Fotoğraf: Büke Akşehirli
gümüşlük akademisi'nin gönüllülerinden birisi olduktan sonra orada üretilen işlerden birisi de, 9 yıldır üç farklı merkezde, son iki yıldır da covid 19 nedeniyle daha çok zoom'da süren okuma buluşmalarıdır. kolaylaştırıcılığını üstlendiğim bu buluşmaların ara dönemlerinde gümüşlük sahilinde kocadağ arkasında gerçekleştirdiğimiz "gün batımı şiir akşamları" da bu faaliyetlerimiz arasında yer alıyor.
son bir yıldır şiir buluşmalarımızı zoom ortamında gerçekleştiriyoruz. 2021 içinde 18 farklı şairimizin kitaplarını okuduk, bazılarını programımıza canlı konuk ettik ve şiirlerini okuyup üzerinde konuştuk.
okuduğumuz şairlerden birisi de 2021', kapatırken konuğumuz olan sevgili pelin özer de bu 'bahçe'de yolumun kesiştiği, etkilendiğim pek çok değerli insan yazar ve sanatçıdan birisidir. o gece konuştuğumuz sırada aklıma gelen tüm soruları sorma imkânı bulamadığım için sonrasında bir "e-söyleşi" yapmaya karar verdik. onun şiiri, yapıtları ve şiire dair düşüncelerini ortaya koyan bu söyleşiyi sizlerle de paylaşıyoruz.
latife tekin ve gümüşlük akademisi'nin pelin özer'in yaşamındaki yeri nedir?
Elimde bavulum, bavulun içinde defterlerimle Gümüşlük Akademisi’ne yolculuğumun hem hayati hem simgesel bir önemi var. Sezgisel biçimde alınan bir kararla keskin bir virajın dönülmesi, hayatın kökten değişimi denebilir. “Latife Tekin Kitabı” için harekete geçtiğim ânı hatırlıyorum da o gerçekten bir karşıduruşun ve hayatı değiştirme kararımın dışavurumuymuş aslında.
Şimdi daha net görüyorum. Her ne kadar o güne dek kültür gazeteciliği, yayıncılık gibi sevdiğim alanlarda çalışmış olsam da o gün bana teklif edilen işe hayır derken bir daha maaşlı-kurumsal-patronlu işlerde çalışmak istemediğimin de altını çizmişim aslında. O gün “Ben size bağımsız olarak bir ‘Latife Tekin Kitabı’ yapayım” demiştim.
Hiç düşünmeden, hazırlıksız ağzımdan çıkmış bir söz. Bir bakıma “Nasıl olsa gerçekleşme olasılığı çok düşük” diye de geçirmiş olabilirim içimden. O dönem Latife Tekin külliyatını yayımlayan o yayınevi bana kapılarını açtı ve teklifimi faks yoluyla ona iletti. Hemen o gün telefonlaştığımızda Latife Tekin ile yıllardır tanışıyormuşuz gibi bir yakınlık kuruldu aramızda.
Biliyorsun sen de, adı üstünde, Gümüşlük Akademisi Platon’un Akademisi model alınarak, bir düşle hayat bulmuş. Ahmet Filmer ve Latife Tekin bu ortak düşün aşkla vücut bulmasını sağlamışlar. Bir nevi onların düş çocuğu Akademi ama aynı zamanda sahipsiz, bağımsız bir varlık adeta. Ben artık aradan yirmi yıl geçtikten sonra sürekli orada yaşamamış olsam da yazınsal anlamda o toprağın da çocuğu olduğumu rahatlıkla söyleyebiliyorum.
İlk gün Latife bana, “Sen aslında kendi kitabını yazmak için geldin” dediğinde incelmiş sezginin yıllar içinde alacağı çehreyi de göstermiş oldu. Latife Tekin gibi çıraklığına talip olduğum bir yazar elime kalem versin ve ben yazı hayatıma bu icazetle başlayayım istemiştim.
Birlikte gerçekleştirdiğimiz “Latife Tekin Kitabı”nın sadece onun hayatına ve yapıtlarına layık bir kitap olması yetmeyecekti bana, müthiş bir yükümlülük altına da sokacaktı beni bu yola girmek, farkındaydım. Her kitabımla ustamın yüzünü güldürmek, onunla kurduğumuz bu müthiş verimli, yaratıcı, zenginleştirici dostluğu sapasağlam ömür boyu sürdürmek kolay olmayacaktı. Ama kolayı seçenlerden olmamakla da içten içe gururlandığımıza göre…
pelin özer "şiir"i nasıl keşfetti, ilk şiir ne zaman ve nasıl yazıldı?
O sanki hep vardı, benden önce vardı, sonra da sürecek. Tarife gelmeyen bir enerji. Elime kalem alıp yazmaya başladığımda içimdeki şiir de kendine çıkacak yolu buldu gibi geliyor. En belirleyici olan şiirle tanışma ânı, heyecanımı ilk kez şiirle aktardığım hadise, kuzenimin doğumuydu. Sekiz yaşıma denk geliyor.
Yüreğimin hopladığını ve o heyecanın elinden tuttuğunu, bir bakıma onu kâğıda aktararak huzur bulduğumu gayet iyi hatırlıyorum. Taşıyamadıklarımız, bizden taşanlar, dünya dilinde karşılık bulamayanlar kılık değiştirip bir yaratıya dönüşüyorlarmış demek. Böyle keşfettim.
