"Sevk sistemi" aslında GSS'nin temel felsefesinin bir gereğiydi. Ama GSS Yasası'nın içine ona aykırı bir uygulama olarak "sevksiz-doğrudan başvuru" uygulamasını da koydular. Bu sonradan nasıl olsa zorunlu olarak değiştirilebilecek bir düzenlemeydi ve şimdi "popülist yaklaşımlarla" ortadan kaldırılmasında sakınca yoktu. Hatta GSS'yi topluma benimsetmek için yararlı bile olabilirdi.
Öyle yaptılar ve bu uygulamayı hemen yürürlüğe koydular.
Şimdi üniversite hastaneleri ve tüm hastanelere herhangi bir alanda, birinci basamak hekiminden herhangi bir sevke gerek görmeden başvurmak mümkün olabiliyor.
Tabii ki bu 59. hükümetin çıkarmaya karar verdiği ve sistemin "ikinci unsuru" olan, birinci basamak sağlık hizmet modeli olarak "aile hekimliği"ni de işlevsiz hale getiren bir uygulama olacak.
Olsun. Ne gam.
* * *
Bu somut durumun gösterdiği gibi hükümetin hem "yaptığı" hem de "yapamadığı" işler arasında "Aile Hekimliği Sistemini" sayabiliriz.
Sağlıkta dönüşümün ikinci temel unsuru "Aile hekimliği" uygulamasıdır. Bununla ilgili olarak da çok yazıldı, çizildi. Çok cesaretle ortaya çıkamadılar. Kolay değil, 45 yıllık bir "sağlık ocağı" sistemi var bu ülkede. Her ne kadar "el birliği" ile ortadan kaldırılmak istense de özellikle "kırsal alanda" bu hizmet büyük işler görüyor.
Bir de elde bir haftalık kurslardan geçirilerek "aile hekimi"yapılan hekim olsa da "hekim sayısı" yeterli değildi. Bu nedenle "hekim ithali"yle ilgili düzenleme yapıldı; ama Anayasa Mahkemesi'nden geri döndü.
Dolayısıyla "Aile hekimliği" uygulamasına her yerde birden değil "pilot uygulama" ile başlandı. İlk seçilen yer Düzce'ydi. Çünkü burası yeni bir ildi, deprem nedeniyle sağlıkçıların bir ilgisi vardı, halk görece zengindi, ciddi sağlık sorunları yoktu.
Birkaç yıllık uygulamanın sonucu itiraf edilmese "fiyasko" oldu. Bilimsel verileri tersine çevirerek, sistemlerini savunmaya, daha doğrusu aksaklıkları açıklamak üzere bahaneler bulmaya başladılar.
Sonra "sağlık ocağı modelinin" iyi işlediği yerlerde giderek yaygınlaştırılmaya başlandı, aile hekimliği. Pilot uygulamaların ortaya çıkardığı iki temel sonuç oldu.
Bunlardan birisi, özellikle eskiden beri iyi işletilen "sağlık ocakları"nı devreden çıkararak artık "tarihten silmek, onları unutturmaktı." Eskişehir, Denizli, İzmir, Edirne, Samsun gibi sağlık ocağı uygulamasının çok iyi işlediği illerde artık vatandaşın "temel sağlık hizmeti" aldıkları sağlık ocakları yok. Bu illerde başlatılan aile hekimliği uygulaması ise hizmete ve talebe yanıt verebilecek durumda değil.
İkinci sonuç da en az ilki kadar önemli. Çoğunluğu, tabip odaları, sağlık emekçileri sendikaları gibi örgütlerde örgütlenmiş ve hükümetin "akıl dışı" uygulamalarıyla, istek ve taleplerine itiraz eden hekim ve sağlıkçılar uzak ve işlevsiz olacakları yerlere sürüldü. Bu örgütlerin, çoğu zaman yerel kalan karşı çıkışları durumu değiştirmedi. Yerlerinden edilenlerin yerine ise yine "politik amaçlarla" ciddi bir kadrolaşma söz konusu oldu.
* * *
AKP'nin bu dönemde, sağlık alanında "en iyi yaptığı" işlerden birisi "kadrolaşma"ydı. Bu yalnızca devletin istihdam ettiği personel açısından değil, ama sağlık kurumlarının dışardan hizmet aldığı alanlarda da geçerli oldu.
Kadrolaşma amacıyla bir çok "yardımcı yöntemler" de kullanıldı. Bunların arasında özellikle yönetici konumunda olan hekimlere getirilen "muayenehane yasağı" en çok konuşulanlar arasındaydı.
"O kadar yoğun işi olan yöneticiler "nasıl muayenehanecilik yaparlar" denildi ve uygulama "toplumun da desteğiyle(?)" gerçekleştirildi. Amaç sonradan olumsuz sonuçlarını ortaya çıkardı. Hastane yönetimleri değişince hizmet de etkilendi.
Bir çok hastanenin yöneticisini buna dayanarak değiştirdiler ve kendilerine aykırı olmayan kişileri getirdiler. Bu bağlamda yine yönerge, tebliğ ya da genelgelerle bu düzenlemeler gerçekleştirildi.
Sonuçta özellikle "yönetimle ilgili görevlere" imam hatip okulu mezunları dahil, sağlık alanı dışından kişilerin getirilmesini "rutin" bir uygulama haline geldi.
