hemen herkesin bildiği eski bir halk hikâyesi vardır, her halk hikâyesinde olduğu gibi birbirinden farklı pek çok anlatılış biçimi vardır, ben kendi bildiğim şeklini anlatayım sizlere...
'fuzuli' işler
bir ülkede, kabiliyete ve yeteneğe çok önem veren bir padişah varmış. herkesten çok farklı bir marifeti olanlar huzuruna çıkar, bunu ortaya koyar, padişahın hoşuna giderse de karşılığını alırlarmış.
bir gün huzuruna tebaasından birisi gelmiş, padişah marifetini sormuş. adam, "padişahım, ben ipliği iğneye bir metre uzaktan atar ve bir seferde ipi iğnenin deliğinden geçiririm" demiş. padişah yapmasını isteyince sahiden de ipi iğneye bir seferde geçirmiş. bunun üzerine padişah yanındakilere "bu adama, on kese altın verin" demiş. adam çok teşekkür etmiş, keseyi alıp çıkarken, padişah muhafızlarına adamı tutmaları için işaret etmiş, adamı tutunca "yıkın aşağı, ayaklarına onar değnek vurun şimdi" demiş. muhafızlar padişahın dediğini yapmışlar. adam zorlukla ayağa kalkmış, "padişahım, on kese altına teşekkürler ama bu değneği anlamadım" deyince, padişah yanıtlamış adamı:
"marifetine diyecek sözüm yok, on kese altın o yüzden, bunun için yıllarca uğraşmışsındır muhtemelen, bu zamanı güzel yurdumuza ve insanlarımıza daha faydalı olacak bir iş yerine böyle fuzuli bir marifet için harcadığın için aklın başına gelsin diye yedin."
fuzuli işlerle uğraşanlar
sık karşılaştığım sözlerden birisidir "fuzuli işlerle uğraşıyorsun" sözü.
bu sözü söyleyenler genellikle klasik yöneticilerdir, para kazanmayı ve zengin olmayı düşleyenlerdir, bir makam ve mevkii olmayı benimseyenlerdir, bulunduğu yerde kalmayıp sürekli "yükselmeyi" düşleyenlerdir. günün birinde "çok meşhur" olmak için sürekli çırpınanlardır, "başkasının derdinden sana ne, sen çıkarına bak oğlum" lâfını dilinden düşürmeyenlerdir.
doğrudur, bu güne kadar yaptığım işlere geriye dönüp onların gözüyle baktığımda pek çok fuzuli işle uğraşmışım gerçekten de. çoğu üzerime vazife olmayan, öğrendiğim mesleğimle doğrudan ilgisi bulunmayan, çoğu insan için "özenti"den başka bir şey olmayan, boş insanların yapacağı türden işler bunlar. ama şimdiye kadar beni ben yapan da genellikle bu işler oldu. başka türlü söylersem, fuzuli ve üzerime vazife olmayan işlerle uğraşmayı seviyorum.
benim gibi, fuzuli işlerle uğraşanları da seviyorum. fuzuli işlerle uğraşıp, sonunu getirenleri, bir yapıt meydana getirenleri daha çok seviyorum.
dahası fuzuli işlerle uğraşanlarla tanışmayı konuşmayı, dinlemeyi ve anlaşmayı seviyorum. fuzuli işlerle uğraşanları önce benzerlerine sonra da herkese duyurmayı seviyorum. o yüzden fuzuli işler yapanları yazmayı da seviyorum. dahası bunu "fuzuli" de sayılsa bir görev, ödev, hatta bir 'iş' sayıyorum, doğrudan kazancı benim haneme yazılmasa da... işte onlardan birisini anlatacağım size. daha doğrusu onunla konuşacağız ve onun çok önemli 'fuzuli işleri'nden birisini "hiçbiryer"i konuşacağız.
uzun süreden beri yaptıklarını ve yazdıkları izlediğim ama hiç bir araya gelmediğim birisi miraz rusipi. facebook sayfasındaki bir duyurusunu gördüğüm anda başladı benim için bu "farklı" kitabın hikâyesi. aşağıdaki söyleşi bu hikâyeyi özetliyor.
akış hâli
yazmak, yaratmak, doğurmak fiilerinin bir dışa vurumu. doğuran her varlık gibi kökünü topraktan alan, kökü toprak olan birisi mi miraz ruspi?
ben tüm evreninin bir şekilde beden kozmosumuzda yer aldığına inanlardan, tuhaf bir insanım. yazarken yazdığım karakteri dışımda değil içimde ararım, bulduğumda o kadına, erkeğe, hayvana, bitkiye ya da nesneye akmaya çalışırım. yazmak doğurmaktan ya da yaratmaktan çok, ruhumdaki evrene; kadına, erkeğe, çocuğa, yaşlıya lgbti'ye, hayvana, bitkiye, taşa, kayaya akmayı başarmakla ilgili bir akış hali.
