Nedenleri ve diğer sonuçları bu yazının bağlamının dışında kalan 1991 Körfez Savaşı'nın neticesinde Güney ve Kuzey Irak'ta Baas Partisi rejime karşı halk ayaklanmaları başlamıştı.
Savaş başladıktan bir ay sonra, Şubat 1991′de, dönemin ABD başkanı olan George H. W. Bush, hani daha sonra demokrasinin nasıl bir şaka olduğunu hatırlatırcasına oğlu da ABD'ye başkan seçilen ve Irak Savaşı üzerinden ABD'nin bölgedeki etkinlik yarışının ikinci perdesinin yönetmenliğini yapan 'baba Bush', şu meşhur sözleriyle Irak halkını açıkça ayaklanmaya davet ediyordu:
"Akan kanı durdurmanın bir yolu daha var, ve bu da Irak ordusu ve halkının kontrolü kendi eline alıp diktatör Saddam Hüseyin'in kenara çekilmesini sağlamaları"
Bunun doğal bir sonucu olarak Irak'taki milyonlarca insan o sırada Irak'ı bombalamakta olan ABD'nin kendi saflarında olduğu durumda Saddam'dan kurtulmalarının mümkün olduğuna inanmakta güçlük çekmedi.
Özellikle Mart ayında Irak Ordusu'nun Irak'ın çeşitli yerleri ve Kuveyt'te gerçekleşen çatışmalarda ABD'nin önderliğindeki koalisyon kuvvetleri karşısında hezimete uğramış olması ülkenin güneyinde olduğu gibi kuzeyinde de bir umut havası yarattı. Çok kısa bir süre içerisinde Kürtlerin yoğun olarak yaşadığı bölgelerde o dönem güçlerini birleştiren Mesut Barzani ve Celal Talabani'nin peşmerge kuvvetleri önderliğinde Baas rejimine karşı geniş katılımlı ayaklanmalar baş gösterir oldu.
Lakin bu ayaklanmalar -o dönem nispeten beklenmedik bir biçimde- Irak Cumhuriyet Muhafızları'nın atik ve şiddetli müdahaleleri ile karşılaştı. Saddam'a bağlı kuvvetlerin isyanlara verdiği karşılık kaçan halkın üzerine helikopterlerden gaz yağı döküp insanları ateşe vermekten, yaralananların gittiği hastaneleri bombalamaya kadar son derece rahatsız edici bir yelpazede hayat buldu.
Bununla beraber ABD'nin başta çeşitli seviyelerde ima ettiği destek bir türlü gelmiyordu. Zira özellikle Türkiye'nin parçalanacak bir Irak'tan duyduğu korku ve bu konudaki diplomatik baskısı, ABD hükumetinin Kürt'lerin bağımsızlıklarını ilan edişleri ile sonuçlanabilecek isyanlara destek olma konusunda geri adım atmasına ve Saddam'ın ayaklanmalara verdiği yanıt esnasında on binlerce kişinin ölümüne göz yummasına yetti.
ABD'nin bu geri adımı ile bölgedeki bir diktatöre karşı başlayan ayaklanmalar, aniden son 50 yılın en büyük göçüne dönüşüyordu.
Sadece Mart ve Nisan aylarında iki milyona yakın Kürt, bir anda hayatlarının bir parçası olan savaşın yıkıntıları arasında Irak'ın kuzey sınır komşuları olan Türkiye ve İran'a doğru kaçmaya başladı.
Birleşmiş Milletler, ABD, Türkiye ve İran'ın olayı kontrol altında tutma noktasındaki acemilikleri, devlet menfaatleri arasında sıkışıp kalmış olan halkın çilesini perçinledi.
Göç esnasında büyük çoğunluğunu çocukların oluşturduğu binlerce kişi gerek hava koşulları, açlık, susuzluk ve göçün sebep olduğu sağlık problemleri, gerekse ordu helikopterlerinin zaman zaman sivil kalabalığa ateş açması sonucunda öldü.
Birleşmiş Milletler verileri üzerinden yapılan tahminlere göre 1991 yılının bir bölümünde günde ortalama 2,000 Kürt hayatını kaybediyordu.
İnsan Hakları İzleme Örgütü'nün 1992 yılında yayınladığı raporda da bu özet ile örtüşen bilgiler ve fazlası yer alıyor.
