Lise öğrencisiyken 17 yaşında Ankara'da eyleme katılınca gözaltına alınan ve örgüt üyeliği iddiasıyla tutuklanan Murat Özçelik sekiz yıl kaldığı Ulucanlar anılarını "Ölücanlar" belgeselinde anlattı. Özçelik, sinema çevrelerinin siyasi meselelere duyarsızlığından şikayetçi.
Lise öğrencisiyken Ulucanlar Cezaevi'ne girmenize neden olan süreci kısaca anlatır mısınız?
1995'de Ankara'da lise son sınıfta okurken, 17 yaşımda Türk-İş mitinginden sonra gözaltına alındım ve tutuklandım. Benimle birlikte tutuklanan tüm arkadaşlarım da lise veya üniversite öğrencisiydi. Bize o dönem atfedilen suçlamalar, pankart asmak, slogan atmak, broşür dağıtmak vb. idi. Ama buna rağmen hemen hepimiz ağır cezalar aldık. Toplamda sekiz yıl bu gerekçelerle içerde kaldım.
Ulucanlar Cezaevi'nde 26 Eylül 1999 tarihinde gerçekleştirilen ve 10 tutsağın ölümüyle sonuçlanan operasyona kadar cezaevi koşullarından bahseder misiniz? Sonrasında operasyon neden düzenlendi?
Cezaevindeki şartlar oldukça kötüydü. Farklı bahanelerle sürekli bir baskı ortamı vardı. Koğuşlar kalabalıktı. 30 kişilik koğuşlarda 100 kişi kalıyordu. Kısacası insani anlamda yaşanılacak mekânlar değildi. Bizde uzun süreden beri yeni bir koğuş alabilmek için eylemler yapıyorduk.
Zaten katliam da görünürde bu sürecin bir uzantısı olarak gerçekleşti. Fakat cezaevindeki yaşam koşulları ile operasyonun kendisini farklı düşünmek gerekir. Bunlar birbirini gerekçeleyen süreçler değildi. Cezaevi koşullarının kötü oluşu ve buna karşı yapılan eylem katliama giden yolda pratik bir zemin oluşturdu belki ama operasyonun kendisi bu sürecin yarattığı etkiye bir tepki biçiminde yaşanmadı.
Dolayısıyla doğal, kendiliğinden tırmanan bir sürecin ve çatışmanın sonucu değildi. Sonradan da görüldüğü gibi taleplerimizin içeriğinden bağımsız, planlı ve profesyonelce tasarlanmış bir sürecin ilk halkası oldu. Daha sonraki halka 19 Aralık 2000'de diğer cezaevlerinde yaşandı. Daha büyük bir katliamla, amaçlanan F tiplerine geçilmiş oldu.
Operasyonun bizzat başında olduğu iddia edilen ve sonrasında adı Hrant Dink Cinayeti'nde geçen Yarbay Ali Öz ile ilgili tanıklıklarınız varsa aktarır mısınız?
Aslında bu sadece devletin muhalif kesime nasıl yaklaştığını gösteren bir ayrıntı. Operasyonu yöneten kişinin Hrant Dink cinayetinde adı geçiyor olması, bir çeşit kişisel inisiyatife indirgenmemeli. Tersine bu şunu gösteriyor: Ulucanlar ne kadar planlı ise, Hrant Dink cinayeti de o kadar planlı.
Bu katliamların ve cinayetlerin hiçbiri, kişilerin sistem dışı emellerinin bir sonucu olarak yapılmadı. Yaşadıkça görüyorsunuz, milliyet esası üzerinden 'ideolojikleştirilmiş' bir sistemde ve toplumda hukuk denilen kavramın ne kadar basit bir şey olduğunu. Devletin kurumları ve güvenlik güçleri bir "güvenlik" algısının ötesinde çok derin bir ideolojik ve politik algıyla hareket ediyorlar.
Çıktıktan sonra Ulucanlar'ın hayatınıza etkisi nasıl oldu? "Ölücanlar"ı çekme kararını nasıl aldınız?
Ben boyutlarını hiç bir şekilde anlatmaya gücümün yetmeyeceği bir süreci anlatmaya çalıştım. Katliamdan sonra hapisteyken hep şunu düşündüm; bu katliamın filmi çekilse, gerçek anlamda bu vahşet dışarıdaki kaç kişiye inandırıcı gelebilir. Ya da hangi film, o geceyi ve ertesi gün hamamda yaşananları aynı gerçeklikte anlatmayı başarabilir.
Yıllar sonra filmi çekmeye karar verdiğimde yaşadığım acıya tekrar dokunmaya gücüm yetecek mi diye yüreğimde bir şeyler koptu. Yerin yedi kat altındaki bir kuyudan çıkıyorsunuz ve sanki büyük bir acı ve korkuyla tekrar aynı kuyuya dönmek istiyorsunuz gibi. Operasyon anında bir arkadaşımın çıplak bedenini ben taşımıştım koğuşun mutfağına.
Tahliye olduktan sonra ben hep o karede takılı kaldım. Herkes gibi yaşayamadım hayatı. Normalleşemedim. Sanki ne yaşarsam yaşayayım hep o karenin etrafında yaşıyorum gibi. Gülüyorum, espri yapıyorum, mutlu olmaya çalışıyorum ama mutluluğu kavrayamıyorum, sanki insana özgü bir şey değilmiş gibi, utanıyorum.
