sevgili majak toşikyan'ın yaşamöyküsünü yazıya geçiren sevgili vercihan ziflioğlu'nun "beni benimle bırak" kitabını keyifle ve merakla okuyup bitirdikten sonra bilmediğim pek çok şey öğrenmenin yanısıra orada yazılanların düşündürdükleri, bu yazıyı ortaya çıkardı.
tabii ki sadece ilgilisi ve meraklısı için...
birine, bir şeye, bir varlığa isim koymak öncelikle onun varlığını kabul etmektir, sonra da onu onaylamaktır. ama unutmamalı, isimleri hep başkaları koyar. bu nedenle bir ad konulan herkes ve her nesne aslında ve özünde birileri için mutlaka başka, ayrı ve "öteki" olmaktır. bu nedenle "var olmak" her zaman "öteki" olmakla eş anlamlıdır. dolayısıyla kendisine bir ad konulan o andan itibaren artık "öteki" olduğunu kabul etmiş olur.
tanrı adem'i yarattıktan sonra, ondan yeryüzünde her şeye bir ad koymasını ister, o da bu görevi yerine getirir. mark twain "adem'le havvanın güncesi" adlı ironik hikâyesinde bu gerçeği farklı biçimde dile getirir. fark edileceği üzere isim koyma hâli aynı zamanda bir eşitsizlik, bir erk ya da erksizlik hâlidir. aynı zamanda bunu o erki, 'kabul ve biat etme hâli' olarak da söyleyebiliriz. belki de ad koyulmak, insanın bu biat etme hâlini hayatı boyunca temel almasını sağlamak için gündeme getirilmiş bir kural, bir değişmez davranış kalıbıdır ve bu kalıbı kırmak pek çok ad konulan için çok mümkün değildir.
netameli bir iştir bu ad koyma işi ve aslında bir sistemi vareden unsurlardan da birisidir. en başta fizyoloji ya da biyoloji, bir düzen unsuru olarak adın nasıl konulacağını belirler: ya erkek adı seçilecektir, ya kadın adı. oysa insanın kimliği ne biyolojisinin sınırlarına, ne de toplumun benimsediği toplumsal kurallara, ya da yasalara sığar. dahası eğer gerçekten insan haklarıyla birlikte bir varlıksa ona kimsenin bir kimliği dayatma hakkı olmadığı herkes tarafından kabul edilmelidir.
tıpkı din, etnik köken, toplumsal statü, varsıllık ya da yoksulluk, modernlik ya da muhafazakârlık gibi diğer sınırlılıklar da bu dayatmanın gerekçesi olamaz... çünkü bu sınırlar ve tanımlamalar dayatıldığı zaman kişi tüm bunların içinde arasından geçip ve çoğu kere de bunlara rağmen varolmayı başarmak zorunda kalacaklardır. sistemler ve yapılar kendisini daha doğrudan ve doğal olarak isim koyma yetkisiyle donatabilir ve bu işi de bizzat üstlenebilir. bu yüzden kimsesizlerin adlarını da devlet koyar. dahası devlet en üst erk sahibi olarak kabul etmediği ve onaylamadığı isimleri de değişitirir ve kendisi onları kendisi, kendisine göre tanımlar. ulus devlete geçildikten sonra çıkarılan soyadı yasasının ve herkesin bir yere kaydedilmesinin gerekçesi de budur bence. devlet bu adı koyarak "ben erk sahibi olarak senin bana biat etmeni dayatıyor ve kabul ediyorum" demektedir. devletin gücünü meydana getiren bazı yapıları da yapabilir, aynı dayatmada bulunabilirler. özellikle eğer bir sermaye değişim ya da sönüşümü söz konusu olacaksa onu yönetenler de bunu doğrudan yapabilir. sermaye ve onun sahipleri bunların başında gelir. sonra da erkleri altında tuttukları tüm dayanakları ve unsurları.