***
Tüm bunlar yaşanırken Saddam'dan kaçıp Türkiye sınırına gelen, Türkiye sınırından alınıp 'güvenli bölgelere' taşınan, daha sonra Kuzey Irak'ta güvenliğin sağlanmasının ardından önce Silopi'deki Hac Konaklama Tesislerine, oradan da kamyonlarla Irak'a taşınan insanların yaşadıklarını tam olarak aktarmak, hele de bunu birkaç fotoğraf üzerinden yapmak elbette mümkün değil. Yine de bir fikir verebilirsem görevimi yerine getirmiş hissedeceğim.
Aşağıda izleyeceğiniz Sezay Özbal'ın 90'lı yılların başlarında çektiği tarihi fotoğraflara yer yer yazdığım kısa açıklamalar ve şahsi düşüncelerim eşlik ediyor.
***
İlk fotoğraf Kuzey Irak'tan. Fotoğrafa bakarken fotoğraf üzerindeki "Saddam welcomes col delk and The 18th MP BDE to Iraq" yazısı dikkatimi çekti. Yazının Türkçe'si yaklaşık olarak şöyle bir şey: "Saddam Albay Delk ve on sekizinci jandarma tugayına hoşgeldiniz diyor".
Delk'i biraz araştırınca Kuzey Irak'ta Türkiye sınırına epey yakın olan Duhok civarında görevli bir albay olduğunu öğrendim. Göç sonrası bölgenin güvenliğini sağlamakla görevli Birleşmiş Milletler askeri tugaylarından birisinin başında imiş.
Hatta o dönemden kalma gazete haberlerinde olan bitene dair açıklamalarına rastlamak mümkün. Tek bir fotoğraf ile belgelenen detayların her biri üzerinde saatler harcamaya değer.
Saddam'ın güçleri tarafından evleri başlarına yıkılan insanların manzarası. Kalıp yıkıma şahit olanların çaresizliği de en azından göçenler kadar iç karartıcı görünüyor. Fakat yaşadığı toprakları terk etmek zorunda kalmanın sıkıntısı, geride kalanların sıkıntısından biraz daha ağır olabilir.
Zap Suyu Köprüsü, kâh traktörlerin ve kamyonların arkasında, kâh yürüyerek gerçekleşen göçün önemli dar boğazlarından birisi olmuş. Kalabalık bir insan grubunu taşıyamayacak durumda olan tehlikeli köprüyü ancak beşerli-onarlı gruplar halinde geçmek mümkün olduğundan Özbal'ın fotoğrafının ana temasını bekleyen insanların oluşturduğu büyük kuyruk teşkil ediyor.
Fakat bekleyişin ve yığılmanın vardığı asıl nokta yukarıdaki fotoğraftan sadece birkaç saat sonra çekilmiş olan aşağıdaki fotoğrafla ortaya çıkıyor.
Bu kadar kalabalık topluluklara bakarken insan o kalabalığı meydana getiren her kişinin aslında bağımsız bir birey olduğunu unutur gibi oluyor bence.
Nasıl ki İkinci Dünya Savaşı'nda ölen sivillerin sayısını "35 milyon" diye yuvarlamak kimseyi pek rahatsız etmiyorsa, şu kalabalıktaki insanların her birinin bir insan olduğu fikrine yabancılaşmak ve Kürt Göçü deyip geçtiğimiz bu deneyimin ne kadar çok hayat üzerinde ne kadar büyük izler bıraktığını unutmak pek kolay.
Halbuki o yuvarlanıverilen küsuratlar hayatta olsalar da hayatta olmamak ne demek bi' anlatsalar.
Bu yazı üzerinde çalışırken göç esnasında sınırları geçenlerin en büyük problemlerinden birisinin de kara mayınları olduğunu şaşırarak öğrendim. Göç esnasında mayınlar yüzünden çok can kaybı yaşanmış. Özbal'ın fotoğrafı topraktan patlamadan çıkarılmış kara mayınlarının yanından yürümekte olan insanları belgeliyor.
İnsanların çadır kurup kamp yaptıkları alanlardan birisi. Battaniye ile, çarşaf ile kurulmuş çadırlar.
Ne kadar sağlıklı olduğu renginden tahmin edilebilecek bir su birikintisinin çevresine doluşmuş kadınlar sudan istifade ediyorlar. Kimisi çamaşır yıkıyor, kimisi bulaşık. Özbal e-postasında sol alt köşede bağırsak temizleyen kadına dikkat çekmiş. Temiz su sıkıntısı bakteriyel enfeksiyonların özellikle çocuklar arasında yayılmasına ve her gün onlarca çocuğun dizanteri yüzünden hayatını kaybetmesine neden olmuş..
