İki ülke sınırının içindeki ara bölgede dolaşmak garip bir his vermiştir her zaman bana. Mideme oturmuş bir yumrukla beraber, nedenini tanımlayamadığım bir yarım kalmışlık, ifadesizlik, eksiklik, beceriksizlik ve haksız yere bir yasaklılık hissi...
Sanki daha zengin olabilecekken, fakir kalmışım ve geride bıraktığım zenginliklerimle ilgili konuşmam, hak talep etmem de yasaklanmış ve hatta benim bu durumdan bahsetme yetim bile elimden alınmış hissi.
Söz verilmiş yazıları kaleme almak daha zordur sanki. Sözün hakkını vermenin sorumluluğu silip silip baştan yazdırır yazıyı. Hele bu söz, yüz yıldır sarılmamış bir yaranın ve giderilmemiş bir haksızlığın izlerini taşıyorsa, onu aktarmak daha da zoruna gider insanın.
Bilinir ki, haksızlığa uğrayanla, onu sözcüklerle resmedenin hissi hiçbir zaman aynı olmayacak. Haksızlığa uğrayanlar, tüm baskılara rağmen hayata tutunmanın ve güç bulmanın bin bir çeşidini geliştirmişken, aktarıcı, haksızlığa uğrayanın karşısında ondan daha güçsüz, ezik hissedecek kendini. Zira, başkasının acısıyla yüzleşmek zordur, hele de acının sorumluluğu bilincin bir yerlerinde ortak bir duygu alanı olarak duruyorsa...
Bu yazıyı kaleme alma sözü, 23 Nisan haftasında Kilis'ten başlayıp Şam ve Halep'e uzanan bir yolculukta, sınırlar ötesinde babasını arayan Zovik'e veya Türkiye'deki adıyla Yüksel'e verildi; yolculuktaki diğer sözler de Zovik'in hikâyesine yol verdi, onu besledi.
23 Nisan, Türkiye ve Ermenilerden bahsedilecek bir hikâyeyi aktarmaya başlamak için oldukça manidar bir tarih. 23 Nisan'da, uluslaştırılmaya uygun bulunmuş ve bunu benimsemiş halklar, 'millet' kurgusu adına egemenlik bayramlarını kutlarken, bir gün sonrasında, böylesi bayramlar kutlanabilsin diye yersiz, yurtsuz ve cansız bırakılarak sınırın öte yanına gönderilenler yaşananları bir kez daha hatırlarlar.
Bir yanında bayramın, diğer yanında yasın olduğu Türkiye-Suriye sınırının iki yakasında gezinirken, tel örgülerin insanların bellek ve kültür coğrafyalarını belirleyemeyeceği gerçeği bir kez daha ortaya çıkıyor. Hiç bir tel örgünün gücü, sınırın öte tarafına itilenlerin nenelerinin, dedelerinin, anne ve babalarının yurtlarıyla ilgili anlattıklarını yeniden kurgulayarak yaşamalarına, yurduna dönme sözü vermeye ve kültürlerini devam ettirmeye engel olamıyor. Çünkü; insanın tahayyülü, umudu ve direnişi, tel örgülerden daha dayanıklı ve onların belirledikleri sınırlardan çok daha geniş.
Kendini affetmeye ikna etmek...
Kilis'ten Halep'e gittiğinizde üç şey size Türkiye'de olmadığınızı hissettiriyor: Halep'in zevkli mimarisi, Beşar Esad'ın her yere asılmış binbir çeşit fotoğrafı ve değişik dinlerin ibadethanelerinin korkusuzca herkese açık olması. Son özelliğin, Türkiye'den gelen biri için nostaljik bir duygu yarattığı söylenebilir.
Halep'in sokaklarında gezmek, insana Osmanlı'nın konu edildiği ders kitaplarındaki günlük hayatın içine girmişlik hissi veriyor. Türkiye'de bir kesim her ne kadar çokkültürlülükle övünse de, bunun, yaşanmışlıktan çok bir geçmişe özlem söylemi olduğu ve Cumhuriyet sonrası politikaların özelikle gayrimüslimlere alan bırakmadığı da aşikâr.
Bu noktada, ciddi bir otoriter rejime sahip olan Suriye'nin de bir özgürlükler ülkesi olduğu söylenemez elbette. Orada da kalın kırmızı çizgiler var. Hükümete ve yönetime karşı gelmediğiniz, size verilmiş hakların sınırlarını aşmadığınız yani ülkenin en güçlü sistemi olan "Muhaberat"a yakalanacak şeyler yapmadığınız sürece, günlük hayatın kültürel sınırlarının birbirine açık olduğu gözlemlenebilir.
