7 Haziran’a giderken de adil, eşit, demokratik bir yarış olduğunu söylemek mümkün değil, özellikle de HDP’nin uğradığı saldırılar, bombalamalar daha önceki dönemlerde görülmeyen boyutlardaydı. Buna rağmen HDP seçim kampanyasının ve bütün tartışmaların merkezine yerleşti ve başkanlık kampanyası yürüten Tayyip Erdoğan’ın asıl rakibi haline gelmeye başardı. “Seni başkan yaptırmayacağız” sözü HDP’ye birkaç puan ve bir milyon civarında fazladan oy getirirken ana akım medyada da görünür kılmıştı. Ama 1 Kasım öncesi 7 Haziran öncesiyle bile kıyaslanamaz; Türkiye tarihinde böyle bir seçim yoktur ve demokratik olduğunu iddia eden hiçbir ülkede bir benzeri görülemez. 8 Haziran’dan başlayarak ötekileştirmeyi bırakın “şeytanlaştırılan”, AKP’nin ve MHP’nin ağır saldırıları altında kalan HDP sonuçta seçim kampanyası yapamaz hale getirildi, seçmenleri rahatça oy veremez duruma geldi, medyada görünmez, sözü duyulmaz oldu. Bu gerçek vurgulanmadan 1 Kasım üzerine konuşmak, yazmak ikiyüzlülük değilse ahmaklık olur.
AKP ve HDP'nin gerçek oyu
7 Haziran’da almış olduğu yüzde 40,8 oy AKP’nin gerçek oyuydu ama Tayyip Erdoğan bunu kabullenmeyip 1 Kasım’da “tekrar seçim”de karar kılınca 5 ayda kendiliğinden siyasal güç dengeleri pek değişmeyeceği için gerçekten cüretkâr bir siyasi operasyona girişildi. Sonuç malûm: kaostan, şiddetten ürken, korkan, can ve mal güvenliğinden endişe duyar hale sokulan yığınlar otoriteye sığındı ve AKP 7 Haziran'a göre yaklaşık 5 milyon fazla oy alarak ve oyunu yaklaşık yüzde 9 artırarak tek başına iktidara geldi.
HDP üzerinde inanılmaz bir baskı kurulmasına rağmen barajı geçerek yüzde 11’e yakın oy alması ve 59 milletvekiliyle parlamentoda üçüncü parti olması gerçekten de ciddi bir başarıdır. En zor koşullarda 5 milyondan fazla insanın HDP’ye oy vermiş olması AKP oylarının yüzde 9 artmasından daha önemlidir. 7 Haziran’a göre artan yaklaşık 5 milyon AKP oyu nasıl korkunun, tehdit altında kalma ve otoriteye sığınma duygusunun ürünüyse, bunca baskı ve saldırıya rağmen HDP’de ısrar eden 5 milyon oy da bilinç ve kararlılığın, demokratik bir direnç ve mücadele azminin ürünüdür. 1 Kasım seçimleri daha çok AKP’nin ilave 5 milyon oyu nasıl kazandığı açısından konuşulup, tartışılıyor ama aslında bundan daha fazla konuşulmayı, tartışılmayı hak eden HDP’de ısrar eden bu 5 milyon oydur. Türkiye’nin siyasi geleceğinde AKP’nin bu ilave 5 milyonu değil HDP’nin bu 5 milyonu daha önemli ve etkili olacaktır. AKP ve Erdoğan korku ve ürküntü ile aldıkları bu ilave 5 milyonu kaybeder ama HDP en zor şartlarda aldığı bu 5 milyonu kolay kolay kaybetmez. Türkiye’nin demokratik ufku ve geleceği açısından dayanak noktası bu 5 milyondur.
AKP ile PKK yan yana mı?