Çevremde tepkileri aldıkça ilk defa gerçek bir şiir yazmış gibi hissettiğimi de hatırlıyorum. Sonrasında hep şiir yazdım. Ama tabii şimdi geriye dönüp baktığımda ilk şiirim “Parantez” adlı, lisede kendi çıkardığımız fanzinde yayımlanmış “Patetik Senfoni”dir. Aşk ağrısı da doğum ve ölüm gibi şiire çıkarıyor derin duyumsamayı. Bir kıyıya varmak gibi. Soluk alıp vermeye başlayan gaip. O paralel evrene yerleşmiş olmasaydım görünmezlikle bağımı kuramayacak, hep eksik kalacaktım.
pelin özer şiirlerini nasıl yazıyor? bir şiirin oluşum sürecini anlatır mısın? özellikle "şiirin demlenmesi" nedir?
Bu konuda verecek formülüm yok. Her an her yerde yazabilirim. Bana göre şiiri öteki türlerden ayıran, avantajlı kılan en büyük özellik de bu. Şiir gelir, her nerede ve ne şartta olursa olsun şairini bulur ve kendini yazdırır. Tabii eğer kapılarını ve kulaklarını, benliğini ona sımsıkı kapamadıysa.
Benim kapadığım bir dönem oldu. Aşağı yukarı yirmi ile otuz yaş arası. Ve sonrasında anladım ki, hiç fark etmiyor, şiir yine kendini biriktirip tazyikle önüne seriliyor.
Kaçtığını sandığında bile yakalandığın, maruz kaldığın bir şey şiir. Öyle ki otuzlarımın başında bir gün, şiir yazmamanın beni yaşlılığımda komik bir duruma düşürebileceğini hissettim. Eğer bunu güçlü biçimde duyumsamasaydım mümkün değildi yayımlama kararı almam. Direnişin gücü verimin hacmini belirliyormuş.
Nasıl yazdığımı bir şiir üzerinden anlatmaya çalışayım; dilersen tam da o “yeminimi bozdum” günlerinde ortaya çıkan, arka odadaki titrek bilgisayarda gizlice yazılıp saklanan şiir eskizlerinden sonra ilk defa kendini doğurma kararını hissettiren o şiire gidelim. Bana başlığı ve nakaratıyla gelmişti. “Liya Lu”nun ilk şiiri bu, aynı zamanda yayımladığım ilk şiirlerden: “Söz, Sana Bir Daha Hiç Ölmüş Gibi Bakmayacağım”.
Bu sözü hemen başa yazdıktan sonrası çorap söküğü gibi neredeyse tek seferde geldi tüm şiir. Tabiri caizse birkaç minik nota değişikliği yapmışımdır olsa olsa üzerinde. Şiiri o dönem müdavimi olduğum bir mekânda, Karga Bar’da yazdım. Gündüzleri henüz kimse yokken de gidip orada çalışırdım ve o ahşap konak; yangınlar atlatmış mekânın masif dokusu, odun kokusu ve ruhuma iyi gelen müzikleriyle benim için bir tapınaktı.
O korunaklı alanda beni saran müziğin sözlerini hatırlarmış gibi kendiliğinden döküldü dizeler. Yazarken hisseder genelde insan o şiirin hayat bulup bulamayacağını.
Ölü doğumları da sezebilir. O şiirde içimdeki çığlığı özgürce, kendimi hiç tutmadan salıverdiğimin farkındaydım ama bu yetmezdi. “Demlenmesi” gerekirdi. Sadece okura değil bizzat şiire karşı da borcum bu benim. Şiir kendi ayakları üzerinde sapasağlam durabilecek mi, kendini taşıyabilecek mi, bu oluşunu ileride de sürdürebilecek mi… Bütün bunlar sonrasında belli oluyor.
O nedenle her yaratıcının aynı zamanda kendinin editörü olmasını son derece önemsiyorum. Bunun üzerine sezgisel kuramlar oluşturmak gibi imkânsıza yakın bir yolda yürüme kararı alacak kadar... Demlenmek bir yandan da sabun köpüğü olabilecek o bir anlık yalancı patlamalardan korur bizi.
Bu aslında çok basit bir yandan, hani “Söylediğini kulağın duyuyor mu senin” deriz ya, “Yazdığını iyice bir okudun mu” sorusunu sormak da şiirin, yapıtın demlenmesi. Ardında sonradan pişman olacağın tek bir dize, tek bir cümle bile bırakmamak arzusuyla da yakından ilişkisi var.
insanlığın varolmaya başladığı ve bir ses çıkarabildiği andan itibaren, tüm evrimi boyunca şöyle bir sıra olduğunu düşünüyorum: "ses-şiir-söz-şiir-sözcük-şiir-cümle-şiir-konuşma-şiir-resim-şiir-heykel/totem-yazı-şiir-şarkı-şiir-müzikyapıtı-bilimsel teoriler-şiir" bir şair olarak kişisel anlamda ve sanat anlamında şiirin varolması bakımından sen de sürecin böyle olduğuna katılıyor musun? şiir bu kadar her şeyin içinde ve beraberken insanlar neden bunu hiç fark etmemiş ya da bilmiyormuş gibi davranıyorlar?
Bu soru için ayrıca teşekkürler, çünkü bir bakıma benim de sürekli dile getirme ihtiyacı duyduğum, önemsediğim bir meseleyi çözümlemiş. Kendi adıma “Önce şiir vardı,” diyorum sürekli, sonra biri bana dedi ki, “Zaten evrende de öyle değil mi?”. Öyle tabii, biz de kendi oluşum maceramızı hatırlarken hep en başa, yaradılışa dönüyoruz. Ve bir yandan da güçlü biçimde, iliklerimde duyumsadığım, ses ile şiirin de ayrılmazlığı.
