Açık yazılmış mektuplar çoğu zaman bir protesto mektubu oluyor ve daha çok insana aynı anda ulaşmaya çalışıyor. Sahraa Karimi’nin dünyadaki tüm film topluluklarına, sinemacılara, sinemayı seven herkese ulaştırmaya çalıştığı mektup bugün hala hatırımızda…
Açık şehir demenin pek çok çağrışımı var. Savaşta şehrin olduğu gibi teslim edilmesi/alınması bir tür açık şehir ilanına bağlı. Silahsızlanmış bir şehir de denebilir.Uluslararası bir anlaşmadan yararlanan şehir de.
Bir film adı aynı zamanda, Roma Citta Aperta, Roma Açık Şehir. 1945 yılında yapılmış Roberto Rosselini’nin filmi Nazi işgali altındaki Roma’dan, açık şehirdeki direnen insanlardan bahseder. İtalyan Yeni Geçekçiliği film akımının ilk örneği olan filmde emeği geçenler arasında Federico Fellini de vardır, Anna Magnani de ve elbette Açık Şehrin insanları da…
Açık Şehir, Londra’da bir festival adı aynı zamanda. UCL (University College of London) Antropoloji bölümünün yıllardır düzenlediği; arşiv görüntülerin kullanıldığı ya da ters yüz edildiği, farklı formlara ve denemelere açık, üniversitenin dışına şehre ve açık başka mekanlara sızmaya çalışan bir festival: Open City Belgesel Film Festivali.
Ustalar, yeni yetenekler belgesel fikrini, tanımları ve biçimleriyle sorgulamayı ve genişletmeyi amaçladığını söyleyen ve bunu tanık olduğum kadarıyla yerine getiren bir festival.
Londra’da yerel, bağımsız sinema salonlarının önemli bir işlevi var. Farklı etkinliklere kapılarını araladıkları gibi üyeliklerle, kütüphaneleri ve açık alanlarıyla da seyirciyle buluşmaya çağırıyorlar. James Baldwin’in doğum yıldönümünde düzenlenen insan hakları aktivistleriyle sinema seyircisini bir araya getiren “The Price of the Ticket” film gösterimiyle Güneydeki Stanley Arts adlı bir sinemada izlemeye şansı buluyorum.
Ben öyle tanısam da, sadece bir sinema değil Stanley Hall, sanat galerisi, film ve müzik mekanının yan sıra çok farklı etkinliklere de ev sahipliği yapıyor.
Kuzeyde ise Makhmalbaf’ın filminden hemen hatırlanabilecek Close-Up Film Merkezi var. Close-Up’ın küçük sinema salonu, kitapları ve film seçkileriyle Open City Belgesel Film Festivali sırasında tanıştım.
Ehsan Khoshbakht’ın 1979’a dek İran’daki sinemayı kişisel ve tarihsel bir perspektifle ele alan, İran sineması’nın öncülerini, “Unutulan Sinema” başlığında bir araya getiren Filmfarsi belgeseli nedeniyle Close-Up Film Merkezi’ne yeniden uğradığımda tıpkı üniversite yıllarıma denk gelen Emek Sineması; mekan ve kişisel hafıza üzerine çokça düşünüyorum. Bir şehri sinemasal mekanlarıyla keşfetmek sinema izlemeyi de yazmayı da seven bir insan için ne büyük bir nimet ve belki de bir minnet şehrin pandemi sonrası açık mekanlarının parçası olmak.
Charlotte Ginsborg’un Songs for the River’ı (Bir Nehre Şarkılar) da benzer bir biçimde mekandan, mekanın insanlarından ve özel bir dönemde nasıl yaşadıklarından yola çıkarak bir dönemin ve bir şehrin güncesini tutuyor.
Mekana, insana hafıza kazandıran ve kazanan insanlar ve şarkıları bir belgesel sinemacının gözünden pandemi döneminin dayanışma güncesine dönüşüyor. Ortak alanları olan bir kooperatif evini mesken yapan, şarkıları derman, dayanışmayı yaşam tarzı yapan her yaştan, her meslekten insanlar var filmde. Bir Nehre Şarkılar filmi yaşama karşı söylenen bir şarkı belki de bir mektup. Tıpkı tüm bu filmlerden ve mektuplardan bahseden bu satırların yazarının sinemadan ve yeni bir şehirden yazdığı bu mektup gibi.