"baktım olmuyor yazdım"
bu romanı hikâyesini, aklına ilk geldiği zamandan başlamış ve ciltlenmiş olarak şimdiki hâlde elli kişiye, yakın arkadaşlarına ve onlar arasında da 'ikinci' kitabın da bana kadar ulaşmasının hikâyesini anlatır mısın?
romanın ilk aklıma gelişi biraz belirsiz. liseden sonra böyle bir roman yazmayı istedim. karakterler aklıma gelip gidiyordu. üniversitede düzenli olarak yazmaya başladım. ilk hâli böyle değildi tabi. çok çaresizdik. o zamanlar toplanıp toplanıp dağılıyoruz. iki kadın beş erkek en yaşlısı yirmi yaşında, gencini sorma dünyanın derdini yük bilmişiz. mahallede her gün biri ya intihar ediyor ya satırlanıyor ya da çatışmada ölüyor. gidelim diyoruz, kalıp düşlerden müteşekkil bir ev kurup bir arada yaşayalım, diyoruz; evde olmaz genişçe bir arazi alalım komün kuralım. hiç biri olmadı ayaklanalım, savaşalım. çok konuşuyoruz, ziyadesiyle hayal kuruyoruz, iş harekete geçmeye gelince cebimizde toplasan bir kafede oturmalık para yok ki evden hayale, hayalden eve gitmekten başka bir yol bulalım. yine buluşmuşuz işte baktım yine dağılacağız. dış dünya rüzgara kasırgaya dönmüş içimizi kurutuyor. ben plan yaptım. onlar toplandılar ben anlattım. hayallerimiz hayat karşısında hiçbir işe yaramayınca toplanamamaya başladık. baktım ki toplanamıyoruz ama anlatacak şey hala çok, oturup kitabın dışındakiler için değil de içindekiler için, hani olurda dağılmış olan bizleri birbirine bağlayan bir damar olur diye "hiçbiryer"i yazmaya başladım. kalem kağıtta tüneller açtı. tüneller hayatımı bir anafora yerleştirdi... yıllar yıllar geçti. hayat romana, roman hayata karıştı. birkaç defa yazdığım her şeyi yaktım. uzadıkça uzadı kitap, karıştıkça karıştı hayatım. bir gün yeter dedim çok yorulmuştum. artık bu kitabı basmalıyım. basmalıyım da nasıl?
"kendim yazdım, kendim bastım"
kitabı basma kısmı kitabın yaratım ve okurun eline geçme sürecinin yazar için en stresli kısımlarından birisi. kitabı basmak aynı zamanda bir rüyadan uyanmak kitap ile kurduğun tılsımlı ilişkiye satış, yüzdelik, para, editoryal yönlendirme, beğeniye göre yazma, kulisler, aracılar gibi pek de hoş olmayan şeylerin karışması demek. yayınevlerinin gönderilen dosyaları okumadığına ilişkin herkes gibi bir sürü olumsuz şey duymuştum. yayınevleriyle ilk karşılaşmam anlatılanların o abartı olmadığını gördüm. dosyamı yayınlansın diye yayınevlerine göndermeden önce incelemesi için bazı yazarlar gönderdim bunlardan biri diyarbakırlı ermeni yazar mıgırdiç magrosyan'dı. dosyamı yayınevlerine göndermeden önce hani olur da kitabın ermenileri ilgilendiren kısımlarında yanlış bir söz kullanmış olabilirim, diye bir ermeni yazar olarak mutlaka incelemesini istiyordum. magrosyan gözlerinin iyi görmediğini dosyamı daha çok ermenilerle ilgili yayınları basan bir yayınevi editörüne göndereceğini söyledi. neredeyse bir yıl sonra o yayınevinin editöründen cevap geldi, "dosyanızı yayın politikamız uygun bulamadığımız için yayınlamıyoruz" diye. bu deneyim bana yayınevlerinin yapısı hakkında yeterli fikri vermişti. kitabımı okuyup inceleyen mehmet eroğlu, murat uyurkulak gibi önem verdiğim yazarlar, biri arkadaşım ikisi tümden kitabın dışında olan beş kişiye okutmuş olmasam ve olumlu eleştirilerini almamış yazarların övgülerini arkadaşlarımın gözündeki hayranlığı görmeseydim kitabımı yayınlamak için yayınevlerini defalarca arayabilir ya da kitabı yayınlamaktan büsbütün vazgeçip kendime saklayabilirdim. o andan itibaren yayınlamamanın da, yayınevinde yayınlamanın da "hiçbiryer"e haksızlık olacağını düşündüm. hiçbiryer'e yakışır biçimde başka türlü yayın yöntemleri araştırmaya başladım.