Buradan ilerlersek benim gibi farklı türlerde ürün vermeyi çok önemseyen ve bundan tüm zorluklarına karşın haz alan biri düşün ki yaptığı her işin içinde mutlaka şiirin bulunduğunu iddia ediyor, daha da ötesinde bunun gayet farkında. Çemberi daha da genişletirsek farklı sanat türleriyle aramızda mutlaka ciddi bir iletişim ve etkileşim olduğuna inanıyorum. Onlardaki şiiri de es geçmediğim gibi bazılarından uzanarak bana şiir yazdıran o kanala da bünyemi, zihnimi, algımı hep açık tutuyorum. Bu bakımdan sinerjinin ve ortak yaratımların yeri ayrı.
İnsanların çoğunun bizi oluşturan mayadaki bu kökensel titreşimin farkına varmaması imkânsız bence; sadece paradoksal biçimde kendi ördükleri duvarları, çektikleri perdeleri fark etmiyorlar. Biri bana şiirden pek bir şey anlamadığını söylediğinde onun kendine dair bu bilgisini yabana atarım.
Yanlış eğitim kurbanıdır, o alanda kendine hiç şans vermemiştir ve toplumsal olarak her birimize özenerek yerleştirilmeye çalışılan o “sen anlamazsın, bu üst sanat, yüce bilgi” gibi dışlayıcı ve küçümseyici muktedir dilinin kurbanı olmuştur. Hele bizimki gibi coğrafyalarda, bunca kadim titreşimin orta yerinde nasıl olur da şiirden anlamadığını söyleyebilir biri.
Düşün ki okuma yazma bilmeyenlerin türkülerini çığırıyoruz asırlardır ve halen köylerde maniler söyleyen teyzelerle, torunlarının defterlere özenle geçirdiği şiirleri salonda baş köşede korumaya alınmış Alevi dedeleriyle tanışıyoruz. Uzağa gitmeye gerek yok; Gezi günlerinde duvarlara yansıyan adını bilmediğimiz o şairler kimlerdi? Onlara önceden sorsaydık bazıları şiir okumadığını, şiirden anlamadığını söyleyecekti muhtemelen.
"önder/yönetici/liderler ve şiir" ilişkisi (demokrasilerde yöneticilerin şiir bilmesi, uğraşması) demokrasiyi daha etkin, yaşamı daha güzel kılar mı?
Bu sorunun iki ucu var; önder-yönetici-lider dediğimizde şiiri ve her türden etkili söylemi kendi davası uğruna kullanan bir düzen de söz konusu. Dün okumaya başladığım bir kurmaca kitapta Mandelştam’ın Stalin üzerine yazdıkları ve bir halüsinatif karşılaşmada ona söyledikleri geldi aklıma.
Vénus Khoury-Ghata’nın “Mandelştam’ın Son Günleri” adlı kitabında şöyle diyordu Mandelştam kendisini takip edip yakalamak üzere olan Stalin’e: “Cesedimi alırsın sadece, senin için yazdığım şiir beni yaşatacak.” Tabii senin sorunda demokrasi geçiyor ve ortamda bir tek-adam rejimi olmadığını varsayarsak tablo değişir mi acaba? Bilemiyorum, adına demokrasi denen rejimlerin marifetlerine de aşina olduğumuzdan burada pek de olumlu bir senaryo çıkaramıyorum.
Yine de şiire hayatında içtenlikle yer açanların politikacı bile olsalar mutlaka bundan her alanda olumlu yönde etkileneceklerini ve bu etkiyi yayacaklarını düşünmeden, en azından düşlemeden edemiyorum. Sadece okur olarak şiirde derinleşmek bile sezgi menzilini uçsuzlaştırır.
Politikanın, yönetimin bugün dünyaya hâkim olan iktidar modellerinin yanına şiiri koymakta zorlanıyorum ama şiire hayatında yer açmış kişilerin getireceği yönetim alternatifleri elbette şiirden ne anladığımızla ve beklediğimizle orantılı olarak bize derin ve rahat nefesler aldırabilir.
Ama yine de şiirin bazı yönetimlerde düzen, intizam, tertip, terbiye, ıslah gibi hedeflere kilitlendiğini ve marşlara eşlik eden sözlerin de şiir olduğunu unutmamak lazım. Etkili söz insanı hayallerinin ötesinde bir açıklığa, bağımsızlığa taşıyabileceği gibi uçurumun dibine de gönderir.
"Yazar hep sonsuz vakite ihtiyaç duyar"
editörlük, yazar ve şairlerle tanışıklık, onlara aracılık etmek, tanıtmak, onları görünür kılmak, bu ilişkilerin getirdikleri, götürdükleri, etkileşimler konusunda neler söylersin?
Editörlüğün anlamının pek de bilinmediği dönemlerde editörlük yapmaya başlamış biri olarak bu mesleğe ─ki meslek bile sayamıyorum ben editörlüğü, adeta adanmışlık gerektiren özel bir uğraş─ günün birinde gençlerin özeneceğini söyleseler inanmazdım.
Sadece bu bile yayıncılık alanında olumlu gelişmelerin de yadsınamayacağını gösterir. Bu alana girdiğimde yirmili yaşlarımın başındaydım ve el yordamıyla öğrenmeye çalıştık incelikleri. Daima zorluklardan geçerek. Ama bunların yanı sıra her zaman benim için müthiş bir tatmin alanı oldu editörlük.
Beni sadece beslemekle kalmadı, hep yeni ufuklar da açtı; yazma, paylaşma, paslaşma iştahımı artırdı. Yazar ve şairlerle iletişim kurmaktan arka kapak ve basın bülteni yazmaya, redaksiyondan düzeltiye, bir yazarla kafa kafaya verip derinlere dalmaktan çevirinin zorluklarına öyle çok incelik üzerine kafa yorup zaman zaman tabiri caizse iğneyle kuyu kazmak gerekir ki… Her birinin de bana ne çok şey kattığını ve katmaya devam ettiğini şimdi daha da net görüyorum.