Şam ve Halep'te karşılaştığım Ermenilerin sohbetlerindeki mutluluk, hüzün, sevgi, öfke ve umudun ortak noktası bir şekilde Türkiye'yle ilişkileniyor, her seferinde Türkiye'nin 'neden böyle davrandığını' anlamlandırmaya çalışıyorlardı. Aslında, konuşmalarında açıkça ya da satır aralarında kendilerini Türkiye'yi affetmeye ikna etmeye çalışıyorlardı. Ya Türkiye'yle ilgili sözler veriyorlar ya da Türkiye'den söz istiyorlardı. Dönmeyi bu kadar çok istedikleri memleketlerine ne kadar kızgın kalabilirlerdi ki?
"Siz, Türkiye'den?"
Suriye'nin turistik merkezlerinden biri olan Şam Çarşısı'nda, kulağımızdaki "aman alışverişlerinizde sıkı pazarlık yapın" tembihiyle gezinip yanımdaki arkadaşımla fiyatlar üzerine konuşurken, anlayabildiğim bir cümle geldi kulağıma: "Siz Türkiye'den?", sesin geldiği yöne döndüğümde, sıcacık gülen bir yüzle karşılaştım. Olumlu cevabımı takiben, "alışverişlerinizde sıkı pazarlık edin" tembihini ondan da duyduktan sonra, hemen sohbet etmeye başladık. Adını sormayı unuttuğum bu sıcak Ermeni kadının anne ve babası tehcir sonrası, 1917'de, Şam'a, kendisi de evlendikten sonra Beyrut'a yerleşmiş.
Her gün uydudan Serap Ezgü'yü seyredip ağlayan, Hülya Avşar'ın yeni sevgilisini beğenmeyen ve Sibel Can'ın yüzüne hayran olan bu kadınla sohbet ederken, kendimi bir an Türkiye'deymişim gibi hissettim. Daha ucuz olduğundan alışverişi Şam'da yapmayı tercih ettiğini, ancak yol sıkıntısına rağmen en zevkli alışverişi İstanbul'da yaptığını söylüyor: "Kolay olmuyor İstanbul'a gitmek. Otobüsle saatler sürüyor. Ama; bizim için çok önemli, çok seviyoruz. Moda çok iyi. Adalar ne güzel! Söz verdik, bir gün İstanbul'dan bir yer alacağız kendimize."
İstanbul'la devamlı ticaret halinde olan Halep'in gümüşçülerinden Kirkor'un ailesi aslen Kilisli. Tehcirle 300 kilometre yürüyerek Halep'e gelen ailenin geldiğinde ne parası ne de eşyaları varmış. Ancak; zaman içinde Suriyelilerin de sahip çıkmasıyla dükkânını açmış, hatta birçok devlet adamıyla da ahbaplığını geliştirmiş. Kirkor'a göre, zengin Araplar Ermenileri seviyor, çünkü onların çocuklarına piyano çalmayı, yabancı dili ve Batılı yaşam tarzı pratiklerini Ermeniler öğretiyor.
Üstelik, Araplar Ermenilere evlerine girip çıktıktan sonra dedikodu yapmayacakları konusunda da güveniyor. Kimse birbirinin yaşam tarzına, ibadet biçimine karışmıyor ve birbirleriyle ailece de görüşüyorlar. Konu Türkiye'ye gelince, Kirkor komplo teorilerine sarılıp Türkiye'nin Azerbaycan'ı kendisine bağlayarak ucuz petrol vermesini sağlamak için savaş sırasında Ermenistan'a karşı desteklemediğini savunuyor. Tüm yaşananlara rağmen Türkiye'yi seviyor Kirkor, kendisini Suriyeli değil Türkiyeli addediyor. Kızının ne kadar iyi Türkçe konuştuğuyla övünüyor; yine de kırgınlığını dile getirmeden edemiyor: "Bize bir iyi niyet sözü verseler, bir özür dileseler. Bazen bir öpücük yeter."
Bu iki anekdot, Türkiye'den 'geri', 'anti-demokrat' olarak algılanan Suriye hakkında önemli bir ipucu veriyor: Suriye'de insan hakları konusunda birçok problem olabilir, hatta azınlıkların değişik sorunları da olabilir ancak; Türkiye'dekinden farklı olarak Ermeniler sokakta ve günlük hayatta "Ben Ermeni'yim" demekten ve bununla ilgili konuşmaktan çekinmiyor.