Fatima’nın Mektubu: Alia Syed
Mekanları nasıl içsel dünyamıza dahil ettiğimiz, nasıl tercüme ve tecrübe ettiğimiz üzerine çokça düşündüren filmlerden biri de Alia Syed’in Fatima’s Letter filmi. Bu da bir mektup film aslında. Adında da filmin içinde de geçiyor mektup. Fatima’nın yüzü müdür bilemiyorum ama filmin afişinde, festivalin posterinde Fatima ile özdeşleştirdiğimiz bir kadın yüzü var.
Alia Syed’in Londra’nın doğusundaki okuluna yaptığı yolculuklardan birinde denk geldiği bu yüz filmin de, festivalin de yüzü de oluyor. Whitechappel metro istasyonu bir dönem Alia Syed’in yaşamının önemli bir durağı. Filmin ardından istasyonu keşfe çıktığımda başka bir dünyaya da adım atmış gibi hissediyorum. Alia Syed’in geçmişi var burada, Fatima sandığım kadının yüzü ve Fatima’nın mektubu. Bu mektubu yazan yönetmen, yaptığı yolculuk, anı ve seyir üzerine kişisel bir hafıza-belgesel kuruyor.
Fatima’s Letter, (Alia Syed, 1991)
Alia Syed, Fatima’nın Mektubu filmiyle yıllarca gittiği okul yolundaki metro istasyonu görüntülerinden görsel bir mektup yazıyor. Urduca konuşan Fatima’nın mektubunda neler dediğini merak etseniz de altyazı çok sonra giriyor kadraja, üzerine karanlık düşüyor bazen görünmüyor bazen görünüyor, senkronize olması gerekmiyor.
Altyazı olarak bir metni filmin görselliğine böylelikle dahil ediyor. Metinler, görüntüler kendini sıklıkla tekrar ediyor. Görüntülerde karşımıza çıkan kadın yüzü sanki Fatima’yı temsil ediyor. Alia Syed bir sanatçı olarak bir açık alan yaratıyor kendisine, göçmen temsillerine ve sanatın temsil ve anlatım üretken olanaklarına, sınanan yerleşik bakışlara ve meydan okuyor tüm beklentilere.
Alia Syed’in Whitechapel metrosundan geçerek gittiği okul University of East London’un da, sonrasında devam ettiği Slade School’un da Britanya tarihinde, sinemasında temsil ettiklerini[1]; bir okulun sinema bölümünün tek başına bir sinema akımına, deneysel sinemanın bir mirasına dönüşebileceğini sonradan öğreniyorum.
Böylelikle Alia Syed’in filmleri daha da anlam kazanıyor. 1980’lerde 16 mm kameralarla filmlerini çekmeye başlayan Alia Syed kimlikve temsiliyet üzerine filmler yapıyor, sınırlar üzerine düşünüyor ve düşündürtüyor. Kendi sinemasında da sınırları zorlayan, daha çok uluslararası sanat kurumlarında kendine yer bulan Alia Syed festival kapsamında bir de sinema dersi veriyor. Yaşamından izlerle filmlerinden bahsettiği, “usta olmayan bir ustanın dersi bu” diyerek başladığı sinema dersinde aslında Fatima’nın mektubu gibi filmlerinin çıkış noktasının kendisiyle kavgasından, insanın haksızlığa karşı verdiği kavgadan kaynaklandığını anlatıyor.
Çocukluğunda filmler değil, kitapların daha çok olduğunu; ille de sinemadan bir şey hatırlayacaksa, ne kadar iyi bir anlatı formatı olarak görülse de, kendisini kızdıran bir sahne olarak arkadaşlarıyla izlediği Star Wars’un bir sahnesini hatırladığını söylüyor. Bir kalemde patlatılan o mavili yeşilli Alderaan gezegenini hiç unutmuyor, çünkü gezegen hiç temsil edilemeden yok ediliyor.
Temsil edilemeyenleri temsil etmek sadece sinemada değil gerçek hayatta da karşılığını buluyor ve İngiltere ve Fransa’yı birbirine bağlayan Manş Tüneli’ni yürüyerek geçmeye çalışan Abdul Rahman Haroun’un mahkemesine ve dayanışma gösterilerine dahil olur Alia Syed, bu yürüyüş nedeniyle hapse giren Sudanlı mülteci Abdul Rahman’ın yürüyüşünden, göç hikayesinden yola çıkarak bir deneysel film de yapar.
Glasgow’da 1967 yılında otobüs şoförlerinin katıldığı bir cenaze kortejinin en önünde yürüyen ve beyaz olmayan 2 şoförün görüntülerinden yola çıkarak yapar bir kısa filmini.[2] Geçmişin görüntüleri üzerine, günümüz Glasgow’undaki Güney Asya kökenli iki şoförün sesini kaydeder. Ne söyledikleri değildir sadece mesele, nasıl söyledikleridir, “dillerinde” geldikleri yer vardır. Dil de mektuplar da geldikleri yere dair çok şey söyler ya da gidemedikleri, varamadıkları yere.
