1925 yılında Ankara'da kurulan Cebeci Tevkifhanesi zaman içinde; Cebeci Umumi Hapishanesi, Cebeci Sivil Cezaevi, Ankara Merkez Kapalı Cezaevi ve Ulucanlar Cezaevi adlarıyla anıldı. Sincan Cezaevinin yapımı sonrası 2006 yılında kapatılarak Altındağ Belediyesine devredilmesinin ardından, Ulucanlar Cezaevi Müzesi adıyla ziyarete açıldı.
"Hilton"
Pembe boyalı tertemiz duvarları ve koğuşlara giden ferah ara yollarıyla eski bir cezaevinden çok, tatil köyünü hatırlatan müzeyi bir görevli eşliğinde gezmeye 9. ve 10. koğuşlardan başladık.
Mahkumlar tarafından Hilton olarak adlandırılan Ankara manzaralı bu iki koğuş, 1957 yılında milletvekili Osman Bölükbaşı tutuklandığında yaptırılmış.
Burada kaldıkları tespit edilenlerden; Bülent Ecevit'ten Halikarnas Balıkçısı Cevat Şakir Kabaağaçlı'ya, Zekeriya Sertel'den Ahmet Emin Yalman'a, Metin Toker'den Cüneyt Arcayürek'e, Nazım Hikmet'ten Muzaffer İlhan Erdost'a, Fakir Baykurt'tan Hüseyin Cahit Yalçın'a uzayıp giden bir liste asılı koğuşların girişlerinde.
Battaniyeyle örtülü paslı ranzaların, gri çelik dolapların sıralandığı koğuşların orta yerine, yolu buraya düşen kimi kişilerin fotoğraflarıyla, kısa yaşam öykülerinin yazılı olduğu panolar konulmuş.
"Taş taşı ama laf taşıma"
Derin düşüncelere dalmış adamlar oturuyor dördüncü koğuşun üst ranzasında. Rutubet izlerinin sararttığı duvara; dağlar, bulutu bol bir gökyüzü ve yapraksız bir ağaç resmedilmiş.
Üzerinde çaydanlık ve çay bardakları sıralı küçük masanın çevresindeki tahta sandalyelerde oturmuş, saz çalıp türkü söylüyor iki kişi. Melamin tabakların, kulplu tavaların dizildiği bir terek duruyor arkalarında. Yan tarafta bir gaz lambası asılı.
"Taş taşı ama laf taşıma" yazıyor, koğuş kapısının iç tarafında.
Mutfak niyetine kullanılan bölümde; eski zamanlardan kalmış tepsiler, tencereler, çinko bir cezve, plastik bulaşıklık, duvara dayanmış iki ayna kırığı, arko traş kremi, naylon bir tas duruyor. Yan yana sıralı tuvaletlerde plastik ibrikler...
Avlu duvarlarına sabitlenen film şeritlerindeki fotoğraflara bakarken, zaman tünelinde uzun bir yolculuğa çıktığı duygusu sarıyor insanı.
Büyümeye meyletmiş sarı saçlı bir çocuk
20 Mart 1938'de bir köşeye oturmuş, iki mahkumla sohbet ederken Nazım Hikmet, aynı cezaevinin 1974 yılından gözlerimize bakıyor Yılmaz Güney.
1977'de, büyümeye meyletmiş sarı saçlı bir çocuk, Necdet Adalı. Mahmut Esat Güven'le, sarmaşık kaplı bir duvarın önünde duruyor. Utandırmamak için belki bizi, göremeyeceğimiz bir yere bakıyor gözleri.
Yanındaki karede, Erdal Eren'in elleri arkasından kelepçelenmiş. Kelepçenin arkasında üç asker görünüyor. Daha arkada, kareye sığmayan devasa suskunluğumuz, 1980'de.
Deniz Gezmiş, Hüseyin İnan, Yusuf Aslan'ın son fotoğrafları, 1972 Mayısında.
Necip Fazıl Kısakürek, 8 Mart 1953'de Osman Yüksel Serdengeçti ile volta atıyor avluda.
1989'da Feride Çiçekoğlu'nun kucağında iki bebek, yüzünde kocaman bir gülümseyiş kıpırdanıyor.
Genç bir akasyanın boy attığı 5.koğuşun avlu duvarında Fakir Baykurt gülümsüyor, 1971 yılından.
1962'de Talat Aydemir savunmasını yapıyor. 1974 Şubatında volta atıyor avluda Muzaffer İlhan Erdost.
Koğuştaki kömür sobasının üstünde duran bakır ibrik, akıp geçen yılları hatırlatıyor hiç durmadan.
Sollu sağlı sıralanmış ranzalarda, farklı zamanlarda burada kalanların fotoğraf ve yaşam öyküleri yer alıyor.
Sabiha Sertel, Ahmet Say, İpek Çalışlar, Sırrı Süreyya Önder...
"Akşam erken iner mahpushaneye"
Altıncı koğuşta, bir camekanın altında 9 düğmeli mavi yeleği, kalemi, kasketi, bez mendili ve ayakkabısı duruyor Ahmet Arif'in.
Deniz Gezmiş'in hırkası, Roma Hukuku ders notları. Hüseyin İnan'ın atleti, türkay marka kibriti ile filtresiz cigarası. Yusuf Aslan'ın kaşkolu, profesyonel ehliyet almak için doldurduğu 15.08.68 tarihli sabıkasızlık kaydı talep formu...