Üstelik, Halep sokaklarında gezinirken kapısı açık bir kilisenin içine süzülüp koro çalışması yapan çocukları dinlemek mümkün. Kilise kapıları güvenlik önlemleriyle sıkı sıkıya kapatılmış değil, kimse kapıda gelenlere cemaatten olup olmadıklarını sorup çocuklarını güvenlik altına alma ihtiyacı duymuyor, çünkü kimse günlük hayatta kilisedeki çocuklara zarar verilebileceği ihtimalini aklına getirmiyor. Kiliseye girdiğinizde sizi başlarıyla selamlıyorlar sadece...
Sınırlar arasında
İki ülke sınırının içindeki ara bölgede dolaşmak garip bir his vermiştir her zaman bana. Mideme oturmuş bir yumrukla beraber, nedenini tanımlayamadığım bir yarım kalmışlık, ifadesizlik, eksiklik, beceriksizlik ve haksız yere bir yasaklılık hissi... Sanki daha zengin olabilecekken, fakir kalmışım ve geride bıraktığım zenginliklerimle ilgili konuşmam, hak talep etmem de yasaklanmış ve hatta benim bu durumdan bahsetme yetim bile elimden alınmış hissi. "Sınırın öte yanı" denilen bölgenin içine hepsedildiğim alandan farklı olmadığını bilip, bir uzvunu işletememe hissi...
Bir tür yoksunlaştırılmışlık, yoksullaştırılmışlık ve yalnızlaştırılmışlık durumu. Türkiye'nin herhangi bir sınır kapısından komşu kapısına yürürken veya arabayla geçerken birçoğumuzun ailesinin itildiği bu durumun hikâyeleriyle yüzleşmek bir hayli mümkün. Aynı anda dört dilin -Arapça, Rumca, Türkçe ve İngilizcenin- konuşulduğu bir aileden gelmeme rağmen, bir ulus-devlet modernlik projesi ürünü olarak sadece Türkçe ve İngilizce benimle kaldı. Arapça ve Rumca ise aile büyüklerinin sırlarını rahatça paylaşabilmesi ve bizim ileride 'rahat' edebilmemiz için yeni nesillere aktarılmadı. Oysa; 'rahatlığımız' pahasına bıraktıklarımızla yüzleşemeyişimizin içimizi rahatlatmadığı apaçık ortada.
Her şeye rağmen; kısıtlı Arapça ve Rumca bilgimin sınır yürüyüşlerimdeki polislerle ve sonrasında da komşu topraktakilerle ilk konuşmamda bir karşılaşma alanı yarattığını söyleyebilirim.
Karşısındakinin diline hâkim olmasa da insanın konuya göre o dilin bazı kelime ve cümlelerini serpiştirmesi bile bazen oldukça gergin ortamların yumuşamasına neden olabiliyor. Bu yarımlık hali, insanın an be an değişebileceği bir karşılaşma alanı haline gelebiliyor. Sınır kapılarındaki polis ve gümrük görevlilerinin önyargılı, gergin, hoşgörülü veya laubali halleri karşısındaki haleti ruhiye insana kendi davranışlarıyla ilgili sırlar da verebiliyor. En azından biz turistler açısından...
Olağan Şüpheliler
Suriye-Türkiye arasında yolcu taşıyan sürücüler, sınırın hangi yakasından olursa olsun, her koşulda olağan şüpheli olduklarından, gümrüktekilerin onlara tahakküm dolu bir dille yaklaşması doğal karşılanıyor. Zira, sürücülerle memurlar arasında, sürücülere gına getiren bir rüşvet meselesi var. Halihazırda zar zor geçinirken bir de başkalarının yükünü üstlenerek onların tahakkümüne maruz kalmak kolay değil.
Kilis'ten beraber yola çıktığımız ve Öncüpınar sınırını beraber geçtiğimiz sürücümüz Hüseyin'in ve Halep'ten yola çıkarak Cilvegözü sınır kapısını bir arada geçtiğimiz sürücümüz Ammar'ın bize aktardıkları adeta sınırda yaşayacaklarımıza bir ön hazırlık gibiydi. Onbeş yılını İstanbul'da bir pidecide çalışıp evlenecek parayı biriktirmekle geçiren Hüseyin, memlekete dönüp aile kurabildiği ve sevdikleriyle yakın olduğu için mutlu olmasına rağmen, yoksulluktan şikâyet edemeden de duramıyor.