“Boğulduğum İçin Üzgünüm” diyen mektup: İsimsiz
7 dakikalık bir animasyon belgesel Boğulduğum İçin Üzgünüm’ün[3] bir Suriyeli mültecinin üzerinden çıkan mektuptan esinlendiği söyleniyor. Kimin yazdığı belli değil, internette çokça paylaşılıyor. İsimsiz ancak bir o kadar da daha güvenli bir dünya için yola düşenlerin hepsinin ismini taşıyor.
Savaştan, zulümden kaçarken karada, havada ve denizde hayatlarını kaybeden insanlar anlaşmalara, pazarlıklara konu olmaya devam ediyor. Bu mektup anneye, geride bırakılan eve, arama kurtarma ekiplerine ve türlü hesaplar yapan ülkelerin göçmen dairelerine ve bir sona dair…
“Üzgünüm annem, teknemiz battı. Gideceğim yere varamadım. Yol parası için aldığımız borçları geri veremeyeceğim. Cesedimi bulamazlarsa üzülme anne. Zaten sana ne faydası var ki artık, cenazeyi taşıma, yükleme, defin ve taziye masrafından başka?
Özür dilerim anneciğim, savaş çıktığında ben de kaçmak zorunda kaldım her insan gibi. Oysa onlarınki kadar büyük hayallerim yoktu. Senin de bildiğin gibi benim bütün hayallerim senin kanser ilaçlarının kutusuna sığacak ve diş tedavini yaptıracak kadardı.
Üzgünüm güzel evim, artık kapının arkasına ceketimi asamayacağım.
Üzgünüm ey dalgıçlar ve arama kurtarma ekipleri, boğulduğum denizin adını bilmiyorum.
Merak etmeyin, ey sığınma ve göç daireleri size ağır bir yük olacak değilim.
Teşekkür ederiz, engin mavi deniz bizi kabul ettin, vizesiz ve pasaportsuz.
Teşekkürler balıklar, etimi paylaştınız. Ne memleketimi sordunuz, ne dinimi ne de siyasi görüşümü.
Teşekkürler haber kanalları ölümümüzü son dakika haberi olarak verdiniz 5 dakikalığına, her saat başı tam 2 gün boyunca.
Teşekkürler üzüldüğünüz için haberleri duyduğunuzda.
Boğulduğum için üzgünüm.”
Sorry, I Drowned (Boğulduğum İçin Üzgünüm, Hussein Nakhal ve David Habchy, 2017)
O çok uzak ülkeden bir mektup: Agha Shahid Ali
“Sevgili Shahid, sana o çok uzak ülkenden yazıyorum. Burada yaşayan bizlerden bile uzak. Artık olmadığın yerden. Herkes adresini cebinde taşır ki en azından cesedi eve ulaşabilsin...”
Bu dizeler Keşmirli, Amerika’da yaşamış bir şair Agha Shahid Ali’nin. Faiz Ahmed Faiz şiirlerini çevirmiş, Begüm Akhtar’dan etkilenmiş Agha Shahid Ali’nin şiirlerinin bir araya getirildiği Hiç Bitmeyen Odalar(2001), Postanesiz Ülke(1997), Bana İsmail De Bu Gece (2003) kitaplarını anmadan geçmek haksızlık olur.
Keşmir’in dağlarının üç boyutlu bir oyunda belirmesinin ardından Suneil Sanzgiri internette kolaylıkla ulaşılabilen Yeni Delhi’deki JNU(Javaharlal Nehru Üniversitesi) öğrencilerinin bir protestosuna götürüyor bizi Genç bir öğrenci Sevgili Shahid diye başlayan Agha Shahid Ali’nin şiirini okuyor.
“…Bu mektup, inşallah sana ulaşacak, çünkü kardeşim yarın güneye gidecek ve onu postalayacak. Burada posta pullarına bile ulaşılamaz. Bugün postaneye gittim. Nehrin karşısında. Çantalar ve çantalar - yüzlerce bez çanta - hepsi teslim edilmemiş postalar. Tesadüfen aşağıya baktım ve yerde sana yazılmış bu mektubu gördüm. O yüzden burada kapatıyorum. Umarım özlediğin birinden haber gelir.”
Keşmir Sorunu, geçmiş, diaspora olmak, tarih ve sömürgecilik üzerine bu kısa film şiir, müzik ve onurla isyan anlarını, şiddet ve travmayla nasıl yaşadığımızı ve nasıl dayanıştığımızı anlatıyor.
