İklim krizi gün geçtikçe daha can yakıcı bir hâl almaya başlıyor.
İklim krizi mücadelesinin önemini henüz kavrayamayanlar olduğu şüphesiz. Ancak devletler ve aşırı sağcılar kavrıyor ve buna yönelik adımlarını da geciktirmeden atıyor. İklim krizi meselesinde sol politikaların üretilmesi kadar sağ politikaların da üretilmesi gayet mümkün. Bu sağ politikaların tezahürlerinden biri: Ekofaşizm.
Ekofaşizm nedir, ekofaşistlerin argümanları nelerdir, Türkiye ve dünyadaki örnekleri hangileridir üzerine araştırmacı-yazar Foti Benlisoy ile konuştuk.
Tek bir iklim krizi mücadelesi mümkün müdür ve iklim krizi mücadelesini sağ politikalardan arındırmak neden önemlidir?
İklim krizini genelde teknik bir mesele olarak düşünüyoruz ve çok yaygın bir yanlış anlaşılma bu. Daha çok bilim insanlarının söz sahibi olduğu, siyaset dışı bir mesele olduğunu düşünüyoruz. Halbuki durum bunun tam aksi. İklim krizi tüm karşı karşıya olduğumuz siyasal, sosyal meselelerin kapsamını, boyutlarını, içeriğini değiştirmeye aday ve değiştiriyor da zaten.
En önemli tartışma: İklim krizi
Dolayısıyla tüm farklı siyasal konum alışların, siyasal yelpazedeki farklı kesimlerin iklim krizinde nasıl tutum alacağı çok belirleyici bir mesele. Ve sağın da solun da iklim krizi karşısında vereceği yanıtlar daha derin bir biçimde farklılaşacak. İklim krizi esas itibariyle siyaset dediğimiz şeyin yapılışını değiştirecek boyutlarda bir meydan okuma. Devletin ve tüm kurumlarının, sınıf muhtevasının üzerinde sarsıcı etkilerde bulunacak meydan okumadan bahsediyoruz. Toplumsal üretim ve bölüşüm ilişkilerinin, eşitliğin ya da eşitsizliğin, özgürlüğün ya da özgürlüklerden yoksun olma hallerinin hepsini, artık iklim krizi bağlamında tartışmamız gerekiyor. İklim krizi dışında siyasal bir tartışma kanaatimce artık yok.
Ekofaşizm nedir?
Tek bir ekofaşizm tanımı henüz yok. Yeni yeni aşırı sağ, neopost ya da proto sıfatlı ekofaşist gruplar iklim krizine ve ekolojik krize nasıl yanıtlar geliştiriyorlar sorusunda bir takım çalışmalar yapılıyor. En yakın çalışma Andreas Malm ve Zetkin Kolektifi'nin çalışması. Onların sordukları soru şu: Sıcaklıkların yükselişiyle aşırı sağın yükselişi arasında bir korelasyon var mı ve bu ikisi arasında nasıl bağlantılar kurmak gerekiyor? Baktığımızda bir tarafı iklim inkârcılığı bir tarafı ise saf ekofaşizm diyebileceğimiz, iklim krizi ve ekolojik krizi bir tür diktatörlük vesilesi olarak kullanmak isteyen, henüz marjinal bir akım söz konusu.
Ekosistemlerin zincirleme çöküşüyle karşı karşıya kalacağımız bir ekolojik yıkım çağının içerisindeyiz. Ekofaşizm de bu ekolojik krizin ve iklim krizinin beraberinde getireceği felaketleri mevcut toplumsal, siyasal, ırksal, cinsel ve benzeri tahakküm biçimlerini daha da derinleştirmek için kullanılacak. Özetle halihazırdaki somut maddi eşitsizlik ilişkilerini, tahakküm ve sömürü ilişkilerini derinleştirmek adına iklim krizinin yarattığı felaketleri kullanışlı hale getirecek akımlara ekofaşist akımlar diyebiliriz.
Orman yangınları ve göçmenler
Aklıma iki örnek geliyor. Bir tanesi tabii ki geçen yaz yaşadığımız yangınlar. Hatırlayalım yangınların hemen sonrasında Kürtler ve göçmenler yangınlardan sorumlu tutulmuştu. Bu sadece Türkiye'de alınan bir tutum değil. Amerika Birleşik Devletleri'nde de geçen yıl Colorado'da gerçekleşen bir yangının hemen akabinde, tıpkı bizde olduğu gibi yöre ahalisinin bir kısmı barikatlar oluşturdu. Elde silahlarla kimlik kontrolü yaptılar. Ama onlar göçmen ve Kürt değil, antifa arıyorlardı. Çünkü antifa üyelerinin orman yangınlarının sorumlusu olduğunu söylüyorlardı. İki gün önce Hatay'da gerçekleşen yangında Ümit Özdağ da aynı tutumu sergiledi. "Ormanları PKK'nin yaktığı söyleniyor," dedi.