1 Kasım’ın bu özel, olağanüstü şartlarından dolayı HDP başarılı olarak görülmesi gerekir ama yine de 7 Haziran’a göre yaklaşık 1 milyon oy kaybettiği ve AKP’nin de yeniden tek başına iktidara geldiği gerçeği atlanamaz elbette. HDP’nin kaybı ve AKP’nin kazancından PKK-KCK’yi sorumlu tutmayan, sert bir biçimde eleştirmeyen neredeyse kimse kalmadı; Murat Belge'den Nuray Mert ve Mehmet Altan'a, Cengiz Çandar'dan Kadri Gürsel ve Ahmet Hakan'a, Oya Baydar'dan Hasan Cemal'e, Levent Gültekin'e, Ahmet Altan'dan Ümit kıvanç'a, Baskın Oran'dan Aydın Engin ve hatta Demir Küçükaydın'a kadar HDP'ye destek olmuş, Kürt sorununun demokratik ve siyasi yollarla çözümü için yıllardır mücadele eden hemen her yazar PKK-KCK'yi eleştiriyor. Açılan savaşı kabul etmekle yanlış yaptığını, AKP'nin ve Tayyip Erdoğan'ın değirmenine su taşıdığını ileri sürüyor. Hatta HDP’nin barajın üstünde kalmasını başarı olarak görenler bu sonucun “AKP ve PKK’ye rağmen” alındığını ileri sürüyor.
Bu tablo yeni bir durumdur ve 1 Kasım seçimlerinin en önemli sonuçlarından biridir. Yıllardır Kürt hareketine yakın duran, destek olan, hatta birlikte politika yapan, anlamaya ve özellikle de anlatmaya çalışan, taleplerini Türk kamuoyuna aktaran bu aydınlarla Kürt hareketinin ilişkisi hiç bu kadar sorunlu olmamıştı. Eleştiriler her dönemde oldu ve olur ama 1 Kasım sonrasındaki tablo eleştirinin ötesindedir ve PKK-KCK'yi AKP’nin yanına yerleştiren anlayış ciddiye alınmalıdır.
Bu aydınların PKK ile AKP'yi yan yana getirme kolaycılığı ve kendilerine görünenin arkasına bakmak için yeterince çaba harcamamaları ayrı bir tartışma konusudur ve sorgulanmaya değerdir ancak bu tablonun Kürt tarafında da ne kadar ciddiye alındığı meçhuldür; çünkü şimdiye kadar PKK-KCK sözcülerinin açıklamaları Murat Belge'den Demir Küçükaydın'a kadar giden ve liberallerden Marksistlere kadar geniş bir siyasi yelpazede yer alan bu aydınlarla bir diyalog kurmayı değil terslemeyi, had bildirmeyi içeriyor; “devlet ağzı ile konuşmayın”, “bizim mücadelemiz olmasa HDP yüzde 5 bile alamazdı”, "bizim dediğimiz yapılsa HDP yüzde 20 alırdı” gibi ifadeler bu aydınlarla Kürt hareketi arasındaki mesafeyi daha da açmaktan başka bir şey getirmeyecektir. Çeşitli bileşenleriyle Kürt hareketi bugüne kadar bir biçimde yanında durmuş olanlarla diyalog kurmayı denemez, kendini anlatmaya çalışmazsa siyasi sonuçları elbette iyi olmaz.
Kandil’den bakınca…
Belli ki PKK-KCK'nin bakış açısıyla ve önümüzdeki süreci en azından orta vadede değerlendirmesiyle bu aydınların bakış açısı ve değerlendirmesi örtüşmüyor. 7 Haziran öncesi böylesi bir farklılaşma yoktu ve PKK-KCK çizgisi de daha farklıydı. Ama Kobani’de IŞİD’e karşı zafer kazanılmasının ardından 7 Haziran’da da HDP’nin bir siyasi zafer kazanması ve hemen ardından YPG tarafından Tel Abyad'ın İŞID'dan alınması birtakım yeni değerlendirmelere yol açmış görünüyor.