Evi olmasına rağmen, geçimini zor sağladığını söyleyen Hüseyin'e göre sınırın öte tarafında yaşayanların durumu da daha iyi değil. Sınır ticareti, ufak da olsa geçimlerine katkıda bulunuyormuş, ancak devletin sıkı denetimi kıt kanaat geçinip sınır ticaretiyle biraz kendine bakabilen Türkiyeli ve Suriyelilere zarar veriyor. Üstelik devlet bu kadar denetime rağmen istediği ticaret hacmine de ulaşamıyor, çünkü Suriye pazarı Türkiye'den ucuz.
Suriye sınırında polisle karşılaştığımız ilk anda rüşvet çıkıyor karşımıza. Polis ve Hüseyin aralarında uzun uzun birşeyler konuşuyorlar. Hüseyin'in gerildiğini hissediyoruz. Polis kafasını arabanın içine uzattığında elimde olmadan Arapça selamlıyorum adamı.
Adam hatırımı soruyor, ben de hemen yanıtı veriyorum. Sonra biraz Arapça, biraz Türkçe, biraz da İngilizce devam eden "nereden geldiniz, nereye, niye gidersiniz" sorularından sonra, polis kocaman bir gülümsemeyle geçmemize izin veriyor. Hüseyin, polisle konuşmalarının rüşvet pazarlığı olduğunu ama bizim az da olsa Arapça konuşmamızdan çekindiği için geçmemize izin verdiğini söylüyor.
İçimdeki "Ah şu dile biraz daha hâkim olabilseydim" hissiyle, gümrük memurlarına doğru yol alıyoruz.
Hüseyin arabanın gümrük işlemleri için arı gibi koştururken biz de pasaport memurlarına gidiyoruz. Binaya girip gişelerin önüne gittiğimiz anda, ağır erkek ortamı hemen dikkatimi çekiyor. Briyantinli saçlar, özenle inceltilmiş bıyıklar ve uzun bir an dilimini kaplayan eylem biçimi sigara içmek... Tüm bunlar bana biraz nostaljik de gelmiyor değil.
Karşımda Ayhan Işık havasında adamlar oturuyor. Benim ofise girmemle vücut dilleri düzene giriyor ve iki tanesi, arada bir bana 'kesik atarak' cep telefonlarıyla ilgilenmeye başlıyor. O anda, iki kere ötekiyle karşılaşma hali yaşıyoruz. Türkiyeli Suriyeli, kadın erkek. Türkiyeliliğe 'atfedilen' gelişmişlik kodları üzerinden, Suriyeli erkekliğin kibarlığını, ama aynı zamanda ağırlığını ve teknolojiye, yani ilerlemeye olan ilgisini ispat çabası ortaya çıkıyor bir anda. Bunu hisseder hissetmez, Arapçayı bir kenara bırakmaya karar veriyorum.
Rollerin bu kadar belirlenmiş olduğu bir ortamda, yarım yamalak konuştuğum Arapça üzerinden onlara ukalalık yapmak istemiyorum. Havaya uymaya karar veriyorum. Nedense, o anda hem yol arkadaşımın hem de sürücümüz Hüseyin'in 'namusu' olduğumu da hissediyorum. Onlar bunu hissettirecek en ufak bir şey yapmamış olsalar da. Bu hissin bir anda nereden düştüğünü en iyi kadınlar anlayacaklardır. Her ne kadar 'namus' ve özgürlük ikileminde farkındalık yaratmak için uğraş vermişsek de, zaman zaman birilerinin 'namusu' olduğumuz hissi, hepimizin içinde bir yerlerden kendini gösterir. Hele de erkek egemen dil tüm ağırlığıyla ortamın havasını belirlediğinde.
O anda ortamı belirleyen yol, sınır, yasak ve izin gibi konuların ağırlıkla erkek dili olduğunu söylemek de büyük bir iddia olamayacaktır. Tüm bu hislerin karmaşıklığı karşısında, kendime güvenimi "göstermek" için, ayakta dimdik dikilmiş, pasaport memurunun üç dakika sürecek sorularını on beş dakikada ağır bir edayla tamamlamasını beklerken, arkadaki memurlar da cep telefonunun tüm seslerini deneyip bizi süzüyorlar. Kadınlık ve erkeklik halleri arasındaki alış veriş bitmiyor. Bu alış verişin farkındalığı içimi sıkıyor, ama yapacak birşey yok. Bazen, kimi ortamlarda sadece cinsiyetimizle var olup dile gelebiliyoruz... Bu durum, sınırın iki yanında çok da farklı yaşanmayabiliyor.