Hindistan’ın Keşmir tarihini onurlu insanların tavırlarında, dillerinde, şarkılarında ve protestolarında arıyor ve anıyor: Bir film festivalinde ödülünü alan kadın oyuncu Shabana Azmi’nin konuşmasında, İkbal Bano’nun şarkısında, Shaheen Bagh hareketinde (ayrımcı vatandaşlık yasaları ve polis baskısına karşı Delhi’nin Shaheen Bagh mahallesinden adını alan ve kadınların başlattığı hareket), kendisi de bir dalit olan eşitlik savunucusu ve savaşçısı B. R. Ambedkar’ın hayatında ve Ambedkar’ın biyografisini yazmış Hindistan Komünist Parti liderlerinden, yönetmenin akrabası da olan, Prabhakar Sanzgiri’ye yazılmış bir mektupla, elbette Agha Shahid Ali’nin şiirlerinde…
Agha Shahid Ali’nin mektubu gibi Parabkar Sanzgiri’ye de mektuplar ulaşmaz ancak başka bir kuşaktan Suneil Sanzgiri çok uzak bir ülkeden gelen bu filmle ulaştırır bize mektupları…
Yönetmen: Suneil Sanzgiri
Açık Son Mektup: Sahraa Karimi
Peki mektuplar ulaşınca ne oluyor? Elbette bir yanıt yazmak; bir çağrıya, davete icabet etmek bir duyguyu paylaşmak, en önemlisi dayanışmak gerekiyor.
Açık yazılmış mektuplar çoğu zaman bir protesto mektubu oluyor ve daha çok insana aynı anda ulaşmaya çalışıyor. Sahraa Karimi’nin dünyadaki tüm film topluluklarına, sinemacılara, sinemayı seven herkese ulaştırmaya çalıştığı mektup bugün hala hatırımızda…
Uzun yıllardır işgal altındaki şehir bir başka işgalciye sessizce teslim edilirken, Afganistan’dan, Kabil’den ve seslerini duyurmaya çalışanlar Kabil’i Taliban kadar yutan bu büyük sessizliğe ses verilmesini istediler, beklediler.
Bize kırık bir kalple ve güzel insanlarını, sinemacılarını Taliban’dan korumak için derin bir umutla yazan Sahraa Karimi’nin Taliban’ın pek çok bölgeyi ele geçirmesiyle yaşananlardan, giriştiği katliamdan, kadınların başına gelenlerden bahsettiği ve yardım istediği mektup, sessizliği yırtan son açık mektuptu.
[3] Sorry I Drowned, 2017, Sınır Tanımayan Doktorlar ve Studio Kawakeb tarafından gerçekleştirilen film Türkiye’de 9. Hangi İnsan Hakları Film Festivali programında da yer almıştı.
DİTAV Kültür Sanat Evi nisanı bitirirken bu hafta peşpeşe iki programla yürüyor. Ebru Ojen’in Belgrad Kanon söyleşisi ve iki gün arayla Ahmed Arif’in yaş gününde onun üzerine yapılan belgesel gösterimi…
Bizim buralarda kırsal coğrafyanın kadim sloganıdır başlıkta merhaba diyen. Kışın ceberrut / kasvet kokan hâli bitmiş, bahar el etmiştir artık. Toprak altında uyanmayı bekleyen tohumun filizi uç vermiş ve ‘boy vermeye hazırım’ demiştir ya! İşte nisanda iki, gûlanda (mayıs) bir yağmur toprağın gebe halinin doğurmasına yetecektir.
Aynen bu minval üzre yüründü kültüre ve sanata dair. Kentin suriçinin kadim mekânı DİTAV Kültür Sanat Evi nisanı bitirirken bu hafta peşpeşe iki programla yürüyor.
Ebru Ojen’in Belgrad Kanon söyleşisi ve iki gün arayla Ahmed Arif’in yaş gününde onun üzerine yapılan belgesel gösterimi…
Yazar Ebru Ojen DİTAV Kültür Sanat Evi'nin konuğu olarak Diyarbakır'a geliyor. Ojen’in 'Lojman', 'Aşı', 'Et Yiyenler Birbirini Öldürsün' kitapları geçtiğimiz yıllarda yayınlanmış ve edebiyat çevreleri ile okurlarının hayli ilgisini çekmişti.
Ebru Ojen bu kez 'Belgrad Kanon' romanıyla okuruyla buluşuyor. Yasadışı ya da yasal yollardan ülkesini terk etmek zorunda kalanların yerleştikleri bir Balkan ülkesindeki pozisyonları, konumlanışları, çaresizlikleri, iş-güç halleri, sorunların parçası haline dönüşmeleri, uyum ya da uyumsuzluklarını masaya yatırdığı yeni romanı 'Belgrad Kanon' İletişim yayınları arasında çıktı. Okudum ve beğenerek de okurlara önerdim.