Serbest olarak editörlüğü halen severek sürdürmemi de açıklıyor bu. Zaman zaman kendisi de yazar olan editörlerin yakındıklarına tanık olmuşumdur, yazar elbette hep sonsuz vakte ihtiyaç duyar ve hayat gailesi yazı çalışmasını bölsün istemez ama eğer bir yazar çalışmak zorundaysa bence editörlük ona en uygun alanlardan.
Bunu sezdiğimden olmalı ve işime olan tutkumdan, her arka kapak yazısını altına imzamı atacağım bir yazı gibi titizlenerek kaleme aldım, alıyorum. Yazar keşfetmek, onları görünür kılmak, okunmalarını sağlamak ise bilhassa benim dergicilikte deneyimlediğim bir şeydi.
Sevilen, takdir edilen bir derginin yayın kuruluna eser göndermenin ne denli hayati bir şey olduğunu bildiğimden azami özen gösterdim bu uğurda. Her birinin yayın kurulu tarafından mutlaka titizlikle değerlendirilmesini sağlamak ve olumlu ya da olumsuz incelikli açıklamalarla sonucu açıklamak o kişilerin gelecekte yazıyla kuracakları ilişkide öylesine bağlayıcıdır ki. Bu gergin ipte yayıncının da en az yazar adayı kadar dengede durması son derece önemli.
Ve bu hassasiyet derginin kimliğinde mutlaka kendini gösteriyor. Dirsek teması kurulan yazarlarla iletişim ve etkileşim konusunda özen göstermek önemli. Kitaplarımı yazmaya başladıktan sonra editörlük gibi çok sevdiğim bir meslek bile olsa onu kurumlar içinde yapamayacağıma karar vermiştim.
Bu bir anlamda beni çok sayıda yazarla yakın temastan da korudu –ki fazlası gerçekten kendi yazısından uzaklaştırabilir insanı- ama elbette kendi yazar, şair arkadaşlarımla, profesyonelce çalıştığım yazarlarla iletişimim hep sürdü, sürüyor. Kendi kimliğini, sesini, özgünlüğünü koruyan, kollayan, gözeten bir yaratıcı için böylesi dostluklar ancak besleyici olabilir. Ama bu tarz dostlukları faydacı yaklaşımlarla sürdürenlerin düştükleri durumu zaten onların yapıtlarında görürüz. En azından bu zafiyet, iyi okurluk vasfının yanına editör gözüyle bakma becerisini de ekleyenlerin gözünden kaçmaz.
şiir pek tarife gelmez bunu biliyorum ama, şiirsel-şiir formunda yazılmış söz olanla (gerçek) "şiir" farklı değerlendiriyor ve bu türü iki gruba ayırıyorum: ilk grupta doğa tasviri, naturalist/doğrucul-gerçekçil ifade, romantik terennüm, didaktik deyiş, "şiirsel sözler", "şiirsel ifade" yer alıyor.
İkinci grubu ise "gerçek şiir" olarak nitelendiriyorum: bunun içinde de üç farklı şiir türü yer alıyor bence: "aşk şiirleri", "eylem/edim/kavga şiirleri", "kimlik&ben şiirleri" akımları ve yaklaşımları bir kenara koyarsak bütün şiirleri bu sınıflama içinde değerlendirmek mümkün. tabii ki bunların birbirleriyle ilişkileri ve geçişimleri de söz konusu ama ağır basan yanına göre bu gruplamayı yaptım. böyle bir yaklaşımla, ya da senin kendi tanım ve sınıflamanla pelin özer'in şiirini nereye koymak gerekir?
Kendinin editörü olmaktan bahsediyorum ama kişinin kendi eleştirmeni olması mümkün değil bence. Elbette yazdığı üzerine bir fikri, algısı var ama onu tanımlamak, sınıflandırmak bana göre yazarına, şairine değil eleştirmene düşüyor. Yazanı en mutlu eden şeylerden biri yapıtı hakkında ona da farklı bakış açıları verebilecek değerlendirmelerdir gibi geliyor bana.
Sadece profesyonel eleştirmenlerden gelenler değil okurların her birinin görüşü, duygusu, düşüncesi beni yakından ilgilendirir. Hatta onları biriktirdiğim bir defterim de var. whatsapp mesajından e-postaya, hangi kanaldan gelirse gelsin, her yorum önemli. O defterimdeki bazı yazılar kitap dergilerinde yayımlanacak değerde. Bu bağlamda da sorunu senin cevaplamanı arzu ederdim aslında. Şanslıyım ki son yıllarda yazdıklarım üzerine bazı eleştirmenler ses vermeye başladı. Dilerim yaşarken daha çok sayıda böylesi eleştiriyi okuma şansı bulurum.
"Şiir kendini yoktan var ediyor"
şairin ve şiirin ses özellikleriyle, şairin söz/sözcük yaratması bağlamında şiirinin bir özgünlüğü ve özelliği var. hattâ liya lu'nun adı ve kitabın 49. sayfasındaki "dünyanın nefes alıp verişini okuyorum gökyüzünde" şiirlerinde tümden uydurulmuş sözcüklerin olduğu dizeler var. şiirin sınırlarına ve içeriğine dair bu anlamda neler söylesin?
Kitaba ismini veren “Liya Lu” sayesinde ben de bu konuda daha çok düşündüm. Şiiri sadece düşünerek, düşünceyle yazan biri değilim. “Uzay Çiçeği” şiirinde bir şarkı nakaratı gibi uydurduğum “Liya Lu” ses-sözünü de içimden geldiği an, gerçekten bir şarkı gibi sessizce mırıldanarak yazdım. Hiç sorgulamadan sadece ses uyumunu kontrol ettim son noktada.