Bir ekofaşizm pratiği: Ümit Özdağ
Klasik diyebileceğimiz bir ekofaşizm örneği Özdağ'ın sergilediği. Bir başka örnek yine son dönemde çokça tartıştığımız göç meselesi ve iklim mülteciliği. Birleşmiş Milletler rakamlarına göre 2019 yılında 22 milyon iklim mültecisi vardı ve 2050'de bu sayının 200 milyonu bulacağı söyleniyor. Burada bir parantez açmak gerekiyor. İklim mülteciliğinden böyle bahsetmek bir yanıyla tehlikeli de.
Göç meselesi, özellikle jeopolitik düşüncenin belirleyici temalarından. Özellikle askeri kurumlar ya da istihbarat kurumları bu tür korku senaryoları üretiyor. Bunu tam da iklim krizinin sonuçlarını "güvenlik" adı altında kendileri için kullanışlı hale getirmek için yapıyorlar. Askerileşmiş sınır politikalarını savunmak adına yapıyorlar. Yine Ümit Özdağ örneğine bakabiliriz. Özdağ bir videosunda da Türkiye'nin güney sınırındaki bölgeleri göstererek "Burada göç artacak, Türkiye bölünecek, sınırda bir Kürt devleti kurulacak," diyor.Ümit Özdağ'da söz konusu ekofaşist temayı görebiliyoruz. Ama Avrupa aşırı sağında da oldukça yaygın bir tema bu. Askerileştirilmiş sınırların ve katı sınır politikalarının ekolojik krize adeta deva olarak önerilebildiği çıkışlar gördük. Dolayısıyla iklim mülteciliği meselesi, özellikle aşırı sağın versiyonları açısından ciddi bir mücadele alanı haline gelecek gibi görünüyor.
Biraz ekofaşistlerin argümanlarından bahsedebilir miyiz?
Ekofaşizm esasen şemsiye bir tabir. Farklı türleri var. Biz ekolojik düşünceyi genellikle sol tandanslı bir ideoloji olarak düşünmeye alışkınız; ama durum böyle değil. Nazizm'e kadar geri götürebilecek, hatta daha öncesine, 19. yüzyılın sonuna uzanan bir beyaz üstünlükçü korumacı anlayıştan bahsedebiliriz. Nazizmde toprak ve "saflık" temaları hayli etkilidir. Haliyle ekojist düşüncede de faşizan bir damar var. Bu damar neo-Malthusçuluk'tan besleniyor.
Malthus kabaca bir nüfus yasasından bahsediyordu ve nüfus artışının durdurulmadığı takdirde esas olarak kıtlığa, yokluğa, sefalete ve felakete dönüşebileceğini söylüyordu. Malthus'un sınırlanması gerektiğini söylediği nüfus çok açık ki yoksulların nüfusu. Çünkü ona göre yoksullar, cinsel arzularına ket vuramadıkları için sürekli olarak çoğalmaktadırlar.
Neo-Malthusçuluk
Malthus'un, aslında 19. yüzyılda Marx ve Engels tarafından da tarihin çöplüğüne atılan bu görüşü ekolojik düşünce içerisinde bir dizi yeni taraftar buldu. Bu taraftarlar diyor ki nüfus artıyor ve esas itibariyle dünyanın sınırlı kaynaklarına dönük basınç da artıyor. Dolayısıyla nüfusu sınırlamak gerekiyor. Bilimsel çalışmalar esas itibariyle küresel Kuzey'i bu krizin sorumlusu olarak işaret etse de, bu tersine çevrilip küresel Güney'deki büyük nüfus kalabalıkları ve yoksullar bu krizden sorumlu tutulmaya çalışılıyor. Yoksul nüfusun bir biçimiyle azaltılması, neoliberal düşünceyle de eklemleniyor ve bu politika, ekofaşist düşünce içerisinde yoksulların nüfusunun bertaraf edilmesine kadar götülebiliyor.
Ekolojik apartheid
Mevcut sömürü ve tahakküm biçimlerini yeniden üretme düşüncesinin varacağı yer aslında bir tür ekolojik apartheid rejimi. Dünya yaşanmaz hale geldikçe, küresel Kuzeye doğru bir hareket başlayacak ve bu hareketi sınırlamak, sınırda tutmak gerekecek. Elimizde bir takım ekolojik, yeşil adalar kalacak ve bunları muhafaza ve müdafaa etmek gerekecek.İklim krizinin önümüzdeki dönemde siyasal boyutlarının en kuvvetli biçimde açığa çıkacağı alan sınır politikaları olacak. Halihazırda da böyle. Suriye'de başlayan iç savaşa bakalım. 2000'li yılların başından itibaren etkisini artıran, yüzyılın en büyük kuraklığının dolaylı bir sonucu. Tabii ki tek bir sosyal olgu yok iç savaşlarda. Bu iç savaşta da yok; ama arka planda görüyoruz ki ilk ayaklanmayı hem tarımsal üretimin çökmesi, neoliberalleştirilmesi ve piyasalaştırılması hem de kuraklık nedeniyle şehirlerin çeperlerine göçmüş insanlar başlatıyor. Bugün yaşadığımız "mülteci krizi"nin dolaylı bir nedeni, daha şimdiden iklim krizi.
