Açık şehir demenin pek çok çağrışımı var. Savaşta şehrin olduğu gibi teslim edilmesi/alınması bir tür açık şehir ilanına bağlı. Silahsızlanmış bir şehir de denebilir.Uluslararası bir anlaşmadan yararlanan şehir de.
Bir film adı aynı zamanda, Roma Citta Aperta, Roma Açık Şehir. 1945 yılında yapılmış Roberto Rosselini’nin filmi Nazi işgali altındaki Roma’dan, açık şehirdeki direnen insanlardan bahseder. İtalyan Yeni Geçekçiliği film akımının ilk örneği olan filmde emeği geçenler arasında Federico Fellini de vardır, Anna Magnani de ve elbette Açık Şehrin insanları da…
Açık Şehir, Londra’da bir festival adı aynı zamanda. UCL (University College of London) Antropoloji bölümünün yıllardır düzenlediği; arşiv görüntülerin kullanıldığı ya da ters yüz edildiği, farklı formlara ve denemelere açık, üniversitenin dışına şehre ve açık başka mekanlara sızmaya çalışan bir festival: Open City Belgesel Film Festivali.
Ustalar, yeni yetenekler belgesel fikrini, tanımları ve biçimleriyle sorgulamayı ve genişletmeyi amaçladığını söyleyen ve bunu tanık olduğum kadarıyla yerine getiren bir festival.
Londra’da yerel, bağımsız sinema salonlarının önemli bir işlevi var. Farklı etkinliklere kapılarını araladıkları gibi üyeliklerle, kütüphaneleri ve açık alanlarıyla da seyirciyle buluşmaya çağırıyorlar. James Baldwin’in doğum yıldönümünde düzenlenen insan hakları aktivistleriyle sinema seyircisini bir araya getiren “The Price of the Ticket” film gösterimiyle Güneydeki Stanley Arts adlı bir sinemada izlemeye şansı buluyorum.
Ben öyle tanısam da, sadece bir sinema değil Stanley Hall, sanat galerisi, film ve müzik mekanının yan sıra çok farklı etkinliklere de ev sahipliği yapıyor.
Kuzeyde ise Makhmalbaf’ın filminden hemen hatırlanabilecek Close-Up Film Merkezi var. Close-Up’ın küçük sinema salonu, kitapları ve film seçkileriyle Open City Belgesel Film Festivali sırasında tanıştım.
Ehsan Khoshbakht’ın 1979’a dek İran’daki sinemayı kişisel ve tarihsel bir perspektifle ele alan, İran sineması’nın öncülerini, “Unutulan Sinema” başlığında bir araya getiren Filmfarsi belgeseli nedeniyle Close-Up Film Merkezi’ne yeniden uğradığımda tıpkı üniversite yıllarıma denk gelen Emek Sineması; mekan ve kişisel hafıza üzerine çokça düşünüyorum. Bir şehri sinemasal mekanlarıyla keşfetmek sinema izlemeyi de yazmayı da seven bir insan için ne büyük bir nimet ve belki de bir minnet şehrin pandemi sonrası açık mekanlarının parçası olmak.
Charlotte Ginsborg’un Songs for the River’ı (Bir Nehre Şarkılar) da benzer bir biçimde mekandan, mekanın insanlarından ve özel bir dönemde nasıl yaşadıklarından yola çıkarak bir dönemin ve bir şehrin güncesini tutuyor.
Mekana, insana hafıza kazandıran ve kazanan insanlar ve şarkıları bir belgesel sinemacının gözünden pandemi döneminin dayanışma güncesine dönüşüyor. Ortak alanları olan bir kooperatif evini mesken yapan, şarkıları derman, dayanışmayı yaşam tarzı yapan her yaştan, her meslekten insanlar var filmde. Bir Nehre Şarkılar filmi yaşama karşı söylenen bir şarkı belki de bir mektup. Tıpkı tüm bu filmlerden ve mektuplardan bahseden bu satırların yazarının sinemadan ve yeni bir şehirden yazdığı bu mektup gibi.