Kitaba isim bulma aşamasında bana ilk göz kırpan isim oldu bu. Ve sonra fark ettim ki altı harften oluşan bu minimal yapı benim şiirde uydurduğum ilk seslermiş. Dolayısıyla bunu şiirin kendini yoktan var etmesi, doğumu gibi de okuyabiliriz.
Bu titreşimi olduğu gibi koruyup başlığa taşımak buradan bakınca bir saflığın dışavurumu ve ona olan inancıma vurgu gibi de okunabilir. Coşkuyu, aşkı, tutkuyu, tılsımı anlamlı sözcüklerle tarif etmeye kalktığımızda, ona akıl ve mantık kapısından baktığımızda sınırlandırmış ve sınırlandırılmış olmaz mıyız.
Titreşimin anlamdan uzak yakınlığına güvenmek bir bakıma “Liya Lu”. Kitap çıktığından beri sadece bana inanan dostlarımla değil beni hiç tanımayanlarla birlikte de “Liya Luuuu” diye haykırdığımız çok oldu. Ses yolunu buluyor. Daha çok haykıracağız, öyle hissediyorum.
“Dünyanın Nefes Alıp Verişini Okuyorum Gökyüzünde” şiiri ise iki bölümden oluşuyor. O şiiri yazarken bildiğim dilin, ana dilimin yetmediğini gördüm. Adeta arkaik bir dil vardı geride, bana şiirin ötesinden sesleniyordu ve “Merak etme, sen bu dili çevirecek kadar iyi biliyorsun aslında” diyordu.
Şiire güvenmek lazım, orada gözüm kapalı yolumu bulmuş gibi hissettim kendimi dilin kucağına bıraktığımda. İlk kez duyduğum o sözcükler beni sağlam bir sal gibi nehrin karşı kıyısına taşıdı. Şiirde sınır yok ve yazarken karşıma çıkan böylesi sürprizler de bunu kanıtlıyor.
Orada tam anlamıyla yersiz yurtsuzuz ve bizi tanımlayıp çitlerle çevirmeye çalışan dilden bile bağımsızız. Bu tekinsiz de sayılabilecek boşlukta kanatlarla karşılaşmak da bizi şaşırtmaz, yüzgeçlerimiz olduğunu fark etmek de. İnsan kadim varlığını bu yolculukta duyumsar ve göze alabiliyorsa onun izlerini takip eder.
"Cevat Çapan eşsiz bir şair ve çevirmen"
şiir çevirisi ve çeviri şiir konusunda neler söylersin? şiir çevrilebilir mi? ya da nasıl çevrilmelidir?
Öyle bir mesele ki farklı diller varolduğu sürece bu soruya net bir cevap verilemeyecek. İki ucu da ─çevrilebilir, çevrilemez─ savunabileceğimi hissederken en doğrusu belki de kendi deneyimimden örnek vermek. Şunu hemen söylemeliyim: Çevirmenliğe hiç göz dikmedim. Çünkü bunun yazmaktan daha da zor, neredeyse imkânsız bir uğraş olduğunu erken yaşta fark etmiştim. Şanslıydım, kaçabildim .
Ama o idrak ânından itibaren de iyi çevirmenlere daha da büyük saygı duydum ve onların haklarının iyi telifle bile ödenemeyeceğini anladım. Kaldı ki bizim ortamlarımızda iyi telifin de ne denli nadir olduğunu sektördeki herkes gayet iyi bilir. Evet, günün birinde kendimi uluslararası bir şiir atölyesinde bir İngiliz şairin şiirini Türkçeye çevirmek üzere kafa ─ve kalp─ patlatırken buldum. Buna mecburdum. Kaçış yoktu.
Yabancı dillerime bile güvenmezken bunu nasıl yapabilirdim… Hiç değilse şiir okurluğuma sığınmam gerektiğini söylüyordu içimden bir ses ama her an işbaşındaki şairi de susturamıyordum. Süre kısıtlıydı. Çıkan sonuca baktığımda, üstüne bir de o şiiri yüksek sesle okumam gerektiğinde anladım ki, şiir çevirisi bir ruh transferidir. Çeviren kişi şair ise çevirdiği şiire, şiirinin soluğunu üflemekten alıkoyamaz kendini.
Dolayısıyla neredeyse bedensel bir birleşme gibi, belki amaçlananın da ötesinde bir yakınlık, hatta bir kendinden verme söz konusu olur. Ben bu deneyimi böyle yaşadım ve bu sayede neden bazı iyi şairlerin çok iyi şiir çevirmeni olduklarını anladım. Öyle sanıyorum daha doğrusu. Bir yandan da o ideal şair-çevirmenin kendi şiirini çevirdiği şairlerin etkisinden korumayı bilmesi lazım. Çevirdiği şairlerin şiirini de kendi şiirinin etkisinden…
Buradan bakınca da bugüne dek hem kendi şiirlerini hem de çevirilerini gençliğimden itibaren hayretle ve hayranlıkla okuduğum Cevat Çapan’ın eşsiz bir şair ve şiir çevirmeni olduğunu düşünüyorum. Bunun çok nadir ama mümkün olduğunun kanıtı.
şiiri şiir yapan nedir? tema'sı, izleği, ele aldığı konular mı, yoksa ifade ediliş biçimi mi?
Yazma deneyimimden cevaplayacak olursam; hiçbir şiiri kaleme almadan evvel bir konu, tema, izlek belirlemiş değilim. Şiir gelir ve kendi yolunu çizer; onun beni çektiği maceraya doğru sürüklenirken bir kâtipten farkım yok. İyi kulak vermeye ve doğru aktarmaya çalışırım. Sonra o artık kendi sağlamlığına erişmiş mi, oluşunu tamamlamış mı, bir bakıma görevimi hakkıyla yerine getirmiş miyim diye bakarım. Tema o sırada belirlenmiştir, izlekse yolculuğumuzun kendisidir.
