Tarihe tanıklık eden belgeseller, tarihi sorgulayan, öğretilmiş tarihi, resmi tarihi sorgulayan, sorgularken resmi kayıt ve görüntüleri dahi resmi olmayan bir bakışa, okumaya çeviren belgeseller...
Tarih üzerine, yaşadıklarımız üzerine yeniden ve tersinden bakmayı aslında tarih üzerine yeniden düşünmeyi, teoriyi ve yerleşik inançları gözden geçirmenin pratikleri.
Tüm bunlar belki de günümüz Türkiye'sinin tam da ihtiyacı. İçinden geçtiğimiz şimdiki zaman, yakın tarih her an belgesele konu olabilir ama önemli olan resmi olanın ötesini gören, görebilen belgeseller.
İdeolojik aygıtlar bir savaşı, çatışmayı, direnişi bize nasıl sunarsa sunsun, gerçekte yaşanan neydi ve ne sorularını sormaya devam etmeli, bu soruları soran filmler yapmaya devam eden filmler gibi.
Venedik Film Festivali'nde bu yıl Türkiye'den katılan yönetmenler, Anayurdu ve Abluka filmleriyle geleceğin ve şimdinin Altın Aslan'ı için yarışırken yine memleket ve insan hikayelerini, bir yakın tarihi anlatıyorlar. Belgesellerden sonra şimdi onların hikayelerini dinliyor, izliyor olacağız.
Sokurov: Paris ve Leningrad arasında
Aleksandr Sokurov, asker oğlunu Çeçenistan’da arayan ana Alexandra dahil ana-oğul filmlerinde sessizliği olduğu kadar olağan insanın sesini duyan ama aynı zamanda dünyanın farklı dönem ve ülkelerinde iktidarı, iktidarın temsili kişiliklerin sesini de yorumlayan, yolu VGIK’ten geçmiş bir yönetmen.
Tarihin ağır yükünü taşıyan, yorumlaması cesaret isteyen sesleri aktardığı 20. yüzyılın, dünyayı etkilemiş olan kişiliklerinin filmleri arasında, Lenin’in bir gününü anlatan Boğa, Hitler’i Stalingrad’dan kısa bir süre önce Bavyera bölgesinde gördüğümüz Moloch ve Japon imparatoru Hirohito’nun İkinci Dünya Savaşı’nın son günlerinden bir kesiti içeren Güneş filmleri var.
Sokurov’un eşi benzeri olmayan biçimde Faust’u yorumlamış olması da hem sineması hem de düşünsel dünyası açısından oldukça tutarlı. Faust’un ruhunu her şeye sahip olma tutkusuyla Mephisto’ya sunmuş olması, iktidar kadar vicdana da dair ve sadece bir film değil yönetmenin dünyaya dair bir yorumu.
Bu yıl Venedik’te aslında tüm filmlerinde bir yönetmenin kendini tekrar eden temaları ve estetik seçimlerinin bir araya geldiğini gördüğümüz Francofonia, Aleksandre Sokurov’un son filmi.
Aslında bir yapı ve tarih olarak iktidarın temsillerinden biri olarak görülebilecek Fransa’nın farklı dönemlerinde ayakta kalabilmiş bir müzenin belgeseli Francofonia.
Frankofon olan müze mi, Sokurov mu yoksa bir arşiv görüntü olarak Hitler’in Paris’e geldiği gün Paris’e olduğu kadar kendisine de duyduğu hayranlıkla sorduğu “Louvre nerede?” sorusunda olduğu gibi, savaş süresince dokunulmayan Paris ve Louvre’u “koruyan” Almanlar mı?
Kraliyetten, Cumhuriyet’e bir rejimden diğerine iktidarın temsili müzenin kendisiyken, müzede dolaşan Napolyon’un ruhu kuruluşunda payı olduğu müzede kendisini sıklıkla hissettirir, hatırlatır. Sokurov’un yorumuyla mizahi Napolyon ruhuyla özgürlük tanrıçası, cumhuriyetin simgelerinden bir başka ruh Marianne’ın ruhu müzede bir arada dolaşırken Marianne “eşitlik, özgürlük ve kardeşlik” mottosunu ağzından düşürmez. Marianne’ın tersine Napolyon ise resmedildiği eserlerin önünde “bu benim ve burası benim”i ağzından düşürmez.
Sokurov İkinci Dünya Savaşı sırasında düşman iki kampın temsilcileri olarak Louvre sanat hazinesini korumak için işbirliğine giden iki adamı, müze direktörü Jacques Jaujard ve Nazi subayı Wolff-Metternich’i de bir araya getirir. Louvre böylelikle zıt ruhları özellikle bir araya getirir gibidir. Tıpkı Sokurov’un zıtlıkları bir araya getirdiği gibi... Tıpkı Napolyon ve Marianne’ı biraraya getirmesi gibi…
Çehov ve Tolstoy’un ölümsüz eserlerin yazarlarını ölüm yatağındaki fotoğraflarından başlayarak kurduğu anlatısını bir sinemacı-tarihçi olarak İkinci Dünya Savaşı arka planında Louvre müzesi üzerine kursa da- ya da tersi biçimde- aslında pek çok Rus gibi Avrupalı olmak üzerine de sorular sorar. Ve Sokurov her ne kadar Louvre’da yer alan ancak ait olduğu topraklardan çok uzaktaki Asur ve Mısır uygarlıklarına ait eserlerin aynı zamanda bir savaş ganimeti olarak bu müzede yer aldığının bilincinde olsa da yine de bu müzenin sahip olduklarına, yapılışına, kullanımına, sergi salonlarına dolan ışığına ve her yıl Louvre’a gelen yaklaşık on milyon insanın görmek için sabırsızlandığı Leonardo Da Vinci yapıtına kendisi de hayranlık duyar... Louvre Müzesi filmin yapımcılarından biri iken savaş ganimetlerinin iadesini mi isteseydi yani, yapabileceklerinin sınırlı olduğunu hissetmemiz de bundandır.