Yazar Beyda Yıldız’ın moderatörlüğünü yapacağı “Ebru Ojen söyleşi ve imzası” 19 Nisan cumartesi günü saat: 14.00’te DİTAV’ın suriçi, Meryemana Süryani Kadim Kilisesi bitişiğindeki Kültür Sanat Evinde yapılacak.
Ebru Ojen söyleşi ve imzasından iki gün sonra 21 Nisan pazartesi saat 19.00’da da yine DİTAV Kültür Sanat Evi avlusunda Ahmed Arif üstadın yaşgününde “Ahmed Aarif’in Hasreti” belgeselinin gösterimi yapılacak. 85 dakika uzunluğundaki belgeselin yönetmeni Dilek Gül, yapımcısı Ecevit Kılıç.
Yaklaşık 15 aydır kentin kültürel sanatsal iklim dünyasına kazandırılan ve eski bir “Süryani Kızlar Mektebi” olan “DİTAV Kültür Sanat Evi”, etkinliklerini “Amida Akademi Buluşmaları / Söyleşileri” başlıkları altında yapıyor. Tüm etkinliklerini de herkese açık ve ücretsiz olarak gerçekleştiriyor…
Hayatın tek başına ekonomi ve siyaset cephesinden değil, kültür sanatın ruhi şekillenme dünyası üzerinden de yürümesinin ihtiyaç hâlini bilerek elbette şehrin bu tür mekânlarının çoğalmasını diliyorum…
Diyarbakırlı ve Diyarbakır'da yaşıyor. Türkiye Yazarlar Sendikası üyesi ve Uluslararası PEN Yazarlar Örgütü Diyarbakır Temsilcisi. Pek çok dile çevrilen 20 kitabı bulunuyor. Ankara Üniversitesi Siyasal...
Diyarbakırlı ve Diyarbakır'da yaşıyor. Türkiye Yazarlar Sendikası üyesi ve Uluslararası PEN Yazarlar Örgütü Diyarbakır Temsilcisi. Pek çok dile çevrilen 20 kitabı bulunuyor. Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi’ni bitirdi. bianet'te yazıyor.
Türkiye’de vuku bulanlar Şili veya Arjantin’deki vaziyete çok benzese de Avrupa hakikati görmemeyi tercih ediyordu. Türkiye’nin NATO ülkesi olması askerî iktidara sanki dokunulmazlık sağlıyor, 12 Eylül cuntasının dayattığı anayasa bir zafer olarak lanse ediliyordu. Popülerliğinin zirvesindeki liberal ekonomik sistemin tatbik edilmesine yönelik proje bu aradaTurgut Özal’ın önderliğinde yürürlüğe sokulmuştu. Türkiye’nin zaten aksak olan demokrasi süreci bir kez daha baltalanırken dinî motifler iktidar söylemlerinden okul müfredatına fazlasıyla geniş yer almaya başlamıştı.
Memlekette baskı atmosferi boğucu bir seviyeye ulaşmış, sansürlü haberler insanların bilgilenme hakkını elinden almıştı. Halk korkudan sinmiş, adeta donakalmıştı. Hürriyet için mücadele verenler ya faili meçhul cinayetlerle öldürülmüş, ya zindanlarda sürekli işkenceye tabi tutulmuş veyahut günümüzde bile bulunmamak üzere kaybettirilmişti.
Avrupa’ya kaçabilmiş bir avuç devrimci hadiseleri dışarıdan daha net şekilde takip ettiğinden emperyalist güçlerin Türkiye’deki rejimi destekliyor olmasına rağmen tekrar örgütleniyor, sessiz kalmaya devam eden Avrupa’nın dikkatini Türkiye’nin korkunç vaziyetine çekmeye çalışıyordu.
Batı medeniyetinin beşiği sayılan Avrupa, Türkiye’de olanları görmemeyi tercih ediyor, “Türkiye’de bir şey olmuyor”muş gibi davranıyordu.
Bir darbenin yara izleri (Les cicatrices d’un putsch/Scars of a putsch) adlı belgesel seyirciyi ibretlik arşiv görüntüleriyle o döneme sürüklüyor. Filmin yönetmeni ve senaryo yazarı Nathalie Borgers bir devrimcinin eşi olduğundan mevzuya derinlemesine nüfuz ediyor, ortaya çıkan sonucun samimiyetine inanmakta hiç güçlük çekmiyoruz.
