90'lı yıllarda Doğu ve Güneydoğu'da 3 bin 700 yerleşim yeri boşaltıldı, 3 milyondan fazla insan göç etmek zorunda bırakıldı...
Bu buz gibi rakamlar, tek tek insan hayatı karşısında cılız ve ruhsuz kalsa da, anlatırken, anlaşılmayı beklerken, yine de onlardan medet umuyoruz işte. O hafif rakamların ardındaki ağır hakikatin kapısını az da olsa aralayabilelim diye...
Rakamlar bir çırpıda okunuveriyor ama onların temsil ettiği kırık dökük hayatlar, söylenmemiş sırlar gibi görünür olmayı bekliyor. Misal, ardında yakılmış bir köy, yıkılmış bir geçmişle, hiç bilmediği yerlere doğru yola çıkan bu üç milyon insanın hikâyesi ne orada bitiyor, ne de burada başlıyor. Ne var ki toprağından, köklerinden koparılarak, coğrafyasında ve gönlünde gurbete giden milyonlarca insanın mağduriyeti ve mücadelesi nedense yeterince konuşulmuyor. Göçün getirdikleri ve daha ziyade götürdükleri, talihsiz hayaletler gibi onu yaşayan ailelerin evlerinin duvarlarının içinde kilitli bekliyor.
İşte şimdi o yıllardan bu yana yaşananlardan ve göçün getirdiği değişimden belki de en çok zarar görenler, yani kadınlar, olan biteni kendi pencerelerinden anlatıyor. Birkaç saat içinde evlerini terk edişlerini; hiçbir şeysiz, hiç kimsesiz, yaşamayı hayal bile etmedikleri bir şehre apar topar gelişlerini; sokakta konuşulan dilin tek kelimesini anlamadıkları bu şehirden nasıl da ürktüklerini; evin kapısından dışarı adım atmadan aylar geçirdiklerini... Ve nihayet kendilerine biçilen kurban rolünden nasıl da sıyrıldıklarını... Okumaya, çalışmaya, sadece kendilerinin değil ailelerinin de sorumluluğunu almaya başladıklarını... Ama o eski günleri, eski yerleri, eski halleri kalpte ince bir sızı, hafızada acı dolu hikayelerle de olsa özlemekten kendilerini alamayışlarını...
Daha evvel Zorunlu Göçün Çocuklar ve Gençler Üzerindeki Etkileri adlı bir çalışmaya imza atan Başak Kültür ve Sanat Vakfı, bu kez Heinrich Böll Stiftung Derneği ve Verein Basak Schweiz Derneği işbirliği ile yerinden edilmenin yarattığı mağduriyeti yoğun olarak yaşayan başka bir grubu, kadınları mercek altına aldı.
Sendika uzmanı Dr. Handan Çağlayan, Boğaziçi Üniversitesi'nden Prof. Dr. Şemsa Özar ve Başak Vakfı'nda görevli sosyolog Ayşe Tepe Doğan tarafından yapılan bu araştırma, kadınların zorunlu göç sürecindeki özgül deneyimlerine odaklanarak, göç sonrasında yaşanan değişime mercek tutmayı amaçladı.
İstanbul'un 15 ilçesinde, zorunlu göç yaşamış 500 haneye uygulanan alan araştırmasının kadınlar ve kız çocukları ile ilgili bulgularıyla 25 kadın ve kız çocuğuyla yapılmış derinlemesine görüşmelere dayanan bu araştırma kitaplaştırılarak, Ayizi Kitap tarafından "Ne Değişti?: Kürt Kadınların Zorunlu Göç Deneyimi Araştırması" adıyla yayınlandı. Bu alanda ciddi bir boşluğu dolduran çalışma, 90'larda yaşanan zorunlu göçün sonuçlarını ve yaşanan değişimi kadınların gözünden, onların deneyimleri üzerinden anlatıyor.
Kitabın hikâyesini çalışmanın mimarları olan Handan Çağlayan, Şemsa Özar ve Ayşe Tepe Doğan'dan dinledik:
Bu çalışma nasıl ortaya çıktı ve nasıl gelişti?
Şemsa: Kitabımız Başak Sanat Vakfının zorunlu göçün sonuçlarına ilişkin bir alan araştırmasına dayanıyor. Daha doğrusu iki alan araştırması demek gerekir. Başak Sanat Vakfı, zorunlu göçün olumsuz etkilerini saptamak üzere, beş yıl arayla, 2005 ve 2010 yıllarında İstanbul'un zorunlu göç alan ilçelerinde yaklaşık beş yüz haneyi kapsayan iki kapsamlı alan araştırması gerçekleştirmişti. Her iki araştırma bulguları da vakıf tarafından yayınlandı. Bu yayınlarda daha çok çocuk ve gençlere ilişkin bulgulara yer verildi ama aslında ulaşılan bilgi çok daha kapsamlıydı. Bu çalışma, vakfın bizden kadın ve kız çocuklarla ilgili bulguları ayrıca değerlendirmemizi istemesiyle başladı.