Aşağıdaki çocuğun giydiği kazak bu trajedinin aslında ne kadar yakın bir geçmişe ait olduğunu hatırlattı bana.
Aşağı yukarı 10 yaşında olduğunu tahmin ettiğim bu çocuk neden bir parçası olduğu hakkında muhtemelen hiçbir elle tutulur fikir üretemediği bu keşmekeş içinde hayatta kalma mücadelesi verirken, benim bu anlardaki en önemli problemim Ankara'daki sıcak evimde sevmediğim bir yemeğin pişiyor olması ihtimali filan idi büyük olasılıkla. Eğer hayatta ise, aşağıdaki kardeşim ile dertlerimizin bugün de çok farklı olduğunu tahmin ediyorum.
Bambaşka hayatlar yaşamış olmamız ikimizin de suçu değilken, onun açıkça bir özrü hak ediyor olması ve fakat bu tip haksızlıkların telafisi ile ilgilenen hiçbir merci olmadığı gerçeği bu evrenin kabullenmesi güç bir fenomeni.
Aşağıdaki fotoğrafta yer alan her bir yüz ayrı bir karamsarlığın ifadesini taşıyor. Daha genç yaşlarımda şu an çok utandığım bir konformizm ile zor yaşam koşulları içerisindeki insanların neden çok çocuk sahibi olduğunu sorguladığım, suçu biraz da o insanlarda aramaya çalıştığım günler oldu. Yaşlandıkça görüşlerim değişti, fakat utancım baki.
Bu insanlar zorunlu göç yollarına düşmeden önce de huzur içerisinde değillerdi. Bir diktatör tarafından yönetilen bir ülkede, yatırım yapılmayan bir yörenin iş ve eğitim olanaklarından uzak hayatlar süren insanları idi bu insanlar.
Hasbelkader dünyanın savaşlar ve açlığın kol gezmediği bir köşesinde, temel yaşam özgürlükleri elinden alınmış bir azınlık yerine statükonun sırtını yasladığı bir çoğunluğun parçası olarak dünyaya gelmiş olan, makul karşılıklar ödeyerek eğitim alıp ve hatta belki de sevdiği bir işi yapacak kadar talihli olan bireyleri için "yaşıyor olma deneyiminin" mükafatı, çevrelerindeki birçok kaynaktan temin edilebilen, neredeyse rutin bir keyif iken bu fotoğraflarda rastladığınız insanların yaşamlarına anlam katmak için yapabildikleri tek şeyi yapıyor olmalarına burun kıvırmak, şüphesiz son derece aşağılıkça bir tavır olurdu.
Yoksulluğun kol gezdiği coğrafyalarda nüfus artışının daha hızlı olmasına anlam veremiyorsanız, belki siz de olaya bu açıdan bakmayı denemelisiniz.
Yardım malzemeleri taşıyan bir kamyonun etrafına doluşmuş insanlar. Yine kalabalık.
Aşağıdaki fotoğraf Özbal'ın dijital ortama aktararak bana gönderdiği fotoğraflar arasında beni en çok etkileyen fotoğraflardan birisi oldu.
Bu koşullar içinde yaşam mücadelesi veren, kış ve çamur içinde yalın ayak yol kateden bu kadınları gülümserken görmek insanı karmaşık duygulara gark ediyor. (AME/HK)
* Sezay Özbal mesleğe 80′li yılların başlarında Hürriyet Gazetesi ile adım atmış emekli bir gazeteci. Özel televizyon kanallarının yayın hayatlarına başlamaları ile birlikte 1993 yılından 2006 yılına kadar çeşitli televizyon kanallarının haber merkezlerinde görev yaptı. Haber editörü olarak çalıştığı CNN Türk'ten 2006 yılında emekliye ayrıldı. Kürt göçünü belgeleme işine dahil oluşu Körfez Savaşı döneminde çalıştığı Hürriyet Gazetesi günlerine uzanıyor. Göçünün başlamasıyla birlikte Özbal bölgeye gönüllü olarak gitmiş. Göçün her safhasını iki ay boyunca görüntüleyip, geriye binden fazla fotoğraf ile dönmüş.
** Bu fotoöykünün uzun versiyonu için tıklayın.