Belgeselin belki de en etkileyici yanlarından ve anlarından biri, görkemli Louvre müzesinden çok İkinci Dünya Savaşı sırasında iki ayrı şehrin, Paris ve Leningrad’ın zıt kaderlerinin bir araya getirilmesidir. Açık şehir Paris ve Nazi kuşatması altındaki kapalı şehir Leningrad. Soğuktan, açlıktan, savaştan bir milyon insanın hayatını kaybettiği, bırakın sanatsal değerleri insanlığın kaybedildiği Sovyet şehri Leningrad. Belgesel görüntülerin yanı sıra Sokurov’un dilinden dinlediğimiz bu şehrin kaderi acıdır, hüzünlüdür.
Sokurov’un kitaplarla dolu odasından bize anlattığı Tarih’i güncel görüntüler zaman zaman keser. Arkadaşı denizci Dirk ile odasındaki bilgisayardan zaman zaman kesilen iletişime rağmen sürdürmeye çalıştıkları diyalog dalgalarla boğuşan Dirk’ün bir müzenin eserlerini gemiyle bir başka yere taşımasıyla ilgilidir. Doğrusu dev dalgalarla boğuşan bir geminin taşıdığı yük ve Sokurov’un bilgisayarına yansıyan görüntüler, bir modern zaman gerçekliği ve bir metafor olarak ölümsüz ve ölümlüye dair, doğa ve insana dair ve sanatın kendisine dair, Francofonia belgeselinin kendisi gibi Sokurov yorumlarından sadece biridir.
Loznitsa: Yeniden Leningrad’da
Sergei Loznitsa uzun yıllardır kısa ve uzun çoğu zaman arşiv görüntüleri yeniden günışığına çıkararak, meydanlarda insan kalabalığının içinde dolaşarak insan hikayelerini değil meydanların hikayeleriyle bir şehrin, bir ülkenin tarihinden kesitler sunan belgesellerin yönetmenidir. Doğrusu kendisi sessiz, kamerası takipçi, sesli meydanların bu belgeselleri Loznitsa’nın elinde hem bir sinema eserine hem de tarihi bir belgeye dönüşür.
72. Venedik Film Festivalindeki Sobytie belgeseli (The Event/Olay), 1991’de Putsch denilen Gorbaçov’a yönelik bir darbe girişimi ardından Leningrad sokaklarında, meydanlarında yaşananları belgeler. Televizyonda haber yerine Bolşoy’un Kuğu Gölü balesine yer verilirken insanlar ne olup ne bittiğine nasıl ulaşacaklardır? Ya da tüm bu olup bitenler ne anlama gelir, bir rejimin sonu mu, başlangıcı mı, bu insanlar kazanan mı kaybeden mi?
2015 yapımı Loznitsa belgeseli, Leningrad’a 2006 yapımı Blockade (Kapalı) filminden sonra yeniden tanıklık ediyor. Blockade filminde Leningrad kuşatmasını sessiz, siyah-beyaz arşiv görüntüleriyle buz kesmiş sokakları, toplu mezarları ve ayakta, hayatta kalmaya çalışan insanların kısacası bir şehrin ölüm-kalım savaşını verirken Sobytie filminde 1991 Ağustos’unda şehrin de ülkenin de kaderini değiştireceklerini bilmeden sokağa dökülen kalabalıkları belgeliyor.
Sinemasal Leningrad günlükleri, İkinci Dünya Savaşı Leningrad’ına, dağılan Sovyetler arifesindeki Leningrad’a, tarihin kırılma noktalarında Loznitsa’nın yeniden yorumlanmasına neden olduğu filmleriyle karşımızda. Loznitsa, 25 yıl sonra bir araya getirdiği bu görüntüleri güncelin propaganda ve anti-propagandasından, spekülasyonlarından uzak bakmamızın başka sonuçlar ve etkiler doğurabileceğini anlatıyor gibi bize. Belgesellerinin kahramanları Leningrad’ın insanları, Leningrad şehri ve seyirci bir bakıma. Seyirci kamera ve seyirci insanlar üzerinden geçen zamanla değişiyor çünkü zamanın ruhu ve ideolojisi yapışıyor üzerine. Döneme ait mitoloji ve çıplak gerçeklik karşı karşıya getiriliyor onca zaman sonra...
Loznitsa’nın Leningrad sinema günlükleri belki Maidan (Meydan, 2014) belgeselinden sonra Kiev günlükleriyle devam edecek. Kiev’in Bağımsızlık Meydanı olarak tercüme edilebilecek Nezalezhnosti’de Aralık 2013’ten Şubat 2014’e kadar yaşanan protestolara tanıklık eden Loznitsa belki ilk kez yakın tarihten bir kesiti konu alırken uzak tarihte bize yeniden sordurtacak; yaşananlar gerçekte neydi (SG/EKN)