2025 Avusturya, Belçika ortak yapımı 102 dakikalık belgesel dünya prömiyerini Berlinale’de gerçekleştirdikten sonra CPH:DOX ve Diagonale’de seyirciyle buluştu, Türkiye ile alakalı sık sık görmezden gelinen acı gerçeklere bir kez daha layıkıyla parmak basmış oldu.
Katiller kollanıyor
Filmin başından itibaren cesur bir üslupla karşı karşıya olduğumuzu anlıyoruz. Kamera bir erkeğin çıplak bedeninde uzun uzun yakın plan dolaşırken, aradan yıllar geçmiş olmasına rağmen kaybolmamış muhtelif kurşun izlerini keşfediyoruz. Üniversite öğrencisiyken devrimci harekete katılmış esas kahramanımız Abidin sağcı çetelerin onu ve arkadaşlarını öldürmek üzere giriştikleri saldırıyı teferruatıyla aktarıyor.
O dönem, ODTÜ’deki en başta olmak üzere memleketteki öğrenci hareketi dalga dalga yayılmıştı; devrim kıvılcımları fabrikalara sirayet edip yurt sathına yayılmış olduğundan devlet kaçak güreşerek isyanı söndürmeye girişmişti. İktidar terör estirirken insanlar dövülüyor, gözaltına alınıyor, sistematik olarak işkenceye tabi tutuluyor, ya şüpheli şekilde öldürülüyor, veyahut izi bulunmayacak şekilde kaybettiriliyordu. Karakola ve hapse düşenlerin insanlıktan çıkması için tatbik edilenler ne kadar gaddarsa her türlü baskıya ve şiddete kafa tutabilenlerin direnci de o ölçüde bileniyordu. Devletin propagandasında devrimciler şeytanlaştırılıyor, çakma hukuk davaları ve ipe sapa gelmez ithamlarla mücadeleleri apolitik güruhlara “anarşi” olarak pazarlanıyordu.
Yalnız o dönemde değil, günümüze kadar varan siyasi rejimlerde de hakikatleri çarpıtma ve hafızayı silme faaliyetleri gayet sıradan bir pratiğe dönüştü.
Lakin Avrupa’ya sığınmış devrimcilerin “aydın” Batı’dan beklentileri hayal kırıklığına dönüşmüştü.
İnsan haklarının bayraktarlığını yapmış ülkelerin Türkiye’deki vaziyete sessiz kalmaları inanılır gibi değildi. Üstelik bunu yapanların arasında amacı tüm gezegendeki haksızlıklara dikkat çekmek olan bazı malum kurumlar da dahildi. Riyakâr siyasi arenanın baskın gücüne rağmen gurbette de durmayan devrimciler, asla unutmadıkları Türkiye’deki yoldaşları ve genel manada memleketleri için mücadelelerini sürdürdüler.
Dinî motifler özenle yerleştirilir…
Emperyalizmle mücadelesi bir türlü bitmeyen memleketin yakın tarihini berrak bir bakış açısıyla işleyen belgesel, günümüze göndermeleriyle daha da manidar hale dönüşüyor.
Kenan Evren ve cuntasının attığı temellerin şu andaki rejimin altyapısını oluşturduğunu ve din üzerinden halkı yönetme projesinin tatbik edilmeye çalışıldığını bir kez daha idrak edeceksiniz.
Muhafazakâr damar beslenmek suretiyle ithal “ılımlı İslam” projesinin o zamandan itibaren yavaş yavaş empoze edildiği muhakkaktı (Üstelik o döneme göre günümüzdeki ilerlemiş teknoloji sayesinde insanların sistem tarafından mütemadiyen takip edilme ihtimali epeyce yüksek olduğundan artık özel hayatlara rahatlıkla sızılabiliyor).
Oysa gurbetteki devrimci kahramanlarımızın o zamanlar ellerindeki imkânlar kısıtlı olduğundan akıllarına gelen dâhiyane fikir Viyana’da bir Galatasaray maçını basmak olmuştu. Bezden “Faşist cunta ve anayasasına hayır” pankartlarıyla yeşil sahaya inen yoldaşlar kısa zamanda güvenlik kuvvetleri tarafından uzaklaştırılsalar bile maçın naklen yayınlanması sayesinde mesajlarını dünyaya duyuruyorlardı. Avusturyalı sunucunun, mevzuya hâkimmiş gibi “Türk fanatikler…” yaftasını devrimcilere yapıştırması tabii ki kahramanlarımızın hoşuna gitmemişti. Yıllar sonra aynı stadyuma gidip o anı bize tekrar yaşatma çabaları benim için belgeselin en yoğun anlarından birini oluşturdu.