* * *
Benzer amaçla kullanılan ama "fiili durumlar" dışında genellikle "sonuçsuz" kalan bir uygulamaları da "bilimsel ve akademik yükselme ve ilerleme" konusunda bir çok kez çıkardıkları, ancak her defasında ya Danıştay'dan ya da idare mahkemelerinden geri dönen "uzmanlık eğitimi ve klinik şef ve şef yardımcılıkları"yla ilgili uygulamalardı.
Bunlar tıp biliminin ilerlemesi ve gelişmesi bakımından çok önemli konular olmasına karşın, "hedeflediklerine kilitlenmiş" bir iktidarın önünde duran "somut" engellerdi.
Bu engelleri kimi durumlarda yasal boşluklara dayanarak "fiili olarak aştılarsa da genel olarak çok başarılı olamadılar.
* * *
59. Hükümete dikte ettirilen ve uygulanması istenen üçüncü önemli konu "devlete ait sağlık kurumlarının özelleştirilmesi"ydi. Bu konuda da süreç biraz sancılı ve genel olarak da en azından "resmi" olarak başarısız oldu.
Çünkü henüz böyle "özelleşmiş" bir hastane yok. Ama seçimden sonra AKP yine iktidar olursa tüm hastaneler "özelleştirilecek." Artık Türkiye Cumhuriyeti'nin Askeri Hastaneler dışında "hastanesi" olmayacak. Bu konuda bir büyük ecza deposu sahibinin Anadolu'daki devlet hastanelerinin taliplisi olduğu ve alacağı söyleniyor.
Önce bu düşünceye bir hazırlık olarak aslında "özel bir kurum olan" Sosyal Sigortalar Kurumu'na (SSK) bağlı sağlık kurumları Sağlık Bakanlığı'na bağlı hale getirildi. Bu "özelleştirme"nin tam tersi bir uygulamaydı, ama bir zorunluluktu. Çünkü zaten özel olan bir şeyi "hükümet olarak sahiplenip" satamazlardı.
O nedenle önce SSK'nın başta hastaneleri olmak tüm üzere sağlık kuruluşlarını içindeki her şey ve mal varlıkları ve personeliyle birlikte Sağlık Bakanlığı'na bağladılar.
Buralardan tüm vatandaşlar hizmet alır hale gelirken, SSK'lılar da önce Sağlık Bakanlığı'na bağlı tüm sağlık kurumlarından hizmet alır hale geldi. Başlangıçta yaratılan kısmi ferahlama, SSK'lıların daha önce kendilerinin saydığı kurumların ellerinden gittiğini, artık kimsenin onları düşünmediğini görünce, ilacı serbest eczaneden alma dışındaki diğer konularda büyük hoşnutsuzluklar ortaya çıktı.
* * *
Sonra SSK'lıların özel sağlık kurumlarından hizmet almalarının yolu açıldı. Bu kez sayıları her gün artan özel sağlık kuruluşlarının müşterisi oldular. Onların ise ek bedel almadan verdikleri hizmet yok denecek kadar azdı. SSK'lılar bir anlamda "Dimyat'a pirinç almaya giderken evdeki bulgurdan da" olduklarını fark ettiler.
Bu noktada henüz "resmi olarak özelleşmemiş" olsalar da tüm kamu sağlık kurumları birer ticarethane gibi işletilmeye başlandı.
Hizmet için yapılan harcamaları "kısmak", gelirleri çoğaltmak için de her türlü işlem ve teşviki özendirmek, hizmetin niteliğinden çok niceliğine önem vermek, ucuz mal ve emek kullanmak, bu sırada ek kazanç sağlanacak tüm "ticari" unsurları kullanmak, hizmetin bölümlerini "taşeron"laştırama yoluyla özelleştirmek gibi akla gelebilecek her türlü yöntemi kullandılar.
Bu arada kamu sağlık kurumlarında hizmeti veren personele verilen "döner sermaye payları" nedeniyle, belirli kurumlarda, belirli alanlarda hizmet veren uzmanlar ve ekipleri çok büyük paylar alırken, diğerleri kıyaslanamaz şekilde az oranlarda pay aldılar. Bu da bir çok yerde çatışmalara yol açtı ve hizmet için gerekli olan çalışma barışını ortadan kaldırdı.
* * *
Diğer yandan hiçbir zaman kendi giderlerini karşılayacak durumda olmayan verem, zührevi hastalıklar, cüzzam, bazı sakat bırakan hastalıklar gibi "sosyal" boyutu olan hastalıklar için açılmış ve hizmet veren kurumlar "kâr etmedikleri" gerekçe gösterilerek kapatıldı, yatak sayıları ve personeli azaltıldı veya dönüştürüldü. Benzer şeyler Avrupa ülkelerinde de yapılıyordu. Türkiye de onlara uymak zorundaydı.
Bu hastalıkları yaşayanların gereksindikleri hizmeti nereden ve nasıl alacakları, almadıkları zaman onlara ve bunların çoğu bulaşıcı hastalıklar olduğu için topluma yönelik etkilerinin nasıl olacağı hemen hiç dikkate alınmadı.
Çünkü kurgu "daha çok kâr" üzerineydi.
Sonuçta artık "hastaneler birer ticarethane"ye, oradan hizmet alan vatandaşlar da "müşteri"ye döndü. Sağlığa harcanan pay öncekine göre 2-2,5 kat arttı. Ama bundan ne yazık ki, sağlıklılık ya da "tam iyilik hali" çıkmadı. Ama "kâr ve kazanç" çok arttı. (MS/EÜ)
* Sürecek