Fatima’nın Mektubu: Alia Syed
Mekanları nasıl içsel dünyamıza dahil ettiğimiz, nasıl tercüme ve tecrübe ettiğimiz üzerine çokça düşündüren filmlerden biri de Alia Syed’in Fatima’s Letter filmi. Bu da bir mektup film aslında. Adında da filmin içinde de geçiyor mektup. Fatima’nın yüzü müdür bilemiyorum ama filmin afişinde, festivalin posterinde Fatima ile özdeşleştirdiğimiz bir kadın yüzü var.
Alia Syed’in Londra’nın doğusundaki okuluna yaptığı yolculuklardan birinde denk geldiği bu yüz filmin de, festivalin de yüzü de oluyor. Whitechappel metro istasyonu bir dönem Alia Syed’in yaşamının önemli bir durağı. Filmin ardından istasyonu keşfe çıktığımda başka bir dünyaya da adım atmış gibi hissediyorum. Alia Syed’in geçmişi var burada, Fatima sandığım kadının yüzü ve Fatima’nın mektubu. Bu mektubu yazan yönetmen, yaptığı yolculuk, anı ve seyir üzerine kişisel bir hafıza-belgesel kuruyor.
Fatima’s Letter, (Alia Syed, 1991)
Alia Syed, Fatima’nın Mektubu filmiyle yıllarca gittiği okul yolundaki metro istasyonu görüntülerinden görsel bir mektup yazıyor. Urduca konuşan Fatima’nın mektubunda neler dediğini merak etseniz de altyazı çok sonra giriyor kadraja, üzerine karanlık düşüyor bazen görünmüyor bazen görünüyor, senkronize olması gerekmiyor.
Altyazı olarak bir metni filmin görselliğine böylelikle dahil ediyor. Metinler, görüntüler kendini sıklıkla tekrar ediyor. Görüntülerde karşımıza çıkan kadın yüzü sanki Fatima’yı temsil ediyor. Alia Syed bir sanatçı olarak bir açık alan yaratıyor kendisine, göçmen temsillerine ve sanatın temsil ve anlatım üretken olanaklarına, sınanan yerleşik bakışlara ve meydan okuyor tüm beklentilere.
Alia Syed’in Whitechapel metrosundan geçerek gittiği okul University of East London’un da, sonrasında devam ettiği Slade School’un da Britanya tarihinde, sinemasında temsil ettiklerini[1]; bir okulun sinema bölümünün tek başına bir sinema akımına, deneysel sinemanın bir mirasına dönüşebileceğini sonradan öğreniyorum.
Böylelikle Alia Syed’in filmleri daha da anlam kazanıyor. 1980’lerde 16 mm kameralarla filmlerini çekmeye başlayan Alia Syed kimlikve temsiliyet üzerine filmler yapıyor, sınırlar üzerine düşünüyor ve düşündürtüyor. Kendi sinemasında da sınırları zorlayan, daha çok uluslararası sanat kurumlarında kendine yer bulan Alia Syed festival kapsamında bir de sinema dersi veriyor. Yaşamından izlerle filmlerinden bahsettiği, “usta olmayan bir ustanın dersi bu” diyerek başladığı sinema dersinde aslında Fatima’nın mektubu gibi filmlerinin çıkış noktasının kendisiyle kavgasından, insanın haksızlığa karşı verdiği kavgadan kaynaklandığını anlatıyor.
Çocukluğunda filmler değil, kitapların daha çok olduğunu; ille de sinemadan bir şey hatırlayacaksa, ne kadar iyi bir anlatı formatı olarak görülse de, kendisini kızdıran bir sahne olarak arkadaşlarıyla izlediği Star Wars’un bir sahnesini hatırladığını söylüyor. Bir kalemde patlatılan o mavili yeşilli Alderaan gezegenini hiç unutmuyor, çünkü gezegen hiç temsil edilemeden yok ediliyor.
Temsil edilemeyenleri temsil etmek sadece sinemada değil gerçek hayatta da karşılığını buluyor ve İngiltere ve Fransa’yı birbirine bağlayan Manş Tüneli’ni yürüyerek geçmeye çalışan Abdul Rahman Haroun’un mahkemesine ve dayanışma gösterilerine dahil olur Alia Syed, bu yürüyüş nedeniyle hapse giren Sudanlı mülteci Abdul Rahman’ın yürüyüşünden, göç hikayesinden yola çıkarak bir deneysel film de yapar.