Bir de Yeter’in bize aktardıkları var. 16 yaşındayken tutuklanmış, işkencelere maruz kalmış, inanılması imkânsız ithamlar çerçevesinde idam talebiyle yargılanmış kahramanımız, aslında suçlunun kim olduğunun devlet tarafından gayet iyi bilindiğini söylüyor: “12 Eylül”.
Cezaevine girerken kendisine gardiyanlar tarafından gösterilen duvardaki “Allah yok, peygamber izne gitti” yazısının “Burada başına her şey gelebilir” manasını taşıdığını da bize aktarıyor. Bekâret testine maruz bırakıldığında yaşadığı utanç bir yana, olumsuz çıktığı takdirde test sonucunun hakkındaki iddianamede muhtemel suç unsuru olabilirmiş gibi sunulduğunu da sözlerine ekliyor. Mantalitenin bugün de değişmediğine, sadece sistemin el değiştirdiğine dair ifadesiyle hemfikir olmayacak kimse yoktur sanırım.
Direniş sürüyor mu?
Uzun zamandır bu kadar temiz arşiv görüntülerinin peş peşe sıralandığı, o dönemle alakalı böylesine aydınlatıcı bir belgesel seyretmemiştim. Filmin neredeyse ilk yarısı boyunca yalnız siyah beyaz değil, renkli fotoğraflar ve tertemiz görüntüler bize bilhassa polis adaletsizliğini, şiddetini ve acımasızlığını teferruatıyla yansıtıyor.
Filmde konuşan kafalar da var tabii ki; fakat ekrandan (veya perdeden) taşan enerjiler o kadar yoğun ki kameranın odaklandığı kişilerle empati kurmak kesinlikle mümkün.
78’liler derneğinin arşivindeki birbirinden değerli dokümanlar, yoldaşların kan lekeleri hâlâ üzerlerindeki kıyafetleri, mapushanenin sansürüne takılmış ve asla yazıldığı kişilere ulaşmamış mektuplar…
Seneler boyunca ziyaret edilen cezaevlerinin kapılarında oluşmuş “anne” dostlukları ve dayanışması da kayda değer.
Filmde magazin olarak değerlendirebileceğimiz ve o dönemin vintıçlığını bize birebir yaşatabilecek görüntüler de yok değil. Özal’ın Thatcher veya Reagan’la sıcak görüşmeleri, Kenan Evren ve ailesinin Büyük Britanya Kraliçesi tarafından nazik kabulü, “Türk’e Türk’ten başka yoktur dost nimet…” diyen MüşerrefAkay’a ait “Türkiyem” şarkısının “coşku” dolu görüntüleri…
Neyse ki filmde merhum SarperÖzsan’ın 1 Mayıs marşını da duyuyoruz, jenerikte de Mehmet Soyarslan imzalı, Cem Karaca’nın sesinden ilk “Resimdeki gözyaşları” versiyonu kulaklarımızın pasını siliyor!
Soğuk Savaş sona erer mi?
Dönemin magazini deyince, bu işi layıkıyla kotaran bir belgesel arıyorsanız, dünya çapındaki bir konferans hakkında çekilmiş Helsinki efekti (The Helsinki effect) adlı filmin peşine düşün derim.
Soğuk Savaştan bıkmış gibi görünen yerkürede Sovyetler Birliğinin lideri LeonidBrejnev’in zoruyla Finlandiya’nın başkenti Helsinki’de toplanmış liderler arasında SüleymanDemirel’e, hatta gazeteci ordusunun içinde gencecik Mehmet AliBirand’a bile rastlayabilirsiniz.
Avrupa Güvenlik ve İşbirliği Konferansı, 1 Ağustos 1975’te Helsinki Nihai Senedi’nin 33 Avrupa ülkesi ile ABD ve Kanada tarafından Devlet ve Hukûmet Başkanları düzeyinde imzalanmasıyla sonuçlanmıştı.
Fakat bitmez tükenmez arşiv görüntülerinin ne kadar sıkıcı olduğunu bize defalarca söyleyen, adını hem yönetmen, hem senaryo yazarı, hem de montaj hanesinde gördüğümüz muzip yönetmen Arthur Franck, seyirciyi eğlendirmek için muhtelif şaklabanlıklara başvurmaktan geri durmuyor.
2025 Finlandiya, Almanya, Norveç ortak yapımı 90 dakikalık filmin prömiyeri CPH:DOX’ta gerçekleşti, pek yakında Finlandiya’da genel gösterime girecek.