Gazete kupürleri çerçevelenip, koğuşa giden duvarlara asılmış. 6 Mayıs 1972 tarihli Hürriyet'in manşet haberi şöyle; Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan ve Hüseyin İnan bu sabaha karşı Ankara Merkez Cezaevi avlusunda...
"Bugün görüş günüdür, dost kardeş bir arada"
Disiplin hücresi yazan zindanların, tecrit hücrelerinin karanlığında dayak sesleri, çığlıklar yankılanıyor.
Prangaya vurulmuş mahkumları sembolize eden balmumu heykeller yerleştirilmiş içlerine.
Mermer kurnalı hamamda, eski zamanların bakır muslukları, tahta takunyalar, hamam tasları, çamaşır leğenleri sıralı. Kırmızı çizgili peştamallar asılı kurnaların üst taraflarında.
"Ziyaretçi görüşme mahalleri (kapalı görüş)" yazan bölümde ise, alt kısmı kat kat telle örülü, üstü cam olan pencerelerin yer aldığı görüş kabinleri sıralanıyor.
Bütün gece özenle hazırladıkları yiyecekler, kapıaltındaki görevlilerin sokup çıkardıkları şişlerle delik deşik edilen ziyaretçilerin uzun ve kaygılı bekleyişleri geçiyor gözlerimin önünden.
Sesi tellerden geçsin diye bağıra bağıra konuştuktan sonra ayak parmaklarının ucuna basarak o kirli camın ardındaki yüzü görmeye çalışan, arkadaşını sağ salim gördükten sonra geriye çekilerek bekleyenlerden birine sırayı veren üniversite öğrencilerini sevinçli yüzleri...
Gardiyanların bağırış çağırışları arasında içerdekilere verilen aile, memleket, dünya haberleri, dışardakilere verilen ihtiyaç listeleri...
İtinayla silinmiş, yaşanan onca zaman
Cezaevi koridorlarında, koğuş avlularında dolaşanlardan kimileri gibi ben de anılarımı aramaya gitmiştim, Ulucanlar Cezaevi Müzesine.
Sandım ki; üst üste yığılan bunca zamanda yaşananlardan birkaç duygu kırıntısı, birkaç cümle takılıp kalmıştır koğuş ranzalarından birinin kenarına köşesine. 78 Martının soğuğunda siyasi tutuklu olan üç öğrenci genç kadına ait birkaç anı saklanmayı başarmıştır kadın koğuşunun avlusuna ya da kapıaltına.
Kucağında, ateşler içinde yanan yeni doğmuş bebeğiyle koğuşa gelen Kasımpaşalı Feriye'den kederli bir gülüş, belki. İdarenin verdiği kömür bitince tahta ranzalardan birini kırıp sobaya atan adli tutuklu Adıgüzel'den bir ses. Hatice Gardiyandan bir bakış...
Onca kadının zor günlerinden, gülüşlerinden, üzüntülerinden, hasretlerinden, kavgalarından, küfürlerinden bir iz, zamanın tozlu raflarından çıkıp koğuş koridorlarına sızar sanmıştım...
Ne ki, hiçbir şey kalmamış o günlerden. Anılar bir yana, kadın koğuşunun kendisi bile bırakılmamış geriye. Bizi gezdiren görevlinin sözleriyle; tarihi değeri olmadığı için korunmamış, cezaevinde kadınların yattığı bölüm.
Yaşananlar, yıkılan duvarların kalıntılarıyla birlikte süpürülmüş Ulucan'lardan. Ortalık temizlenmiş. İtinayla silinmiş, yaşanan onca zaman.
Her şeyi gördü kavak ağacı
Sekizinci koğuşun neden yıkıldığı, çocuk koğuşuna ne olduğu sorularına yanıt ararken ben, "çıkış" yazan kapının merdiven basamağında genç bir kadını oturuyordu.
Sırtını infaz sehpasına dönmüş, sağ eli çenesinde, sol eli dizinde, bacaklarını bükmüş...
Biri kız biri oğlan, yüzleri yere dönük iki çocuk duruyordu karşısında.
Kapanmayan yaraların baş edilmez hüznü çırpınırken orta yerde, yaşananların tanığı kavak ağacının dalları maviliklere uzanıyordu.
Ulucanlar Cezaevinde gerçekleştiği tespit edilebilen infazlar (1925-1983), diye başlayan, iç burkan bir liste asılıydı, kalın gövdesinin yanı başında. ...
İskilipli Mehmet Atıf Hoca (3 Şubat 1926), Babaeski Müftüsü Ali Rıza Hoca (3 Şubat 1926), Maliye Nazırı Cavit Bey (26 Ağustos 1926), Dr Nazım Bey (26 Ağustos 1926), Milletvekili Hilmi Bey (26 Ağustos 1926), Nail Bey (26 Ağustos 1926), Abdülkadir Bey (1 Eylül 1926), Süvari Fethi Gülcan (27 Haziran 1964), Albay Talat Aydemir (5 Temmuz 1964), Deniz Gezmiş (6 Mayıs 1972), Yusuf Aslan (6 Mayıs 1972), Hüseyin İnan (6 Mayıs 1972), Necdet Adalı ((8 Ekim 1980), Mustafa Pehlivanoğlu (8 Ekim 1980), Erdal Eren (13 Aralık 1980), Fikri Arıkan (27 Mart 1982), Adnan Kavaklı (13 Haziran 1982), Ali Bülent Orkan (13 Ağustos 1982). (Gİ/GY)