Okur olarak yanıt vermeye çalışırsam da yine aynı ölçülerim; okuduğum gerçek bir şiir mi, buna sadece zihnim, beynim değil kalbim de yanıt verir. Okurken de yazarken de bedende, kimyada bir değişim olur. Ben bu dönüşümlere, toplu yanıta bakarım. Şairin samimiyeti ve adanmışlığı bana göre şiirden ayrı değil; ustalık gösterisi, kendini sürekli tekrar ya da sadece yazılmış olmak için yazılmış bir şiir mutlaka kendini belli ediyor.
"Şifali bir tür: haiku"
bir de haiku'ların var... haiku yazmak, pelin özer için kaynağını nereden alıyor, nereden çıktı?
Haiku ibenim için sadece yazınsal bir tür değil, kaynaklarımdan. Yeryüzüne dokunmanın ve onun soluk alıp veren bir parçası olduğunu duyumsamanın en dolaysız yolu. Sanki bütün türlerin içinde en masum, en saf, kendini dolaysızca var etmiş tür. Yoksa nasıl açıklanabilirdi 5-7-5 hece ölçüsünün zamansızlığı, pek çok farklı dilde tutunabilmesi… Adeta ekildiği her toprakta filizlenen bir tohum haiku.
Hiçbir dile, kültüre ait değil, evrensel. Güçlü bir ortak duyuşun formu, ifadesi, edası, tavrı. Tutkuyla ve önemseyerek yazmaya başladığım gençlik yıllarımda tanıştığımız ilk andan itibaren aşkla bağlıyım haikuya. Zaman içinde bunun nedenlerini araştırırken haikunun yazınsal bedenimin kalbi olduğu bilgisine vardım.
Yaratıcı kaynağın anda olduğunu, doğadaki her karşılaşmanın, her anın mucize gibi bize yepyeni, taptaze bir haikuyu cömertçe ve beklentisizce, kendiliğinden uzattığını hatırlamak yaratıcı kaynağın tükenmezliğine dair muhteşem bir inanç veriyor bana.
Giderek sadece haiku yazan birinden haiku üzerine söz alan birine de dönüştüm. Haiku ile yakın ilişki kurmak için yazmak da gerekmiyor mutlaka; yazınsal deneyimin aktarılıp paylaşılması düşünden yola çıkarak oluşturduğum Öğretilemeyen Şeyler Atölyesi’nde “Haiku Okuma Gözlüğü” ve “Haiku Defteri” başlığı altında söz alırken haikunun dönüştürücü etkisini daha da yakından, içeriden gözlemleme şansı buldum.
Bu sayede anladım ki yazmak bir yana haiku üzerine sohbet etmek bile tılsımlı, bambaşka kapılar açıyor. Fazıl Hüsnü Dağlarca “Haiku eczanelerde satılmalı” derken haklıymış. Gerçekten şifalı bir tür. Boşuna değil Roland Barthes’ın da roman üzerine düşüncelerinde haikuya geniş yer vermesi.
"Yaşadığımız mekânlar derimiz gibi"
“liya lu” çok demlenmiş şiirlerle yeni şiirleri bir arada içeren bir kitap ve 4 ayrı tematik bölümü var. hepsi birbirinden güzel ve anlamlı şiirlerle dolu. bu seçim, bu düzen ve kitabın bütününe dair duygularını öğrenmek isterim.
Çok teşekkürler, böyle yansıması beni mutlu etti. On yedi yıllık bir kitap “Liya Lu”. Kitapların da kaderi var. Sabır sürecinin ardından içten içe elli yaşıma basmadan demlenmiş ve kendi bütünlüğüne erişmiş bir kitap hayal ediyordum. Öncesinde neredeyse havlu atmıştım. Şiirlerin birikmiş olması bir kitap oluşturmak bakımından beni zorluyor, elimi kolumu bağlıyordu. Tek bir kitaba sığdırmak ne kadar doğruydu, ondan da emin değildim.
Bazı elemeler yaptım ama bu da yetmedi. Kitap, bu yükü üzerimden alacak, bana destek olacak bir yayınevi, bir editör bekliyordu. Bir bakıma “Liya Lu” masalında sabrın sonu selamet oldu. Bu şans tabii, her zaman masallar böyle sona ermez biliyorsun. Sona da ermiş bir şey yok elbette, yeni başlıyor aslında masal. “Liya Lu”nun doğumu bana göre başarıyla gerçekleşti ve ben de merakla bekliyorum bundan sonra olacakları.
Ayrıntı Şiir dizisini henüz telif eser basma kararı almadan evvel, ilk günlerinden itibaren severek, ilgiyle takip ediyordum. Onlar olmadan bu kitaba son halini tek başıma mümkün değil veremezdim. Şiirlerime inanarak onu bir bakıma korumaya alan ve kitap için emeklerini hiç esirgemeyen sevgili Emirhan Oğuz’a, Levent Turhan Gümüş’e ve Bora Ercan’a şükran borçluyum. Bilhassa kronolojik izleği koruyarak bölümlere ayırırken bir yandan da tematik bütünlüğü gözetmek hiç kolay değildi.
Editörün hem hassas ve içeriden hem dolaysızca ve yukarıdan bakabilen gözü elimden tuttu ve kitaba hayalini kurduğum o duruluğu, olgunluğu verdi. Bu da ancak aradan geçen zamanla mümkün olabilirmiş. Kitabın en doğru zamanda yayımlandığını düşünüyorum.
bir de benim "şiir roman" dediğim bir başka kitabın var: "beyaz ev" orada da bir deneme yaptığını düşünüyorum. kısaca onun yazın yaşamındaki yerine dair de bir şeyler söyler misin?