Garip ama yıllarca gülümsediğim hiç bir resmimi beğenemedim. Yine de bu filmi yapmalıyım diye düşündüm hep. Korkularımı ve acılarımı yenerek değil, korkarak, kendimi acıtarak yapmalıyım diye düşündüm. Okula başladıktan sonra çekmeyi istediğim projelerden biriydi Ölücanlar.
Ama öğrenciliğin kendisi oldukça zor bir süreç olduğu için gecikti biraz. Daha sonraları birçok kez Ankara kalesine çıkıp Ulucanlar Cezaevini seyrettim. Belgesel biraz daha şekillendi kafamda. Ulucanlar cezaevinin tamamen kapandığını ve halka açıldığını duyunca, bende cezaevine gittim. Oraya gelen gruplara, insanlara rehberlik yaptım. Cezaevini gezdirdim ve yaşanan süreçleri anlattım. Kendiliğinden gelişen bir süreç oldu bu. Belgesel çekimleri bu şekilde başlamış oldu.
Peki, siz bahsettiğiniz gerçekliği anlatmayı başarabildiniz mi?
Ben duygusal olarak yaşanılan her şeyi, her işkenceyi anlatma isteğimle, sinemanın, sanatın her gerçeği matematiksel bir doğrulukla aktarmaktan ibaret olmadığı fikri arasında uzun süre bocaladım. Çok ince bir dengeyi yakalamam gerektiğini biliyordum. Filmin yapım süreci boyunca tüm bunları kendimle sürekli tartıştım.
Filmi bitirip izlediğimde sadece iki şey görmek istiyordum. Bu filmi ben yaptım ve bu filmi ben yapmadım. Filmin duygularımı, duyarlılığımı ve yaşanan gerçekleri tüm çıplaklığıyla yansıtmasını istiyordum ama aynı ölçüde yaşadığım gerçeklikten ve onu yarattığı öznellikten arınmış bir mesafeyi de yaratmak istiyordum.
Bunu başarmanın ancak takılı kaldığım o kareye bir çeşit yabancılaşmayla mümkün olabileceğini biliyordum. Elime makası alıp o kareyi ince ince kesmem ve başka bir formda yeninden birleştirmem gerekiyordu.
O kareyi yeniden birleştirebilmenin sayısız formu vardı. Fakat bunların en mükemmeline bile güzel oldu diyemeyecektim. Bu yüzden güzel film yapmışsın dedikleri zaman içim acıyor. Güzel bir film yapmadım. Olmaması, yaşanılmaması gereken bir sürecin filmini yaptım.
Vazgeçtiğiniz anlar ya da yeter dediğiniz anlar oldu mu?
Vazgeçmek hiç aklıma gelmedi. Ne pahasına olursa olursun bitirmek istiyordum. Ama kendimi kaybettiğimi sandığım süreçler çok oldu. Bugün bile geriye dönüp baktığımda yaşadıklarımı halüsinasyon mu yoksa bir çeşit kendime acıma mı olduğunu çözemiyorum. Özellikle montaj aşaması çok yıpratıcıydı.
Elimdeki makasla arkadaşlarımın tanınmaz haldeki cesetleriyle uğraştım aylarca. Gözyaşları içinde kurgusuna çalıştım. İki kez 3-4 ayı bulan sürelerde ara verdim. Ağır ve hiç dinmeyen baş ağrılarından kaynaklı tedavi gördüm. Daha sonra yalnız yapamayacağımı anladım. Farklı zamanlarda çalıştığımız üç ayrı arkadaşla bitirebildik kurgusunu.
Filmin hem yapım aşamasında hem de sonrasında farklı engellemeler ve gizli ve açık bir sansürle karşı karşıya kaldım. Altın Portakal Film Festivali'nden sonra Ankara Film Festivali de filmi kabul etmedi. Birileri buralardaki ön jürileri incelesin, ne kadar sanatın içindeler, kaç tane sanatsal film yapmışlar acaba? Bu söylediklerim filmi kabul edilmeyen birinin hezeyanı olarak da düşünülmesin.
Festival ve ön jüriler (jüri demiyorum çünkü film onlara ulaşmadan raflara konuyor) 'ulusalcılık' kisvesi altında politik önyargıları doğrultusunda sanat kıyımı yapıyorlar. Politik içerikli bir film yapılacaksa nostaljik bir anımsamanın ötesine geçmesin istiyorlar. Ben bu sınırı aştım sanırım. Katliamı ve yaşanan işkenceleri tüm çıplaklığıyla vermeye çalıştım.
Evet, filmde çok ağır görüntüler var. Ben belgesel yapıyorum ve bunlar gerçekler. Kendi kafamdan üretmedim bunları. Yine de bu gerçekleri sinemasal forma zarar vererek ya da basit ve ajitatif-propagandif olana sığınarak yapmadım. Çünkü gerçeği anlatmak ve o gerçeğin sinemasını yapmak farklı şeyler.
Ben bahsettiğim gibi ilkinin duygusal etkisine kapılmadan ikinci yolu tercih ettim. Film politik anlamda bir şeyler söyleyecekse, bunu karakterlerin ağzından yapmak istemedim. Filmin toplumsal öyküsü üzerinden bir anlam yaratmak istedim. Ama yine de sansür kültürünün sonuçlarını yaşıyor. 'Ölücanlar'ın neden engellendiğini ve engelleyenlerin hangi zihniyete sahip olduğunu sanatla bir parça ilişkili vicdan sahibi herkes izlediğinde anlayacaktır zaten. (EK/EÜ)
___________________________________________________________________________
* Belgeselin fragmanını izlemek için tıklayın.