Glasgow’da 1967 yılında otobüs şoförlerinin katıldığı bir cenaze kortejinin en önünde yürüyen ve beyaz olmayan 2 şoförün görüntülerinden yola çıkarak yapar bir kısa filmini.[2] Geçmişin görüntüleri üzerine, günümüz Glasgow’undaki Güney Asya kökenli iki şoförün sesini kaydeder. Ne söyledikleri değildir sadece mesele, nasıl söyledikleridir, “dillerinde” geldikleri yer vardır. Dil de mektuplar da geldikleri yere dair çok şey söyler ya da gidemedikleri, varamadıkları yere.
“Boğulduğum İçin Üzgünüm” diyen mektup: İsimsiz
7 dakikalık bir animasyon belgesel Boğulduğum İçin Üzgünüm’ün[3] bir Suriyeli mültecinin üzerinden çıkan mektuptan esinlendiği söyleniyor. Kimin yazdığı belli değil, internette çokça paylaşılıyor. İsimsiz ancak bir o kadar da daha güvenli bir dünya için yola düşenlerin hepsinin ismini taşıyor.
Savaştan, zulümden kaçarken karada, havada ve denizde hayatlarını kaybeden insanlar anlaşmalara, pazarlıklara konu olmaya devam ediyor. Bu mektup anneye, geride bırakılan eve, arama kurtarma ekiplerine ve türlü hesaplar yapan ülkelerin göçmen dairelerine ve bir sona dair…
“Üzgünüm annem, teknemiz battı. Gideceğim yere varamadım. Yol parası için aldığımız borçları geri veremeyeceğim. Cesedimi bulamazlarsa üzülme anne. Zaten sana ne faydası var ki artık, cenazeyi taşıma, yükleme, defin ve taziye masrafından başka?
Özür dilerim anneciğim, savaş çıktığında ben de kaçmak zorunda kaldım her insan gibi. Oysa onlarınki kadar büyük hayallerim yoktu. Senin de bildiğin gibi benim bütün hayallerim senin kanser ilaçlarının kutusuna sığacak ve diş tedavini yaptıracak kadardı.
Üzgünüm güzel evim, artık kapının arkasına ceketimi asamayacağım.
Üzgünüm ey dalgıçlar ve arama kurtarma ekipleri, boğulduğum denizin adını bilmiyorum.
Merak etmeyin, ey sığınma ve göç daireleri size ağır bir yük olacak değilim.
Teşekkür ederiz, engin mavi deniz bizi kabul ettin, vizesiz ve pasaportsuz.
Teşekkürler balıklar, etimi paylaştınız. Ne memleketimi sordunuz, ne dinimi ne de siyasi görüşümü.
Teşekkürler haber kanalları ölümümüzü son dakika haberi olarak verdiniz 5 dakikalığına, her saat başı tam 2 gün boyunca.
Teşekkürler üzüldüğünüz için haberleri duyduğunuzda.
Boğulduğum için üzgünüm.”
Sorry, I Drowned (Boğulduğum İçin Üzgünüm, Hussein Nakhal ve David Habchy, 2017)
O çok uzak ülkeden bir mektup: Agha Shahid Ali
“Sevgili Shahid, sana o çok uzak ülkenden yazıyorum. Burada yaşayan bizlerden bile uzak. Artık olmadığın yerden. Herkes adresini cebinde taşır ki en azından cesedi eve ulaşabilsin...”
Bu dizeler Keşmirli, Amerika’da yaşamış bir şair Agha Shahid Ali’nin. Faiz Ahmed Faiz şiirlerini çevirmiş, Begüm Akhtar’dan etkilenmiş Agha Shahid Ali’nin şiirlerinin bir araya getirildiği Hiç Bitmeyen Odalar(2001), Postanesiz Ülke(1997), Bana İsmail De Bu Gece (2003) kitaplarını anmadan geçmek haksızlık olur.