“Liya Lu” da yayımlandıktan sonra tüm kitaplarımın aslında tek bir kitap olduğuna, her kitabın o giderek genişleyen büyük kitabın bir bölümü olduğuna dair inancım da daha güçlendi. Bir anlamda bu daha görünür oldu. Şimdi “Beyaz Ev”in “Liya Lu”dan önce hayat bulması bana önemli görünüyor örneğin.
O, şiir olmaya direnerek yazılan bir kitap. Biçim olarak şiiri seçseydim ─ki bu bir bakıma benim için kolaya kaçmak olacaktı─ o nihai bütünlüğe hiç erişemeyecektim. Her kitap yokluktan doğuyor ve bir imkânsıza göz dikiyor. Ben yazma serüvenimde bunu böyle yaşıyorum. “17 Haziran”da atlamam gereken engeller farklıydı, “Latife Tekin Kitabı”nda bambaşka. Ama her birinde mutlaka aşılması gereken bir engel belirleniyor.
Her kitapta varılması gereken, hayal meyal belirlenip göz dikilmiş bir puslu zirve var. Benim için her kitap bir direncin sonunda varılan o zirve. Tabii sonra sağ salim aşağıya, düze inmek de bu masalın önemli bir parçası. Dağcılar arasında yapılan bir araştırmada kazaların çoğunun inişlerde yaşandığı ortaya çıkmış.
“Beyaz Ev”de de kendime önceleri tanımadığım bir zorluk alanı yarattım. Fiziksel olarak da var olan bir mekânın içine yerleşmiş, aile kurmuş, yeni doğum yapmış bir kadın olarak yine “17 Haziran”daki gibi cinsiyetsiz, zamansız, mekânsız bir anlatı evreni kurmak hayaliyle yola çıktım. Mekânı merkezine koymuş olsa da sadece evin kendisini ve kök saldığı adayı içine aldığından kendini evrende bir ada olarak konumlandırıyordu.
Şimdi sorun sayesinde düşünüyorum da; kitabın sadece kaleme alınmadan evvel kendini, geleceğini, nasıl oluşacağını düşündüğü bir iki yıl var. O iki yıl boyunca evle de konuşarak ona en doğru formu bulmaya çabaladım.
Varolan bir formu ödünç alamazdım. Emsali yoktu çünkü evin, onu içinde birikmiş yaşantılarla ve kendi soluğuyla ele aldığınızda hangi evin bir emsali olabilir ki… Sonunda şiirle düzyazının çekiştiği ve kitap için iyi olanın kazanacağı bir düello yaşandı.
Bunu neredeyse net biçimde gördüğümü iddia edebilirim. Şiir dizesi ile düzyazı cümlesi sağlam bir halatı çekiştiriyorlar ve sonu noktalı olan cümle kazanıyor. Sonunda bir şartla diye de ekliyor: Her cümleden sonra bir satır boşluk olacak.
Bu asla görsel-biçimsel bir kapris değildi. O boşluklar, duruşlar evin varlığını, onunla yaptığımız düeti sezdirirken bir yandan da meditatif bir okuma önerisinin somut biçimde kendini sunmasıydı. “Beyaz Ev”in hep ağır okunan ama insanda bir daha okuma arzusu uyandıran bir kitap olmasını hayal etmiştim. Bana bu yönde yorumlarını iletenler olduğunda çabamın ve duyuşumun ödüllendirildiğini hissettim.
“Beyaz Ev” aynı zamanda beş duyuyla yazılmış bir kitap, bir anlamda yazılırken duyuların bilenmesini sağladı. Dilerim okurlarına da böyle şeyler yaşatır, deneyimleme olanağı sunar.
Yaşadığımız mekânlar derimiz gibi, onları da üstümüze giydiğimizi hayal edelim, buradan bakınca bir oluyoruz, bütünleşiyoruz onlarla. İçimize aldığımız ya da bunu hayal ettiğimiz eşlerimizi, sevgililerimizi yüceltip onlara şiirler, şarkılar, kitaplar yazarken başımızı soktuğumuz, sığındığımız mekânlarla sanki pek de zihinsel-duygusal-duyusal bir ilişki kurmuyor, onlara, onlarla ilişkimize dair yaratıcı bir sorgulama içine girmiyor, pek ürün vermiyoruz. Buna yeryüzü de, o uçsuzluk da dahil. Tüm mekânları yeryüzünün hücreleri gibi de ele alabiliriz.
“Cam Kulübeler”de yaşamayı idealize eden biriyim ve bir eve, mülke, mekâna, coğrafi-kültürel-milli kimliklere sahip olmayı, bunlarla anılmayı reddediyorum. Bu bakımdan da “Beyaz Ev”i; bir varlık gibi dile gelen, yüz elli yaşına yakın ahşap bir yapının içinde ─kalbinde, böbreğinde, akciğerlerinde─ yaşarken kendisine adeta katılarak, eklenerek, hücrelerinden birine dönüşerek yazmaya, ona ses vermeye çalışmış birinin kitabı olarak okumak lazım. Görüldüğü gibi “Beyaz Ev”e dair söz halen kendini doğurmaya ve kendinden doğmaya devam ediyor. Kitabı yazdıktan sonra dilime dolanan bir cümle var: Duyulur duyulmaz sessizlikte(n) dile gelenlerle yazıldı “Beyaz Ev”.