Filmin yaratıcısı Franck, Brejnev’in İngilizce bilmeme ihtimali yüksek olmasına rağmen yapay zekâ aracılığıyla onu İngilizce konuşturuyor; üstelik hipotetik olarak Rus şivesini gözetmeyi ihmal etmeden!
Nixon skandalı yüzünden ABD başkanlığını devralmış Ford fazlasıyla silik kalsa da dümeni elinde tutanın “şahin” Kissinger olduğu muhakkak.
Aldo Moro onu bekleyen sonun farkındaymışçasına gayet mütevazı bir Katolik; benzer konumda olmasına rağmen Nikolay Çavuşesku konuşma süresini dakikalarca aşan arsız lider; faili meçhul bir cinayete kurban gidecek olan Olof Palme ise hem duruşu hem de konuşmasıyla herkesi kendine hayran bırakan adeta bir ilah!
Bir zamanlar gizli tutulmuş konferans dahili ve harici, muhtelif kayıtlar filmde neredeyse siyasi dedikodulara evriliyor, çılgınca bir montajla diplomatik bir “bombardımana” dönüşüyor.
Tabii konferansın inandırıcılığına ve güvenilirliğine halel getirecek hadiselerin mütemadiyen patlak verdiği bir gezegende olduğumuz unutulmamalı. Lakin konferansa damga vuran esas kriz, daha yeni patlamış Kıbrıs vakası oluyor. Simsiyah kepi ve cübbesinin önündeki kocaman haçıyla yüzlerce delegenin karşısına çıkan Makarios Türkiye’yi işgalcilikle, çakallıkla, cinayetlerle ve daha birçok şeyle itham ediyor. Makul İngilizce’siyle nispeten genç Demirel ise büyük bir pişkinlikle iddiaları yalanlıyor.
Geçenlerde KKTC’de çok geniş katılımlı protestolara yol açan, ortaöğretim düzeyinde başörtüsünün serbest bırakılmasına karşı protestolar, tetikte bekleyen kriz müptezellerini 1974 benzeri bir çıkarmaya sürükleyebilir mi?
NATO batağı
Türkiye’nin alenen şer odağı sınıfına sokulduğu bir film izlemek isterseniz şayet Savaşla karşı karşıya (Facing war) adlı belgesel sizin için biçilmiş kaftan. Malum NATO’nun genel sekreterlik görevini uzun süre üstlenmiş olan JensStoltenberg’i mümkün olabildiğince yakından tanırken mazisi ve özel hayatı hakkında da malumatlandırılıyoruz. Putin’in Ukrayna’ya saldırmasıyla diplomatik kazan fazlasıyla kaynamaya başlıyor ve kahramanımız kendini bilfiil savaş arenasının içinde buluyor.
Yönetmen, senaryo ve sinematografi hanelerinde adını gördüğümüz TommyGulliksen’in 2025 Norveç, Belçika ortak yapımı 105 dakikalık belgeseli adeta bir gerilim filmi. Dünya prömiyerini CPH:DOX’ta gerçekleştirdikten sonra gezegenin muhtelif festivallerinde ve genel gösterimlerde seyirciyle buluşmakta olan belgesele kahramanımızın sakin tabiatı damgasını vursa da küresel gerginlik arttığında diplomatik zarafetini korumakta zorlandığını da hissediyoruz.
Rusya’nın yayılmacı dürtüleri depreşince, İsveç ve Finlandiya’nın NATO’ya dahil olma telaşı sırasında değere binen Türkiye adeta NATO’nun çıbanı haline dönüşüyor. O ana kadar tarz olarak sadece gazetecilik kokan belgesel, aniden bizi hissi olarak tesiri altına alan hipnotik bir büyüye evriliyor. Uzun süren çetrefilli görüşmeler sonucunda Türkiye tam ikna olmuş ve mesele selametle halledilmiş sanılırken Türkiye’den Avrupa Birliği’ne dahil olma hususunda yepyeni bir talep de gelebiliyor…
Kahramanımız örgütte uzatmaları oynarken zorlanmıyor değil, fakat bedensel teması sevdiğinden sanki stresini sık sık karşılaştığı dünya liderleriyle fiziksel temasta bulunarak atıyor. Zelenski en başta olmak üzere aynı tarza sahip Macron ve Trudeau bu şefkat göstergelerinden nemalanırken örgütün diğer çıkıntısı, sağlığına halel getirebilecekmiş gibi görünen devasa göbeğiyle arsız Orban ister istemez belirli bir mesafede tutuluyor…
Artık memleketine dönmüş olan Stoltenberg’in halefi Rutte döneminde, acaba NATO’nun içinde çırpındığı bataklardan Ukrayna’da selamete erişilebilecek mi?