Handan: Vakfın bu isteğini yerine getirdik ama kadın ve kız çocuklarına ilişkin derinlikli bir bilgiye ulaşmak için daha başka araştırma tekniklerinin de kullanılması gerektiğini düşündük ve kadınlarla ve kız çocuklarıyla derinlemesine görüşmeler yaptık Böylece zorunlu göç sonrası hem 2005 ve 2010 araştırmasının bulgularının hem de derinlemesine araştırma teknikleriyle ulaşılan hikayelerin yer aldığı bir çalışma oldu.
Peki sonra çalışmanızı kitaplaştırmaya nasıl karar verdiniz?
Ayşe: Sözlü tarih görüşmelerimizin ardından düzenlediğimiz bir danışma toplantısında, bu çalışmanın kitap olarak daha geniş bir okuyucuya ulaşmasının anlamlı olacağı gündeme geldi. Ayizi yayınevi de bu düşünceyi destekleyince, bir alan araştırmasının özgül bulgularının değerlendirmesi ile sınırlı bir şekilde başlayan çalışmamız, bir yıl sonra Ne Değişti kitabı ile tamamlanmış oldu.
Aynı dili konuşamayan ana-kız
Ne değişti hepimizin ruhunda izler bırakacak bir dolu insan hikâyesi barındırıyor. Peki yüz yüze yaptığınız görüşmelerde sizi en çok hangileri etkiledi?
Ayşe: Aslında her hikâye kendi içinde büyük bir dram taşıyordu. Bu nedenle her bir hikayenin ayrı bir etkileyiciliği vardı. Beni en çok etkileyenlerden biri hayatı bir günde değişen, sabah evi çevrilen, eniştesi kaybedilen, ablası gözaltına alınan, evinin basıldığı gün kardeşlerinden bile haber alamayan, İstanbul'a geldiklerinde kümes gibi bir yerde yaşamak zorunda kalan, salyangoz işine giren ve tüm bunlara rağmen üniversite okuyabilen Kerime'nin hikâyesi oldu. Bir de göçün yarattığı travmaları hâlâ atlatamamış olan ve bu travmalarla yaşayan genç kadınların hikâyesi vardı ki çaresizlik, çözümsüzlük en çok belki de bu hikâyelerde kendini hissettiriyordu.
Handan: Hikâyelerin tümü travmatik aslında. Çünkü travmatik bir süreci içeriyor. Üstelik halen devam eden, üzerine yenileri eklenen bir süreç. Yas bitmiyor. Çocuk işçiliği çok can yakıcı. İlk gelindiğinde, öyle aile bütçesine katkı falan değil, küçücük çocuklar evin tek gelir getireni olmuşlar. Öte yandan kentteki "Kürt" algısının ciddi etkileri var. "Doğulu", "Diyarbakırlı", "Kürt" olmak, konumlarını sürekli kırılganlaştıran bir şey. Okulda, işyerinde önyargılı, ötekileştirici karşılaşmalar yaşama ihtimali çok yüksek. Kimi çocuklar konuşmamakta arıyor çareyi. Biri, "matematik dersini seviyorum çünkü konuşman gerekmiyor, tahtaya çıkıp yazıyorsun" demişti. Sınıfta konuşmamaya çalışan, bu nedenle matematik dersini seven bir öğrenci...
Şemsa: Dille ilgili problemler çok ciddi. Kuşaklar arasında diyalogu, paylaşımı kesen bir şey. Görüştüğümüz bir kız çocuğu "annem Türkçe anlıyor ama konuşmuyor, ben de Kürtçe anlıyorum ama konuşamıyorum" demişti. Anne ile kız aynı dili konuşmuyorlar yani. Bu çok ağır bir şey.
Bu çalışmanın mimarları olarak, sizin kişisel tarihinizde de bahsi geçen göçün izleri var mı?
Ayşe: Benimkinde olduğunu söyleyebilirim. Ailem 1995 yılında İstanbul'a göç etmek zorunda kaldı. Ailemize yönelik uygulanan baskılar ve tehditler nedeniyle yaşadığımız yeri terk etmek zorunda kaldık. Yaşadığımız ilin sınırları içine bile giremiyorduk, çünkü yasaktı. Evi taşıma fırsatı bile bulamadık. Ben ablamla İstanbul'da okuyordum, annemler yanlarına sadece giysilerini alıp ayrılmak zorunda kaldılar. Sonradan amcam evi kamyonete yükleyip İstanbul'a gönderdi. Yaşamımızın herhangi bir anında İstanbul'da yaşamayı hayal bile etmezken kendimizi bir anda burada bulduk. Babam yıllarca memlekete giremedi. Cenazelerimize bile gidemedik. Kurulu düzenimizi, akrabalarımızı, her şeyimiz geride bıraktık. Ancak yıllar sonra memleketimizi ziyarete gidebildik.
