11 Eylül 2001’de New York’taki Dünya Ticaret Merkezi’nin İkiz Kuleleri’ne yapılan saldırının ABD’yi nasıl sarstığı biliniyor. Her şeyi pratik bir ifade biçimine kavuşturmayı seven Amerikalıların 9. ayın 11. gününde meydana geldiği için kısaca “9/11” dedikleri bu olayla ilgili olarak çok tartışıldı. Olayın ardından Bush yönetiminin yeni bir doktrini yürürlüğe koyması, ABD’nin iç güvenliğini ve dış politikasını istediği gibi düzenlemesi, Afganistan ve Irak’a saldırması üzerine bu çapta büyük bir saldırının bir tür provokasyon veya kontrol dışına çıkmış bir eylem olabileceği daha çok konuşulmaya başlandı.
CIA ve FBI gibi dünyanın en güçlü istihbarat örgütlerine rağmen bu kadar büyük ve karmaşık örgütlenme gerektiren bir eylemin yapılabilmesini pek mümkün görmeyen kimi istihbarat uzmanlarına göre eylem son anda yön ve nitelik değiştirmiş olabilirdi.
Yani CIA veya FBI’ın eylemi gerçekleştirecek İslamcı örgütün içine sızmış olduğunu öngören istihbarat uzmanları İslamcı militanların ve hazırlanmakta oldukları eylemin kontrol altında olduğuna inanılırken veya söz konusu örgüt CIA veya FBI'ya böyle bir izlenim vermeyi başarmışken son anda kontrolden çıkarak eylemin niteliğini ve hedeflerini değiştirmiş olduğunu düşünüyordu.
Zira başka türlü çok uzun bir hazırlık ve teknik örgütlenme gerektiren, İkiz Kulelerin yanı sıra Beyaz Saray ve Pentagon’u da hedef alan bir eylemden CIA veya FBI’ın hiçbir şekilde habersiz olması eşyanın tabiatına aykırıydı.
Dolayısıyla aslında bir şekilde haberdar olunan ve kontrol altında tutulduğu veya uygun bir şekilde yönlendirildiği düşünülen bir örgütlenme ve hazırlandığı eylemin son anda kontrolden çıkmış olması akla ve mantığa daha uygun geliyordu. Ayrıca sonrasında Bush yönetiminin bu eylemi bahane ederek attığı adımlar da bu değerlendirmeye haklılık kazandıran nitelikteydi.
9/11 ile benzerlik çok
10. ayın 10. gününde cereyan eden ve Türkiye’nin 9/11’i niteliğindeki büyük Ankara katliamı için de kısaca “10/10” diyecek olursak, yine bir İslamcı örgütün bu saldırısı da ABD’deki İkiz Kuleler saldırısına benzer bir tabloyu düşündürüyor. Bu çapta bir katliamın da Türkiye’nin istihbarat örgütlerinden tamamen habersiz örgütlenemeyeceği iddiası her geçen gün ortaya konan bilgilerle güçleniyor.
Baştan sona kadar polisin ve MİT’in ihmali olduğuna, beceriksizlik yaptığına veya İslamcı örgütleri himaye eden bir tavır içinde bulunduğuna ilişkin sergilenen kanıtlar hiç de az değil. Daha da önemlisi oldukça rahat davrandığı görülen, hele de Antep'ten Ankara'ya gelişlerine ve Ankara içindeki hareket tarzlarına bakıldığında "ihmal" veya "beceriksizlik"ten çok bir tür "himaye" altında olduklarına inandıkları söylenebilir.
Bu da ABD'deki 9/11'dekine benzer bir şekilde bu İslamcı militanların da kontrol altında ve belli bir hedefe doğru yönlendirildiği ihtimalini ciddiye almayı gerektiriyor. Bu değerlendirmeyi destekleyen en önemli bilgi de canlı bombaların asıl hedefinin HDP Genel Merkezi ve HDP Eşbaşkanı Figen Yüksekdağ olduğuna ilişkin bizzat polisin yaptığı açıklamadır.
Kontrol altında tutulduğuna inanılan eylemcilerin Antep’ten Ankara’ya doğru yola çıktıklarında hedeflerinin HDP Genel Merkezi olduğu sanılırken veya polise ve MİT’e böyle bir izlenim verilmişken son anda eylemin niteliği ve hedefi değişmiş olamaz mı? Birçok veri, ortaya çıkan çeşitli bilgiler böyle bir ihtimali işaret ediyor. HDP Genel Merkezi ve eşbaşkanı yerine son anda Ankara Gar Meydanı’na yönelen canlı bombaların yol açtığı bu büyük katliam sonuçta ülkeyi yönetenleri, iktidarı da zor duruma düşürdü.
Başbakan Davutoğlu katliamdan sonra “AKP oylarının yükseldiği” gibi bir laf etme gafletinde bulunduysa da böylesi bir eylem siyasi iktidarı da yıpratır; kontrolü kaybettiği, ülkenin artık bir siyasi istikrar sorunu olduğu anlamına da gelir. Nitekim özellikle uluslararası kamuoyu daha çok bunun üzerinde durdu.
