusu, aslında onun siyasî programını tercih eden bir sermaye grubu ve uluslararası ilişkiler toplamına tekabül ediyor. Dolayısıyla Erdoğan hiçbir şeyi kendi dengesizliğinin eseri olarak tasarlamıyor. Ortada bütün bu dengesizlikleri içeren ve kapsayan bir siyasi ihtiras ve yeni rejim arayışı var.
Bu rejim arayışı şu an için bir toplumsal meşruiyet kazanmamış durumda. En büyük avantajımız budur. Erdoğan’ın sağladığı göreli üstünlüğe, çeşitli devlet kurumlarının işleyişine birinci elden müdahil olma kabiliyetine karşı, mevcut siyasal mekanizmalar dâhilinde kalınarak verilecek bir mücadele bağlamında elde bir tek 7 Haziran seçimlerinin sunduğu karşı koyuş potansiyeli var.
Bu karşı koyuş potansiyelinin oranı konusunda kötümser misiniz?
HDP olarak kötümser olma hakkına sahip değiliz. Türkiye Cumhuriyeti tarihinde belki de ilk kez parlamento bir diktatörlük rejimini önleyebilme bakımından -eğer seçimlere kadar Erdoğan askerlerle birlikte bir darbe yapmayacaksa- bir imkân sunuyor. Bu imkan HDP’nin barajı aşmasıdır. Bu kadar sahici bir imkânı eline geçirmiş olan bir partinin kötümser olma hakkı yoktur.
Tersine, halkı mücadeleye sevk etme ve bu barikatı aşması için örgütleme mecburiyeti vardır. Biz bunu başarabileceğimizi, 8 Haziran sabahı başka bir Türkiye’ye uyanmak için bu barajı yıkmış olacağımızı, Erdoğan’ı diktatörlüğünü ilan etme hevesinin sonuna getirebileceğimizi öngörüyoruz.
Bu açıdan iyimseriz. CHP bu süreçte statükoculuğa saplanmaya devam etmez, Kürt halkının özgürlüğüne karşı düşmanca bir tutum benimsemezse, Erdoğan’ın işi daha da zorlaşır. Ancak yine de anahtar HDP'dir. HDP ile Türkiye halklarının kısa vadeli geleceği özdeşleşmiştir. O yüzden geleceğinin otoriter, faşist mezhepçi bir devlet altında kararacağını gören herkesin HDP’nin başarısında pay sahibi olması hem siyasi hem de stratejik bir zorunluluk olarak ortaya çıkıyor.
30 Mart Kızıldere katliamının yıldönümünden hemen önce bir grup 68 kuşağı mensubu, HDP’yi destekleyeceklerini açıkladılar. THKP-C’nin bıraktığı miras bakımından da HDP çatısı altında arzulanan bir sol ittifakı kurabildiniz mi? Ayrıca 30 Mart için neler söylersiniz?
Elbette 30 Mart içinden konuştuğumuzda, Kızıldere’de verilen hiçbir hayatın heba olmadığını, boşa gitmediğini söyleyebiliriz. Oradaki karşı koyuşun, yeni bir yol açma arzusunun bir izlek olarak Türkiye toplumunu çeşitli kuşaklar içerisinden geçerek bugüne kadar kat ettiğini görebiliriz. Bu izleğin vardığı yerlerden birisi Halkların Demokratik Partisi’dir. Ancak bunu sadece HDP ile sınırlayamayız. Bu tahayyülün mirasçıları arasında kendilerini CHP’li sayanlar, hiçbir partiden saymayanlar, bizimle ittifak halinde olmayan çeşitli devrimci, sosyalist parti ve hareketlere, hatta kimi İslamcı eğilimlere dağılmış olan binlerce, onbinlerce, yüzbinlerce insan var. Onlara da saygılı olmak zorundayız; böyle bir tekel iddia edemeyiz.
Ancak şunu söyleyebiliriz; THKP-C’nin 1970’ler başında hem siyasî strateji hem Türkiye’nin geleceği bakımından açmaya çalıştığı ufuk, esasen HDP tarafından sadece benimsenmekle kalmıyor, açık bir siyasi ifadeye de bürünüyor. Bu yalnızca Türkiye soluyla sınırlı bir kavrayış değil. Kürdistan özgürlük hareketi, THKP-C’nin [Türkiye Halk Kurtuluş Partisi/Cephesi], Kızıldere’nin açtığı yoldan Kürdistan’a taşıdığı devrimci atılımla biriktirdiği edinimi şimdi halkların ortaklığı için seferber ediyor.
Öcalan’ın “Mahir Çayan’ın emanetini HDP’ye iade ediyorum” derken kastettiği şey buydu. Yoksa somut olarak Mahir Çayan, Öcalan’a şahsen bir şey emanet etmiş değildi. Ama bir siyaset anlayışı, statükodan kopuş perspektifi sunmuştu. Bu da 40 yıl boyunca Kürdistan’da kendi mecrasında işledikten sonra şimdi ortak geleceğimizin yapı taşı haline geldi.
Öte yanda da Türkiye’nin demokratik ve sosyal haklar mücadelesi var. Burada hem doğrudan doğruya THKP-C, hem THKO [Türkiye Halk Kurtuluş Ordusu], Kaypakkaya ve diğer mücadele geleneklerinden gelen, yani 1971 direnişinin meşruiyetini her türlü iktidara karşı savunan ve taşıyanların ortaklığı olarak HDP’den bahsediyoruz.
O açıdan bu süreci hâlâ geliştirmeye ihtiyaç var. HDP’ye bu sürekliliği koruma konusunda büyük bir sorumluluk düştüğünü biliyorum. Bunu her gün yeniden icraya çalışıyoruz. Neredeyse yüzde 99’u Dev-Genç’li olan 68’li arkadaşların bu çerçevede HDP’de Sayın Öcalan’ın gördüğü şeyi görüyor olmaları bir rastlantı değil. Kendilerine de şükran borcumuz var. Hem köklerine sadık kaldıkları hem de bugün yapılması gereken doğru şeyi yapıp diktatörlükle mücadelede HDP’nin tahkim edilmesini görev bildikleri için müteşekkiriz.
Böylece 68'den beri yürüdükleri yolda yürümeye devam ettiklerini herkese göstermiş oldular. Bugün bir kere daha Kızıldere’de kaybettiğimiz arkadaşlarımızın her birinin bu süreçteki çabasının ne kadar önemli olduğunu bir kez daha değerlendirebiliyoruz. On’lar diyerek genelleştirdiğimiz, bir küme halinde ifade ettiğimiz her bir arkadaşımızın -Mahir’in, Sinan Kazım’ın, Hüdai’nin, Ertan’ın, Saffet’in, Sabahattin’in, Nihat’ın, Ahmet’in, Cihan’ın ve Ömer’in- tek tek bu süreçteki paha biçilmez emeğinin karşısında saygıyla eğiliyoruz.
Öcalan’ın Mahir’lerin çizgisine yaptığı vurgu düşünüldüğünde, HDP’nin İmralı heyetine şahsınızın dâhil edilmesine hükümetin izin vermemesi çok anlamlı değil mi?
Osmanlı’da oyun bitmez. (İA/BA)