Kitapta kadınları kurbanlaştırmaktan kaçındığınız, onları mağdur sıfatıyla değil, mücadeleci yönleriyle ele aldığınız dikkat çekiyor. Bu tercihinizin nedeni neydi?
Şemsa: O mücadeleci yönlerini zaten kadınlarla karşılaştığınız an hissediyorsunuz. Hikâyelerini dinledikçe de bu duygunuz pekişiyor. Kadınların karşı karşıya kaldıkları tüm mağduriyetlere rağmen mücadeleden yılmadıklarını görüyoruz. Bu sadece büyük bir kentte hayatta kalma meselesi değil aslında. Şiddet ve baskıyla yok edilmeye çalışılan kimliklerinden de, Kürt kimliğinden de, vazgeçmiyorlar. Mücadelenin getirdiği çoğunlukla daha iyi bir hayat da olmuyor. Ayrımcılık, dışlanma, baskı benzer ya da farklılaşan biçimleriyle sürekli peşlerinde.
Zorunlu göçe maruz bırakılan kadınların hayat karşısındaki tavrı ne oluyor? Zaman içinde nasıl şekilleniyor?
Şemsa : Göçün ilk dönemleri tabii ki son derece travmatik. Altı ay hiç evden çıkmadım diyen kadınlar var. Zamanla bu eve kapanma aşılıyor. Eşleri hapiste ya da kaçak olan kadınlar Türkçe bilmedikleri halde ailenin işleri, çocukları için her türlü zorluğa göğüs geriyorlar.
'Bildiğim her şey kayboldu'
Göçün kadınlar üzerindeki etkisi hangi noktalarda erkekler üzerindeki etkisinden ayrılıyor?
Handan: Deneyimleri farklılaştıran etkenlerden biri, dil. Erkekler Türkçe biliyor. Türkçe bilmemekten ya da evin dili ile sokağın dilinin aynı olmamasından kaynaklı bir sorun yaşamamışlar. Oysa kadınlar yaşamış. Bir görüşmecimiz bu durumu "bildiğim her şey kayboldu" diye açıklamıştı. Bunun, dış dünya ile ilişkilenmede erkeğe/ailenin Türkçe bilen üyelerine bağımlılık gibi sonuçları var. Buna karşın, mahalle, yakın çevre dışına çıkmamalarının, kadınların dışlayıcı, ötekileştirici karşılaşmalara erkeklere göre daha az maruz kalmasına yol açtığı da belirtilebilir. Kız çocukları ile oğlan çocuklarının ev, aile yakın çevre dışında sosyalleşme olanaklarının farklı olduğunu gördük. Kızlar daha kapalı ve denetim altındalar.
Kitapta kız çocuklarına ayrı bir önem verilmesinin nedeni bu mu?
Şemsa: Kitabın ismi bildiğiniz gibi "Ne Değişti?" Biz hem bizzat zorunlu göçü yaşayan kadınlar için o dönemden şimdiye nelerin değiştiğini aktarmaya çalıştık hem de ya çok küçük yaşta köylerini terk etmek zorunda kalan ya da kentte doğmuş olan kız çocuklarının neler yaşadığını merak ettik. Örneğin, dil kaybını en acı bir biçimde yaşayanlar bu kuşak.
Göç ve göçün kadınların hayatlarına yansıması dönemsel olarak ne tür farklılıklar gösteriyor? 15 yılda değişenler ve değişmeyenler neler? Özetle söylemek gerekirse, en temelde ne değişti?
Handan: Kadınlar yaş dönemlerine göre farklı etkilenmişler. Kız çocukları ve bekâr genç kadınlar gelir gelmez tekstil başta olmak üzere çalışmaya başlamışlar. Kadınlarsa eve kapanmışlar. Hem Türkçe bilmeme hem de çocuk bakım yükümlülükleri nedeni ile. Zamanla bu durum tersine dönüyor. Orta yaş ve üstü kadınlar zamanla evden çıkıp yakın çevrelerindeki işlerde çalışmaya başlarken, genç kadınlar açısından evlilik istisnasız işten çıkma/çıkarılmaya yol açıyor. Aradan geçen zaman da deneyimi farklılaştıran başka bir etken. Kız çocuklarının ilköğretimde okullaşma oranı zorunlu göçün ilk yıllarına göre artmış örneğin, ama çalışma nedeni ile okul terkleri çok yaygın. Orta öğretimi tamamlayanlar, göreceli olarak daha iyi koşullarda çalışma olasılığı bulunanlar, çok az sayıdaki üniversite öğrenimi görenler geldikleri yerle bağlarını koparmak istemiyorlar ama temelli geri dönmek de istemiyorlar. Bütün bu zaman içinde değişmeyen şeyse geleceğe güvensizlik, kendini güven içinde ve yerleşik hissedememe durumu. (NY/ÇT)