Kaçak Yaşamlar
Türkiye'ye dönmek için Halep'ten yola çıkıp Cilvegözü sınır kapısından beraber geçtiğimiz Suriyeli sürücümüz Ammar da, yarı İngilizce - yarı Arapça, sınır ticaretine değiniyor. Sınıra vardığımızda her ikisinin de sınır ticareti hakkında söylediklerini doğrulayan manzaralarla karşılaşıyoruz. Önümüzdeki yolcu otobüsündeki kaçak çaylar, şekerler, çamaşırlar, kısaca kaçak listesine alınmış herşey yakılıyor.
Önümüzdeki insanların çırpınışlarını seyrederken, Ammar'ın kaçakçılığına ortak oluyoruz. Sıkı denetimi gören Ammar, memur sorarsa bagajdaki torbasının içindeki kutu kağıt mendilleri ve çamaşırları sahiplenmemizi söylüyor. Sınır kaçakçılığına girmenin heyecanı ve Ammar'a vereceğimiz desteğin gururuyla torbadakileri sahipleniyoruz. Satacağı kutu kâğıt mendiller ve düzineyi geçmeyecek kadın çamaşırından elde edeceği ufak kâr, Ammar için çok önemli.
Antakya'ya vardığımızda Ammar, Türkçe bilmediği için, gideceğimiz otelin yerini esnafa bizim sormamızı rica ederek dükkânlara yanaşıyor. Biz tam esnafın yanına yaklaşıp otelin adresini sorarken, vücut dilimizin bölgeye uymadığını ve alacağımız tarifi anlamayı beceremeyeceğimizi hisseden şoförümüz arabadan atlayarak önce esnafın elini sıkıyor, sonra da Arapça yön soruyor. Neler olduğunu anlamaya çalışırken, bir de bakıyoruz, şoförümüz arabaya yönelmiş, el işaretiyle bizi geri çağırıyor. Aynı ulus-devlet sınırları dahilinde olmamıza rağmen, biz birbirimizle anlaşma noktasında sınırın öte yanında kalırken, onlar birbirinin sözünden, dilinden hemen anlıyor...
Duyduk duymadık demeyin: Zovik babasını arıyor!
Gelelim bu yazının ortaya çıkışına vesile olan Zovik'in hikâyesine: Zovik'in hikâyesi sınırların yalnızlaştırdığı bir insanın hikâyesi. Bir yanıyla azınlık, diğer yanıyla kadın hikâyesi. Zovik'le Halep Kalesi'nin çarşısındaki bir restoranda tanıştık. Restoranda yer beğenirken, aramızda Türkçe konuştuğumuzu fark eden son derece zarif ve şık bir kadın bize "Hoşgeldiniz" dedi. Biz karşılık verip bir masaya yerleştikten sonra, Ermeni olduğunu ve yakınlarda oturduğunu söyledi.
Sohbete başladık. Uzaktan uzağa sohbet içimize sinmedi, masamıza davet ettik. Laf lafı açtı, Zovik bize hüzünlü macerasını ve babasını arayış hikâyesini anlatmaya başladı. Yaşını bilmiyor Zovik, doğduğu Malatya'dan Suriye'ye ne zaman geldiğini de. Sivaslı ve Müslüman olduğunu zannettiği ve her gün görmeyi umduğu babasını hatırlamıyor. Annesi ne kendisiyle, ne göç edişleriyle, ne de Türkiye'yle ilgili bir şey anlatıyor. Kullandığı Keçeciyan soyadı da dayısına ait. Elinde geçmişine ait, anne, baba ve dayısının 1962'de çekilmiş bir fotoğrafı var sadece. Ama bu fotoğrafın o doğmadan önce mi, sonra mı çekildiğini de bilmiyor. Bir erkek kardeşi olduğunu zannediyor.
Bu kopuk bilgiler doğrultusunda sorduğumuz sorular Zovik'in hikâyesinin biraz daha netleşmesine neden oluyor. Tahminen 1960'larda, Zovik yaşının kaç olduğunu hatırlamazken, dayısı Hovannes Keçeciyan ve annesi Meryem Keçeciyan'la birlikte Halep'e göç ediyor.