"mücellitliğini de ben yaptım"
mücellitlik! e-kitap bağımsız yayıncılık için iyi bir seçenekti. hele benim gibi ev değiştirirken hâlâ en büyük zûlü kitapları taşımada yaşayanlar için ayrıca iyi bir seçenekti. yine de ikna olamadım. kitabı eline aldığında yaşadığın haz, kokusu, altını çizdiğin kısımlar, içine yazdığım notlar. hiçbir kitap sadece yazara ait değildir. basılı kitap aynı zamanda kişisel tarihimizden notlar taşır. düşünürken basılı kitaptan aldığımız hazzı artıracak bir yöntem buldum. modern yöntemlerle basılan kitabın daha arkaik şekline yönelmek. bir nesne olarak kitabı sanat eserine dönüştürmek, yazdığım kitabı tasarlamak, zanaatkarlığına soyunmak. araştırdım. mücellitlik yöntemlerin gördükçe başım döndü. ben sadece içerik olarak değil nesne ve bir sanat eseri olarak da sahip olmak istediğim bir kitabı yazıp, yapmıştım. üçüncü bir göz olarak eşim ayşegül'ün ve editöryal tercübesi olan deniz kırımsoy'un düzeltmeleri dışında kitabın tasarımı, dizgisi, kağıt seçimi, basımı kurdelasına kadar her şeyini ben tasarlayıp matbanın icadından önceki zamanlarda kullanılan, ortaçağa ait yöntemlerle bastım.
ütopya, hayal, proje, program, senaryo...
kitabın içinde birbirine yakın anlamları, geçişleri olan pek çok kavram var. ütopya, hayal, proje, program, senaryo... bu kavramlar senin için ne anlama geliyor? aralarında bağlar, bağıntılar, kesişmeler ya da ilişkiler var mı?
hayal her daim hayata dönüşmeye çabalar, ütopya tam da bu çabanın menzilidir. hayat yıkıcı bir hal alıp yaşamımız içinden çıkılmaz kabusa dönüştüğünde bilinçsizce hayaller kurmaya başlarız, bu defa gerçek hayat geçekliğini unutup bir hayale dönüşmeye çabalar. hayaller ve ütopyalar periyodik olarak kentleri, kasabaları ve köyleri yakılıp yıkılanların çoğrafyasındaki insanları için keyif ya da fantezi unsuru değil, bir zorunluluktur. "hiçbiryer"in iç içe geçmiş hayali dünyalarını benim zihnimde entelektüel bir edebiyat faaliyetinden dolayı değil, zorunluluktan yarattı. kitap ile benim hayatım da böylece iç içe geçti. evet, işid barbarlığından vê suriye'deki savaştan sonra mülteci kampları yerine eko-köyler diye bir proje yapıp o dönem kurduğumuz dernek vasıtasıyla belediyelere sunduk. projede yer alan evlerden birini öğrenmek ve pratiklik kazanmak için eşimle birlikte inşa ettik. kitapta geçen diyarbakır komünal akademisi de aslında mezopotamya akademisi diye kaleme aldığım bir projeydi. vakti zamanında adaya benzer dostların bir araya geldiği bir kafe-atölye kurdum... banka soymayı iki binlerin başında o boğucu zamanlarda gerçekten düşündüm. "plasenta ya dönmek" yıllar önce bir yazışma grubuna gönderdiğim çağrı metni olarak kaleme almıştım oradan kitaba girdi. soruya geri dönersek hayal ve hayat benim için her daim iç iceydi zaten başkaca şansımda yoktu.
hiçbiryerin evrenine ait bir halk
"miraziler" diye bir topluluktan söz ediyorsun romanında. onlar mezopotamyanın kadim bir halkı, hem de hiçbiryer ahalisinin benzemek istedikleri kadim bir halk. o halkı bize biraz anlatır mısın? onların soyundan kimseler var mı hâlâ bu dünyada?