yine de farklı olanlar vardır: kendi varoluşlarını ortaya koymak isteyen sanatçılar bu konuda ayrıksı tutum alan, sanatlarından yola çıkarak "kendi adlarını koyan"ların başında gelir. "müstear ad" koyarlar kendilerine. bu konuda 'sanat'ı biraz geniş algılamak, hattâ bunun yanına 'zanaat'ı da eklemek gerekir.
sevgili majak'ın çözümü
bu konuya dair bu kadar kelam etmemi, sevgili arkadaşım dostum "majak toşikyan"a borçluyum. sevgili majak toşikyan bu söylediklerimi yıllar önce yaşamış ve kendi çözümünü farklı biçimde bulma imkânına sahip olmuş güzel bir insan. onun yaşamını anlatan sevgili vercihan ziflioğlu'nun kaleme aldığı "beni benimle bırak" adlı yeni çıkan biyografi kitabında kendi durumunu şöyle anlatıyor, sevgili majak:
"ilk etapta hiç düşünmedim, her şey bir tesadüfle gelişip gerçek anlamda bir mecburiyete evrildi. şayet majak toşikyan olan ismimi kullanmakta ısrar etsem bugünkü ben olabilir miydim? lütfen 'ama diye başlayıp, bana bir iki ismi öne sürmesinler. herkesten evvel bu piyasaya adım attım. olaya daha genel bir açıdan bakılmasını isterim... bahsettiğiniz yıllarda bırakın göz önünde olan bizleri, esnaflar bile iş yapabilmek için türkçe isimler kullanmak zorunda kalıyordu... yaşadığımı ikilemin kolay bir şey mi olduğunu sanıyorsunuz..."
onu bu adla tanımayanlar olabilir. belki sonradan aldığı adla söz etmeliyim: sevgili "cenk taşkan". onu bu adla da tanımayanlar olacağını biliyorum. en azından ikisinin aynı insan olduğunu bilmeyenler de olabilir. o yüzden onun temel özelliğini dile getirmek gerekir.
majak toşikyan ya da cenk taşkan, bu topraklarda doğmuş, yaşamış, yine bu topraklardan ayrılmak zorunda kalmış çok büyük bir müzisyen ve çağdaş bir bestecidir. türkiye sınırları içinde besteci niteliğiyle cenk taşkan olarak bilinirken, etnik kökeni itibariyle ermenistan'da ve dünyada müzisyen majak toşikyan olarak bilinmektedir. onun ve benim derdimi doğru ve tam anlayabilmek için, bunu tersten de belirtmek gerekir sanırım: ermenistan ve dünya onu "cenk taşkan" olarak tanımazken, türkiye'de de çok yakınları ve kendi mahallesi dışında "majak toşikyan" olarak bilen yoktur.
aslında bu, çok hazin ve de onun kendi deyimiyle söylersek insanın zoruna, gücüne giden, onun dediği gibi, bir mecburiyet yüzünden yapılan ve 'kolay olamayan bir şey'dir.
sevgili majak, cenk olma hâlinde bunu sesle, sesi organize ederek ve sevgili mehmet teoman'ın sözlerini adeta müzik diliyle yeniden ifade ederek benim düşündüğümü yıllar önce dile getirmiş ve "beni benimle bırak" demiş. ama bırakılmamış!
beni benimle bırak
gün olur da belki bir gün benden bıkarsan / gün gelir de hani bu evden çıkıp gidersen / sanma ki senden, senin uğruna verdiklerimden / geriye birşey isterim sen ayrılırken / sanma ki senin için yaptıklarımın hesabı sorulacaktır/ senden...
beni benimle bırak giderken başka birşey istemem ayrılırken / bana bir tek beni bırak ne olur / gerisi senin olsun.../ senin olsun...
bir başka âlem seni benden alırsa / bir başkasına olur da âşık olursan / sanma ki senden, senin uğruna verdiklerimden / geriye birşey isterim sen ayrılırken / sanma ki senin için yaptıklarımın hesabı sorulacaktır / senden...