Annesi, babasına olan kızgınlığından, babası ve Türkiye'deki hayatıyla ilgili hiçbir şey anlatmadığı gibi, büyüdükçe babasını hatırlatmaya başlayan kızına da kötü davranıyor. Aradan biraz zaman geçtikten sonra annesi yeniden evlenip Latakya'ya taşınıyor. Üstelik iki oğul sahibi olduktan sonra Zovik'i iyice dışlamaya da başlıyor. Her şeye rağmen annesiyle yaşamaya devam ediyor Zovik... Ta ki bir gün babasının Zovik için evlerine gelip, annesinin onu kovduğunu komşulardan öğrenene kadar.
Bu olayı duyan Zovik, artık orada yaşamaya dayanamayacağını hissederek Halep'e taşınıyor. Hayatını bir yandan Fransızca, Türkçe ve Ermenice dersleri, diğer yandan da evlerde cilt bakımı, ağda ve manikür hizmeti vererek sağlamaya çalışıyor. Şu anda hayattaki tek amacı, Sivas'ta oturduğunu zannettiği babasını bulmak. Babasının adının bir ihtimal Melkon olabileceğini söylüyor ama tüm diğer bilgiler gibi bu bilgi de muğlak.
Anlattıkları bittikten sonra, onunla evine giderek elindeki tek önemli ipucu olan fotoğrafı alıp fotokopi çektirmemizi rica ediyor ve ekliyor: "Belki Türkiye'de birilerine gösterirsiniz."
"Hrant yaşasaydı bizi buluştururdu"
Hikâyeyi, gözlerimiz dolu dolu, ağlamamak için kendimizi zor tutarak dinliyoruz. Zovik bizden, babasını bulmamız için yardım istiyor. Hemen aklımıza Agos geliyor. Yol arkadaşım Ferhat kendini tutamıyor ve "Hrant olsaydı hemen ona giderdik, o bulurdu" diye ağlamaya başlıyor.
Zovik, Hrant Dink'in öldürülüşünü duymuş, kendi hikâyesini unutmuş, bizi üzdüğü için bin pişman, bir şeyler söylemeye çalışıyor. Birbirimizi teselli ettikten sonra kalkıyoruz. Yapılacak bir şey yok. Zovik'e gidilecek, fotoğraf alınacak, fotokopi çektirilip taranarak bilgisayara atılacak ve aramalara başlanacak. Zovik bize sımsıkı sarılıyor, biz de ona. O anda onun sarıldığı gelecek umudu, bizim sarıldığımızsa yüz yıllık sorumluluk ve iç sızısı aslında.
Zovik koluma girmiş, evlerin duvarlarının sınırlandırdığı dar Halep sokaklarında, fotoğrafı almak için evine doğru yürüyoruz. Bir gece önce gene bu sokaklarda yürürken, duvarların ardındaki avlu ve evlerde kimlerin yaşadığını düşündüğümü anımsıyorum.
Sınırların ve insanların bu uzak yakınlığı karşısında tebessüm ediyorum ister istemez. Kapının önüne geldiğimizde, Zovik eşikten sağ ayakla, dilek tutarak girmemizi söylüyor. Üç evin baktığı havuzlu avludaki yegâne yaşam belirtisi, Zovik'in tek göz evine ait.
Diğer evler boş. Zovik'in evi isminin de anlamı olan paskalya süsleriyle, yumurtalarla ve küçük aksesuarlarla dolu. Fotoğrafı alıp, uzaktan dayısını da tanıyan fotokopiciye gidiyoruz. Acelemiz olduğundan bizi evinde ağırlayamayan Zovik, burada mutfağa girip kahve pişiriyor. Arap fotokopiciyle de başlıyor bir sohbet. O da Türkiye'den biriyle evlenip orada yaşamak istediğinden bahsediyor. Hüznümüz "kısmet" ve "hayr" kelimelerinin tercümeye gerek kalmadan geçtiği bir sohbetle biraz dağılıyor.
Ertesi sabah, Halep'teki son kahvaltımızı beraber yapmak üzere Zovik'i şehrin tarihi oteli Baron'a davet ediyoruz. Kahvaltıda birbirimizi sınırlar ötesindeki gelişmelerden haberdar edeceğimize söz veriyoruz karşılıklı. Zovik'le vedalaşırken bizi sınırın öte yanına, Antakya'ya götürecek olan Suriyeli şoförümüz otelin önünde bekliyor.(NM/EÜ)
* Nil Mutluer'in bu yazısı Agos'un 22 Haziran tarihli sayısında "Arayış: Sözler, İnsanlar, Sınırlar..." başlığıyla yayınlandı.