Bu katliamla birlikte HDP ve CHP miting yapmaz veya yapamaz hale gelirken AKP’nin ise mitinglerine hız verdiği dikkate alındığında zaten demokratik bir seçim olmaktan fersah fersah uzakta olan 1 Kasım seçimlerine yeni bir tartışma boyutu getirdi. Hatta seçim yapılacak mı, yapılırsa sonuçlar güvenilir olacak mı; 7 Haziran'a benzer bir tablo ortaya çıktığında yeniden mi seçime gidilecek, gibi siyasi belirsizlik ve güvensizlik içeren bir tartışmanın giderek yayılması aslında siyasi iktidarın hayrına değildir. Ama bunun iktidarda oturan AKP tarafından ne kadar idrak edildiği meçhuldür.
Diyarbakır, Suruç, Ankara...
Ankara katliamının Suruç katliamının devamı olduğu ve daha da öncesinde 5 Haziran Diyarbakır ve HDP’nin Adana ve Mersin örgütlerinin bombalanması gibi eylemlerin bulunduğu hatırlanacak olursa bu ülkedeki devlet aygıtının, özellikle de güvenlik ve istihbarat örgütlerinin “İslamcı terör”le nasıl mücadele ettikleri elbette sorgulanmaya değerdir. Bu "İslamcı terör"ün Mersin-Adana-Suruç-Diyarbakır-Ankara hattındaki bütün eylemlerinin Kürt hareketine, sola, HDP'ye karşı düzenlenmesi ve önlen(e)memesi de dikkat çekicidir.
Suriye’de Esad’ın devrilmesi uğruna IŞİD ile nasıl bir ilişki içine girdiği sadece Türkiye’de değil dünyada konuşulan ve sorgulanan AKP iktidarının bugün Türkiye’nin içine taşınan bu eylemlerle başa çıkmasını beklemek beyhudedir. Ya da en azından yakın zamana kadar hayli samimi bir ilişki içinde oldukları bu İslamcı terör örgütünün Gebze’den Adıyaman’a kadar Türkiye’nin hemen her yanına yayılan örgütlenmesinden ve faaliyetlerinden habersiz olmasını beklemek de akla ziyandır.
Türk basını değilse de yabancı basın gelip bu şehirleri dolaşarak hangi kahvelerden minibüslerle nasıl IŞİD’e militan gönderildiğini uzun uzun yazalı çok oldu. Yabancı gazetecilerin gelip gördüğünü Türk istihbaratının bilmemesi mümkün mü? Bu örgütlenmenin içine Türk istihbaratının sızmamış olması düşünülebilir mi? Gerçekten sızmamış ise ya Türk devletinin istihbaratı çok beceriksizdir, ya bu örgütü tehlike olarak görmemektedir veya Kürt ve sol muhalif örgütlerle, kişilerle uğraşmaktan başka şeye fırsat kalmıyor demektir.
Ama her durumda IŞİD ve benzeri İslamcı teröre son verilecekse artık bunun için de bir iktidar değişikliği şart gibi görünmektedir. Başka türlü bu devlet aygıtı vatandaşlarının can güvenliğini sağlayacak, İslamcı teröre son verecek tarzda harekete geçecek gibi görünmüyor.
Arkasında ne var?
Ankara katliamından iki hafta sonra, 26 Ekim'de Diyarbakır'daki kanlı operasyon da dahil, IŞİD'e karşı polisin harekete geçmesi de yanıltıcı olmamalıdır. Daha çok "kontrol dışına çıkış" dolayısıyla bir tür cezalandırma veya birtakım şeylerin ortaya çıkmasını engellemeye yönelik bir imha operasyonu olup olmadığını görmek için önümüzdeki süreçte nelerin olacağını izlemek gerekir.
TIKLAYIN - DİYARBAKIR'DA IŞİD'E OPERASYON, İKİ POLİS ÖLDÜ
Bunca zamandır yan yana duran, hatta birbirlerini "kullandıkları" izlenimi veren bir ilişkiye sahip olan tarafların birden savaşmaya başlamasının arkasında ne olduğunu belki bir süre sonra anlayacağız. Ama sadece Ekim ayının son günlerindeki bu operasyonlarla IŞİD'e karşı gerçekten bir savaş açıldığını söylemek doğru olmaz.
Dolayısıyla 1 Kasım seçimleri artık başka şeylerin yanı sıra, demokrasi, özgürlük ve barışın yanı sıra artık basbayağı can güvenliğinin sağlanması, Ortadoğu’yu kana bulayan bir terör örgütlenmesinin Türkiye’deki uzantılarının temizlenmesi açısından da önem kazanmıştır.
AKP iktidarda kaldığı sürece bu örgütlenmenin faaliyetlerinin önleneceğine inanmak mümkün değildir. İslamcı terörü tehdit olarak gören herkes 1 Kasım'da oyunu kullanırken bu gerçeği de unutmamalıdır.
Bunun için de 1 Kasım seçimlerini, yani 11. ayın 1. günü yapılacak seçimleri tarihe geçecek bir olay, HDP'ye bir büyük oy kaymasıyla, bir oy patlamasıyla “1/11” diye anılmayı hak edecek bir tarihsel dönüşüm anı haline getirmek gerekir.
10/10'un hesabını sormak için ilk adım 1/11'de verilen oylarla atılacak... (SÖ/EKN)