aleviliğin yedi ulu ozandan birisi olarak kabul ettiği, hurufiliğin kurucularından imadeddin nesimi'nin doğum yerinin diyarbakır, tebrîz, şîraz ve şamahı olduğu konusunda rivayetler vardır. tarihçiler bu konuda uzlaşamasalar da nesimi'nin diyarbakır zindanında yattığı konusunda hem fikirdirler. ben tam bu zindan zamanlarına akmaya çalıştım. sayılardan, harflerden ve gizemli şekillerde alemlerin sırlarını çözmeye çalışan nesimi'nin zindanda gördüğü olası rüyalara inan bir halk yaratmaya çalıştım. hindistan'a aydınlanmaya giden insanları dahi kendine çeken barış zamanlarının mayası olacak bir halk miraziler. anlayacağın miraziler gerçeğe değil hayale hiçbiryer evrenine ait bir halk.
romanın içinde çok sayıda farklı ve küçük hikâyeler var. mesela amed'in büyükannesine anlattırdığı "kurê miri hakkariyani", "goril teorisi hikâyesi", "kurban hikâyesi", bu hikâyelerin kaynağı miraz ruspi için neresi, nereden geliyor bu hikâyeler, kimler anlattı bunları sana?
benim babam dengbêjdi. klam, kelam, söz, ses onun için her şeydi. üzülünce klam okurdu, sevinince klam söylerdi. hastalanınca iyileşmek için klama, klamdaki dünyalara o dünyalardaki hikâyelere sarılır sabahlara kadar klam söyleye söyleye iyileşirdi. ben babamı dinler ama anlattıklarından bir şey anlamazdım. seksenlerde doğan bir çok kürt çocuğu gibi bana baskı ve aşağılamalardan korkan ailem kürtçe öğretmedi. bildiğim kadarını sonradan öğrendim. çocukluğumda ve ilk gençlik yıllarımda babam klam okurdu ben o klamlara hikâyeler yazardım. kûrê mirî hakaryan bilindik bir klam. kurban kutsal bir hikayeyi yeniden yazdım. diğer hikâyelerin çoğunu babasından dinlediği ama anlamadığı bir makama hikâyeler yazan bir çocuk gibi kendim yazdım.
bir amed hikâyesi
romandaki kimi yerleri, coğrafyaları, mekânları, özellikle de amed'in surlarını, suriçi bölgesini, hançepek'i bir gezi anlatısı gibi yazmış, adeta birer kararkter gibi romanın içine dahil etmişsin. burada romanın bir başka derdinin olduğunu, amed'in artık olmayan bazı yerlerinin izini romana taşıdığını düşünüyorum. ona ve onların yok edilişine dair de bir şeyler söylemek istersin diye düşünüyorum.
diyarbakır dünyada çok az örneği olan taş konaklar, ortak yaşamların yaşandığı büyük avlulu evleri, labirentsi sokakları, her biri başka bir hikâyeye çıkan tünelleriyle bir romancıya istanbul, paris, londra'nın bile sağlayamayacağı olanaklar sunan bir kent. ben romanımın mekânsal alt yapısını kurgularken çocukluğumun geçtiği kentin tüm küçe ve sokakları yerli yerinde duruyordu. romanda suriçi'ndeki bir eve ada'ya yıkıcı bir polis baskınını dahi aşırı bulmuştum. o demler çocukluğumun ve gençliğimin geçtiği kentimi, evleri, sokakları ve mahalleleri ile yerle bir edeceklerini tahmin dahi edemezdim. onlar bir roman yazarının dahi tahmin etmediği ya da dile getirmekten korktuğu acımasız bir yıkımı gerçekleştirdiler. ardından hasankeyf yok edildi. bunlar sadece tarih değil. ben gibi bu mekânlarda yaşamış olanların hayatlarının bir parçasıydı. o yüzden şimdi hepimiz biraz eksiğiz.
düşlerin gereği ve gerçeği
azad'ın hayalleri, düşleri ve gerçekleşmesini istediği şeylerin sıralandığı, aynı zamanda da iç sesiyle tartıştığı düşler, hayaller de var. düş görmenin, hayal kurmanın insan yaşamındaki işlevi ve bunun sanatla bağlantısı konusunda ne düşünüyorsun?