Keşmir’in dağlarının üç boyutlu bir oyunda belirmesinin ardından Suneil Sanzgiri internette kolaylıkla ulaşılabilen Yeni Delhi’deki JNU(Javaharlal Nehru Üniversitesi) öğrencilerinin bir protestosuna götürüyor bizi Genç bir öğrenci Sevgili Shahid diye başlayan Agha Shahid Ali’nin şiirini okuyor.
“…Bu mektup, inşallah sana ulaşacak, çünkü kardeşim yarın güneye gidecek ve onu postalayacak. Burada posta pullarına bile ulaşılamaz. Bugün postaneye gittim. Nehrin karşısında. Çantalar ve çantalar - yüzlerce bez çanta - hepsi teslim edilmemiş postalar. Tesadüfen aşağıya baktım ve yerde sana yazılmış bu mektubu gördüm. O yüzden burada kapatıyorum. Umarım özlediğin birinden haber gelir.”
Keşmir Sorunu, geçmiş, diaspora olmak, tarih ve sömürgecilik üzerine bu kısa film şiir, müzik ve onurla isyan anlarını, şiddet ve travmayla nasıl yaşadığımızı ve nasıl dayanıştığımızı anlatıyor.
Hindistan’ın Keşmir tarihini onurlu insanların tavırlarında, dillerinde, şarkılarında ve protestolarında arıyor ve anıyor: Bir film festivalinde ödülünü alan kadın oyuncu Shabana Azmi’nin konuşmasında, İkbal Bano’nun şarkısında, Shaheen Bagh hareketinde (ayrımcı vatandaşlık yasaları ve polis baskısına karşı Delhi’nin Shaheen Bagh mahallesinden adını alan ve kadınların başlattığı hareket), kendisi de bir dalit olan eşitlik savunucusu ve savaşçısı B. R. Ambedkar’ın hayatında ve Ambedkar’ın biyografisini yazmış Hindistan Komünist Parti liderlerinden, yönetmenin akrabası da olan, Prabhakar Sanzgiri’ye yazılmış bir mektupla, elbette Agha Shahid Ali’nin şiirlerinde…
Agha Shahid Ali’nin mektubu gibi Parabkar Sanzgiri’ye de mektuplar ulaşmaz ancak başka bir kuşaktan Suneil Sanzgiri çok uzak bir ülkeden gelen bu filmle ulaştırır bize mektupları…
Yönetmen: Suneil Sanzgiri
Açık Son Mektup: Sahraa Karimi
Peki mektuplar ulaşınca ne oluyor? Elbette bir yanıt yazmak; bir çağrıya, davete icabet etmek bir duyguyu paylaşmak, en önemlisi dayanışmak gerekiyor.
Açık yazılmış mektuplar çoğu zaman bir protesto mektubu oluyor ve daha çok insana aynı anda ulaşmaya çalışıyor. Sahraa Karimi’nin dünyadaki tüm film topluluklarına, sinemacılara, sinemayı seven herkese ulaştırmaya çalıştığı mektup bugün hala hatırımızda…
Uzun yıllardır işgal altındaki şehir bir başka işgalciye sessizce teslim edilirken, Afganistan’dan, Kabil’den ve seslerini duyurmaya çalışanlar Kabil’i Taliban kadar yutan bu büyük sessizliğe ses verilmesini istediler, beklediler.
Bize kırık bir kalple ve güzel insanlarını, sinemacılarını Taliban’dan korumak için derin bir umutla yazan Sahraa Karimi’nin Taliban’ın pek çok bölgeyi ele geçirmesiyle yaşananlardan, giriştiği katliamdan, kadınların başına gelenlerden bahsettiği ve yardım istediği mektup, sessizliği yırtan son açık mektuptu.
(SG/EMK)
[1] Britanya’da bir üniversitede açılan ilk sinema bölümü, Slade School üzerine 4 bölümlük bir kısa tarihçe için bir okuma parçası için bkz.
[3] Sorry I Drowned, 2017, Sınır Tanımayan Doktorlar ve Studio Kawakeb tarafından gerçekleştirilen film Türkiye’de 9. Hangi İnsan Hakları Film Festivali programında da yer almıştı.