Belli ki, Kandil'in zirvesinden bakıldığında sadece Türkiye değil, Suriye, Irak ve İran dahil bölgenin tümü başka türlü görünüyor ve hatta sadece bölge değil Avrupa ve Amerika, Rusya ve Çin’in durumu, yeni hamleleri dikkat alınarak bir politika oluşturuluyor. Bu bağlamda, örneğin Rojava'daki kantonal örgütlenme ve bir siyasal yapılanmanın inşası, Kürt hareketinin Batı dünyasıyla birlikte İran’ın ve Rusya'nın da baş düşmanı IŞİD'in karşısındaki en önemli askeri güç olarak öne çıkması ve bu konumdan devşirilen güç ve meşruiyet, ABD ve Rusya ile kurulan ilişkiler farklı yaklaşımları güçlendirmiş olabilir. Bunun sonucunda örneğin Rojava’daki gelişmeler en az Türkiye’deki gelişmeler kadar önemli, PYD en az HDP kadar, belki daha da önemli görünüyor olabilir. Türkiye’den bakarken o kadar önemli görünmeyen şeyler Kandil’den, Erbil’den veya Kobane’den bakılınca çok daha farklı ve önemli görünüyor olabilir. İşte bütün bunların etraflıca konuşulması, tartışılması gerekir. Kimisi anlayacak, kimisi anlamayacaktır ama önemli olan bir diyalogun ve iletişim hattının varlığıdır.
Savaş şiddetlenerek sürecek
Bu hattın üzerinden HDP de kendine bir pozisyon bulabilir ve rolünü, işlevini yeniden tanımlayabilir. Nitekim buna da ihtiyaç olacaktır. Çünkü belli ki, savaş bir süre daha devam edecek ve şiddet sarmalı derinleştikçe HDP daha da sıkışacak ve üzerindeki baskılar her yönden artacaktır; hem devletin baskısı, hem de sözünü ettiğimiz aydınlardan gelen baskılar yoğunlaşacaktır. Dolayısıyla akan kan ve gözyaşıyla birçok şeyin görünmez olacağı önümüzdeki kısa veya orta vadede HDP’nin işinin hiç de kolay olmayacağı aşikardır. Kürt hareketi bir bütün olarak HDP’ye nasıl yardımcı olacağını düşünmez ve buna uygun hareket etmezse 1 Kasım’da her şeye rağmen elde edilen başarı da bugünkü anlamını kaybedebilir.
Bu savaş halinin bir süre daha devam edeceği Erdoğan’ın başkanlık rejimi için başlattığı girişimlerden de bellidir. Erdoğan elbette güç kazanmış ve 7 Haziran sonrasının zayıflığından kurtulmuştur ama hala çok güçlü değil; çünkü korku ve tehdide dayanan siyasi güç kalıcı değildir. Bu korkunun, kaos ve şiddetin baskısı altında otoriteye yönelen, "demir yumruk" arayan siyasi sürüklenmeye Erdoğan’ın ihtiyacı var ve dolayısıyla savaş şartlarının ağırlaşarak devam etmesi beklenmelidir. Ancak ne olursa olsun bu savaş sonsuza kadar sürecek değildir ve Erdoğan’ın siyasi ihtirasları da her zaman hatalara yol açabilir.
2012 yılı sonunda başlayan “Çözüm Süreci” aslında Kürt-Türk ittifakını temel alarak bölgeye nüfuz etmeye, hatta hegemonya kurmaya yönelen ve devletin, ordunun, büyük sermayenin hep birlikte karar verdiği bir yönelimdi. Buna yeniden dönülünceye kadar yer yer şiddetlenerek sürecek savaşın ülke genelinde yol açacağı baskılara karşı, ufukta görünen bir tür alacakaranlık kuşağına karşı demokratik direniş örgütlemek için güvenilecek güç 1 Kasım'da HDP'de ısrar eden o 5 milyon kadın ve erkektir. (SÖ/HK)