farkında olalım ya da olmayalım insanlık hayatta kalmasını düş kurma yeteneğine borçlu. hayal kurabildiğimiz için tohum ekmeyi denedik. arabalar tasarladık. akıl almaz yapılar inşaa ettik. edebiyatı ve sanatı icat ettik. azad baskı altındaki bir halktan, ağza alınması dahi yasak bir savaşın çoğrafyasında doğup büyümüş yaşamaya devam etmek hayal kurmak zorunda. koşuyolu katliamında ölen çocukları görmüş azad gibi vicdanlı bir insan için istemsizce de olsa hayal kurmak bir zorunluluktur. aksi taktirde gerçeğin burgacından aklını yitirmeden kaçamazsın. binbir gece masalları, klamlar, kısaslar boş yere bu çoğrafyadan çıkmadı. her an öldürülebilecek şehrazatların yaşamak için hayalle, edebiyata ve masalara ihtiyacı var.
şatırlar ve boranlar
romanda iki kuş simgesi var: "şatırlar" ve "boranlar" bu konu da sanki özel ilgi alanınıza giren konular arasında. tabi amed'de kuşçuluğun ve kuşçularının önemini bilen birisi olarak soruyorum. onlarla bir bağınız, ya da yakınlığınız oldu mu?
hiçbiryer mekanlarla ama özellikle diyarbakırla derin ilişkiler kuran bir kitap. diyarbakır'da geçen bir kitapta da güvercinlerden söz etmemek yanlış olurdu. diyarbakır'da geçen ömrümde yaşadığım evlerin damında her daim güvercin, evimizde ise keklik olurdu. kitabı yazarken kentlilerin güvercinlerle ilişkisini anlamak için diyarbakır dört yoldaki kuşbazlar caddesine sık sık gidip geldim. mezatlara katıldım insanları şatırlar ve boranlar diye ikiye ayıran ömrünü güvercin beslemeye adamış qırıklarlarla efsunlu sohbetlere daldım. yani evet simgesel olarak da gerçek hayatta da kuşculuk ve kuşlarla derin bağlarım var.
yeni bir romanın kapısı!
kitabın sonundaki yaklaşık yüz sayfa çok hareketli bir şekilde akıyor ve art arda bir çok olay yaşanıyor, bu sırada bir anlamda roman yeniden yazılıyor ve tüm öncekilerin üzerine katlanıyor ve en başa dönülüyor. dolayısıyla biten ama yeni romanlara başlama potansiyeli taşıyan bir roman var sanki. gerçekten böyle bir niyet ya da çaba var mı?
kitabı bitirdiğimde aslında böyle bir niyetim yoktu. Hiçbiryer'de on yılı aşkın bir sürede kurduğum ve içinde kaybolduğum labirent. ben bu labirentten kitabı, hiçbiryer'i bitirerek çıkmak önemli bir kısmını yazmama rağmen bir türlü yazmaya devam edemediğim romanıma dönmeyi arzuluyordum, olmadı dönemedim. bu günlerde gerçekleşmiş ve kısmi de olsa yaşanılabilir bir hiçbiryer ütopyası beni yeniden içine çağırıyor.
kitabın kapak resminin altına yazılacak ithaf yazısı:
diyarbakır surlarının üzerinde, munzur nehrinin kıyısında, van gölünün sahilinde, kaz dağları'nın vadilerinde, hasankeyf mağaralarında birbirlerine düşlerini anlatan cennet ulusunun çocuklarına... ve tüm bu düş zamanlarında yan yana olduğum ayşegül'e...
miraz rusipi kimdir?
1980 eylülünde diyarbakır suriçi'nde doğdu. siirt' te sınıf öğretmenliği okudu. van anzaf, diyarbakır başko, batman kocalar, dersim perî köylerinde öğretmenlik yaptı. dayanışmanın ve paylaşımın yoğun olduğu topluluklar kurmaya çalıştı. özgürlükçü öğrenim, komün ve ekoköy kurmaya çalışan topluluklarda yer aldı. roboski katliamı sonrasında halil savda ile birlikte roboski'den ankara'ya barış yürüyüşü yaptı. aynı amaçla dersim'den erbil'e uzun bir bisiklet yolculuğuna çıktı. öykü ve edebi politik yazıları yeni harman, karga, özgür gündem, birgün, yeşil gazete, yeşil öfke, gazete duvar gibi dönemin dergi ve gazetelerinde yayımlandı. son zamanlarda doğaya ve edebi yurduna, yazıya sığındı. halen eşi ve iki oğluyla dersim'in bir köyünde yaşıyor. (MS/AÖ)