beni benimle bırak giderken başka birşey istemem ayrılırken / bana bir tek beni bırak ne olur gerisi senin olsun / senin olsun..
evet o bir ayrılık hâlinde sevdiği insana bunları söylemiş. ama ayrılıklarımız yalnızca insanlarla yaşadıklarımızla sınırlı olabilir mi? insan yaşamında nelerden, neden ve nasıl ayrılır bir düşünelim isterseniz. sonra da o ayrılıklardan sonra geride kalanlara neler denildiğini, nasıl adlandırıldığını. başka bir deyişle kimsenin bu anlarda "kendisiyle olma" hâlinin mümkün olup olamadığını, eğer mümkün olmuşsa bunun nasıl olduğunu, bunun için hangi bedellerin ödendiğini.
kendinle olmanın ve kendinde kalmanın serencamı
sevgili ziflioğlu'nun yazdığı kitabında başından başlayarak yaşamı anlatılan sevgili majak hem yaşamına hem de bu yaşamı sürerken yaşadıklarına dair, pek çok konuda çok önemli şeyler söylüyor: bir ermeni olarak göğsünü gere gere yaşayamama konusunda söylediği şu altı sözcük daha fazlasnı ifade etmeyi gereksiz kılıyor: "devletin kendi vatandaşlarına uyguladığı bir ayıp" ama bu ayıba ortak olanlara yönelik bir şey demiyor, onları kendi ayıplarıyla başbaşa bırakıyor. bu yazı bir bakıma işte bu ayıptan utancın da bir ifadesi olarak anlaşılmalıdır. çünkü o "ayıp" eyleme geçtiğinde bu dünyada ve o ayıbın farkında olanlar bizlerdik ve hâlâ yaşıyor ve sürdürüyoruz bu ayıbı. hem de sadece onlara karşı değil. bu coğrafyaya ait olmadığını düşündüğümüz herkese yönelik düşünce ve yaptıklarımızla.
"genellikle herkes birbirini tanırdı" diyerek sürdürüyor sevgili majak, kınalıada'yı ve yaşadığı yerleri, çevresini anlatırken. sonra da biraz ileride şunları söylüyor: "siz öyle kimliklerine vurgu yaptığıma bakmayın biz kimsenin ne milletten olduğunu bile bilmezdik o güzel yıllarda, bunları sorgulama gereği hissetmezdik. önemli olan dostluktu." bunlar sadece bir nostaljik cümle değil bence. bir tür itiraz hattâ isyan! neden mi? o satırları okurken ben kendime sordum, yakın çevremde kaç kişiyi tanıyorum diye? sahi kaç kişiyi tanıyoruz? örneğin apatrmanın ilk katında ya da 9 no'lu dairede oturanların adlarını biliyor muyuz, bir çırpıda sayabilir miyiz? yoksa "herkes kendiyle mi yalnız" bırakılmış ve neden?
veya şöyle bir cümle neler düşündürmeli bize, hep birlikte düşünelim ve yanıtlayılım, ve tabii nedenini de: "(kilise korosunda) verilen müzik eğitimi dünya standartlarına yakındı."
sesli düşüneceğim maruz görün: "en son ne zaman dünya standartlarına yakın müzik eğitimi almış birilerinin icra ettiği bir müzik parçası dinledi bu ülkenin insanlarının çoğunluğu?" dikkât edin "yaptık, çaldık, icra ettik, söyledik" demiyorum.
yoksulluğumuzun büyüklüğünü herkes fark ediyordur umarım. ya trt3 radyo olmasaydı?
ve kitapta anlatılanlar
kuşkusuz kitapta sadece bunlar anlatılmıyor, tartışılmıyor. sevgili majak'ın yaşamındaki tüm önemli olaylar sırayla dile getiriliyor, kısa bir özet yaparsak....