aldıktan sonra, yaklaşık bir aralıkla iki kez okuduğum "beyaz ev" ve ondan önce yayınlanan ama benim daha sonra, çok yakınlarda okuduğum "17 haziran". iki romanda da bazı izleklerde koşutluklar da var ama benim asıl sormak istediğim, anlatış biçimi ve dil. “beyaz ev”de anlatılanı değil ama anlatma biçiminin özünü, kaynağını “17 haziran”ı okuduktan sonra kavradığımısöyleyebilirim. “beyaz ev”e ilkin "şiir roman" demiştim. ama sonra bunun farklı bir anlatım biçimi hattâ dil olduğunu düşünüyorum. bu dile belki "pelin özer dili" de denebilir ama ben şimdilerde "şiirce" adını veriyorum ve kadınlık hâline özgülüyorum bu dili. bu dilin aslında dildeki erilliği, ortadan kaldırmak diyemesem de azaltmaya ve yönelik bir çaba olarak da düşünüyorum. bazı kadın yazarlarda hissettiğim bu durumu bu iki romanı birlikte düşününce bir düşünceye dönüştürdüm. onun için sana ayrıca teşekkür ediyorum. bu anlatım tarzı, bu anlamda bir arayış ve belki de onun bir "edimsel denemesi" olup olmadığına ve romanlarına dair de bir şeyler söyler misin?
Bu bakış ve yorumlar benim için çok değerli, çok teşekkür ederim. Dil içimizde canlılığını koruyarak hiç durmadan çoğalan bir kaynak. Yazmaya oturduğumuzda, ona bir biçim vermeye çalıştığımızda bile o hareketliliğini tamamen kontrol altına alamıyoruz, denetleyemiyoruz ya da istesek de onu susturamıyoruz. Hele bir de içimizde ayrı ayrı kanallardan yürüyorsa dil; onun hızına, çoğalışına yetişebilmek daha da fazla efor istiyor. Ama bir yandan bunun avantajları da var. Bizi sürekli o kaynakla temas halinde tutuyor.
Yazdıklarımı yayımlamaya yeni karar verdiğim günlerde şiirin o tazyikli kimyasıyla başa çıkamadığımı çok net hatırlıyorum. Düzyazı alanında hep çalıştığım halde yazdığım kısa yazılar o yoğunluktan sıyrılmamı sağlayamıyordu, bana uzayıp giden bir düzlem gerekiyordu. Türe karar vermek adeta kendi yaratacağınız bir habitatı oluşturmak.
Mimar, mühendis, işçi hepsi sizsiniz ve yapayalnızsınız. Bir yandan da sadece şiir yazarak yaşayabilecek biriydim ama bunun da tehlikeleri vardı, görüyordum. Romanla uzayıp gidecek sözün beni şiirde tabiri caizse gevezelikten koruyacağını hissettim. Güçlü bir duyuştu bu. Beni şaşırttı önce. Şiirin şuursuzca kendini çoğaltması mümkün, bunun örneklerini de görüyoruz. Kendini tekrar eden bir şiir dünyası yazan kişi için ciddi bir tehdit bence. Sanatın her alanında böyle.
Benim içinse şiir yayımlamak çoğaltmak değil de eksiltme çabası gibi. Demlenme sürecinin önemi bu elemeye de yardımcı olmasında aslında. İşte, başka türlerde ve bilhassa uzayıp giden türlerde ürün vermek bu elemeye de yardımcı olan bir çalışma. Tabiri caizse şiir külliyatını terbiye eden bir yanı var.
Romana ve o düzleme yerleşme kararının bir boyutu da onunla ciddi biçimde tartışmamı sürdürmem aslında. Tabii iyi örneklerini dışarıda tutarak söylemeliyim ki ikna olamadığım bir yanı var romanın, sırf bu nedenle ona çekilmiş de olabilirim. Roman yazma kararı almak ciddi bir iddia gibi görünüyordu. Başta gönlümü çelen de bu duyuş oldu. Otobiyografik bir meydan okuma iyi gelecekti. Belki tam da o sırada “Latife Tekin Kitabı”nı hazırladığım için bir bakıma kendi hayatımı da bambaşka açılardan ve son derece farklı bir yaklaşımla ele almak isteği de olabilir.
Her kitap kendisi için yepyeni bir dil yaratıyormuş gibi geliyor. Bu bakımdan “17 Haziran” da “Beyaz Ev” de onları oluşturan dilin doğumunu bekledi bir süre. “17 Haziran” dilini ve yapısını sağlam kurabilmek için, kendine ikna olabilmek için üç kere silbaştan yazıldı, “Beyaz Ev” iki yıl sessizlikte dile gelmeyi bekledikten sonra beş yıla yayılan bir dönemde hayat buldu. Bu bakımdan roman türü benim için bir sabır, azim, yalnızlık ve çalışkanlık testi aynı zamanda.
Şiire hiç benzemeyen yanı da bu olabilir. Şiir gelir kendini yazdırıp çekilir. Kalabalıkta bile bir köşeye çekilip yazarsınız, yürürken ya da rüyadan uyanıp… Ama roman talepkârdır, bir odaya uzun uzun kapatır. Şiirden kaçmak için romana sığınmış da olabilirim, bu da mümkün. Roman yazarken bir bakıma şiire daha mesafeli yaşarım. Zihnimi ele geçirir, tekeline alır roman, bu yüzden de kolay bir karar değil romana kapanmak.
Her ne kadar “Beyaz Ev”i roman diye sınıflandırmış olmasam da teknik açıdan romanın talepkârlığı onda da vardı. Her roman, her yazınsal tür benim açımdan bir arayış. Elimden tutup da beni içten içe sezdiğim, tamamlanmış halini netlikle gördüğüm o şimdilik flu bütüne götürense dilin kendisi. Onun şiirden ayrılmamasına şaşırmıyorum çünkü sahiciliğine hiç sorgulamadan ikna olduğum dil, ana dilim, şiirin dili.
çok teşekkürler sevgili pelin özer...
nice şiirlere, nice buluşmalara...
(MS/EMK)