popüler müzik dünyasına ilk adım atışı ve erol büyükburç'la tanışması, yavuz özışık orkestrasında cenk taşkan olarak profesyonel müzik yapmaya başlaması, askerlik dönemi, talin toşikyan'la evlenmesi, salim dündar'la birlikte çalışması, mehmet teoman ve nüket duru ile birlikte gerçekleştirdikleri, sezen aksu'ya yaptığı şarkılar, erovizyon maceraları, kanada'ya zorunlu göçü, orada kurduğu orkestra ve ermeni cemaatiyle ilişkileri ermeni müziği üzerine çalışmalar, ermenistan'daki konserler, istanbul'a geri dönüş, müzikaller, büyük prodüksiyonlar dönemi, müzikâller, devlet tiyatrolarıyla ilişkileri...
kitabın içinde anlatılanlar ikibinli yılların ilk on yılı içinde kitapta anlatılanlar bitiyor. sonrasında olanlar bazılarımızın hafızalarında, onlarla belki de bir başka kitapta karşılaşacağız.
vercihan'ın ziflioğlu'nun yaptığı
kitabı kaleme alan, sevgili majak-cenk'le konuşan vercihan ziflioğlu, kitabın önsözü başta olmak üzere tüm kitap boyunca yapmaya çalıştıklarını, bu kitabı kaleme almasının hikâyesini söyle anlatıyor:
"... konusunu gerçek yaşamdan alan bu çalışmayla, yönümüzü yetmişlerin türkiyesine çevireceğiz.... kolektif hafıza aktarımından ziyade bir kişinin kişisel yaşamından yola çıkarak bir ülkenin, yani türkiye'nin yakın tarihine odaklandım.
bu kitap, bir müzik adamının yaşamöyküsü olmaktan çok daha fazlası... anlatılacak olan bizim hikâyemiz, her birimizi yakından ilgilendiriyor.
... kimi zaman kırgınlıklar, üzüntüler, ayrılıklar yaşasalar da onlarınki tadına doyulması asla mümkün olmayan bir yol hikâyesi.
... tüm bunları yaparken oryantal bir bakış açısıyla kimliksel meseleleri de ele almayacağız.
... onun gibi rengarenk bir sanatçıyı siyaha, beyaza ya da griye hapsetmek kuşkusuz tarih önünde büyük bir haksızlık olurdu.
... bir yazar olarak hem okuyucularıma hem de gelecek nesillere olan borcumun fazlasıyla farkındayım. geleceğe veri bırakırken en doğrusunu aktarmanın bir sorumluluk olduğunu biliyorum."
bunların sonunda kitabı okuyanların, onların rehberliğinde bir zaman yolculuğuna çıkacağını belirten ziflioğlu, gerçekten de uzun bir dönemi ve bir tarihi, içinde yer alan majak toşikyan arşivinden fotoğraflarla birlikte 182 sayfalık bir kitap içinde anlatıyor.
kitabın son satırlarındaki dileği ise kuşkusuz kitabı okuyan herkesin paylaşacağı bir gerçeği dile getiriyor:
"dileriz ki bundan böyle kimse 'öteki' olmanın acısını yaşamasın. ve hiç kimse doğduğu topraklara veda etmek zorunda kalmasın. ... birlikte daha iyiyi ve daha güzeli başarabilmemizin gücü içimizde..."
bu gücü içinde hissederek ben sevgili majak-cenk'in o şarkısındaki dileğini bir kez daha dile getirerek yazımı bağlıyorum:
"beni benimle bırak"
"bizi bizimle bırakın" başka bir şey istemiyoruz sizden!
iyi ki varsın sevgili majak, iyi ki onu ve bu yolculuğun hikâyesini yazmışsın sevgili vercihan...
* "beni benimle bırak" majak toşikyan'dan cenk taşkan'a, vercihan ziflioğlu, kuzey ışığı yayınları, ekim 2021, 182 sayfa, 978-605-74028-0-6
(ms/as)