Bir adım daha atalım. Hatırlayın, Trump seçildikten sonra, ilk yıllarında önemli argümanlarından biri saflık ve Meksika sınırındaki duvar meselesiydi. Duvar, esas itibariyle Orta Amerika'dan göçmekte olan insanlar için örülmüş bir duvar. Göç politikalarında ve sınır politikalarında, özellikle sınırların militarize edilmesi hususunda nasıl bir gelecekle karşı karşıya olabileceğimizi gösteren, distopik bir gelecekten gelen mesajlar bunlar. Apartheid derken uç bir tablodan bahsetmiş olmuyoruz yani.
İklim krizinin yıkıcılığını erteliyor muyuz? Yani bizler de bir tür inkâr halinde miyiz?
Evet, iklim krizini her zaman gelecekte yaşanacak bir olay olarak değerlendiriyoruz. Aslında şu an cereyan eden bir süreç. İklim ertelemeciliği, iklim inkârcılığının yerini almış gibi görünüyor. Şu hataya düşmeyelim: "İklim inkârcılığı bitti". Hayır, iklim inkârcılığı her koşulda kendisini yeniden üreterek ve aşırı sağ akımların bir parçası olarak var olmaya devam edecek. Geçtiğimiz günlerde Suudi petrol şirketi Aramco dünyanın en çok kâr eden, en değerli şirketi haline geldi ve Apple'ın yerini aldı. Bu gibi örnekler, fosil gaz şirketlerinin aslında hiç de fosilsizleştirme süreci içerisinde olmadığını, bilakis iklim değişikliği sürecini dolu dizgin ve öngörülemez bir biçimde yaşamaya devam edeceğimizi gösteriyor.
"Benden sonrası tufan"
Hiçbir hakim sınıf, hakim sınıf olarak davranmaktan tek başına vazgeçmez. Hiçbir hakim sınıf, sosyal anlamda intihar etmez. Yakıt şirketlerinden bir şey bekliyoruz. Yapmış oldukları devasa altyapı yatırımlarını bir anda insanlığın ve dünyanın çıkarları için çöpe atmalarını bekliyoruz. Böyle bir şey yok tabii ki. Marx'a başvuralım, diyordu ki: "Sermaye işçilerin az mı çok mu yaşayacağıyla, sağlıklı olup olmayacağıyla ilgilenmez; ancak toplumsal bir zorlama olursa buna mecbur kalır." Sermayenin deyimiyle benden sonrası tufan. Bunu engelleyebiliriz kuşkusuz. İhtiyacımız olan şey tabii ki sermayeye geri adım attıracak mücadeleler.
Artan nüfus ve daha az çocuk yapılması ya da hiç çocuk yapılmaması gerektiğine dair politikalardan bahsettik. Bunlar bazen solun da benimsediği politikalara dönüşüyor. Bu tür hatalara düşmemek için neler yapılabilir?
Ekolojik krizin en büyük nedenlerinden biri nüfus artışı dediğimiz andan itibaren aslında düşmanın sahasına girmiş oluyoruz. Bu argümandan kesinlikle kaçınmak gerekiyor. Genel bir nüfus artışı değil iklim krizine neden olan, zengin nüfusunun artışı. Bir nüfus kontrolüne gideceksek esas itibariyle zenginlerin nüfusunun azaltılması konusunda bir politikaya sahip olmamız gerekiyor. İklim krizi ya da genel ekolojik yıkım karşısında tüketim odaklı bireyselleşmiş çözümlerin savunusuna değil.
Şunu söylemek istemiyorum ama tabii ki. Genel anlamda ekolojik yıkıma karşı durabilmek tabii ki mevcut kapitalist medeniyetin dışına çıkmakla mümkün. Bu da tabii ki hayatlarımızın çok farklı yönlerini değiştirmemiz anlamına geliyor. Ama kalıplarımızı ve alışkanlıklarımızı değiştirerek iklim krizine ya da ekolojik yıkıma karşı mücadele ettiğimiz yanılgısı gittikçe daha da tehlikeli hale geliyor. Siyasal atıllığımızı ve pasifliğimizi örten bir perdeye dönüşüyor.
Paris İklim Anlaşması'ndaki taahhütleri düşündüğümüzde devletlerin pratikleri arasında devasa bir uçurum olduğunu görüyoruz. Türkiye de bu ülkelerden biri aslında. Bununla ilgili ne düşünüyorsunuz?
Bu taahhütlerin hiçbirisi zorlayıcı değil. Dilek ve temennilerden ibaret. Bu taahhütlerin yerine getirilmemesi için her zaman gerekli mazeretler ortaya çıkacaktır. Örneğin bu sene Ukrayna savaşı var. Avrupa'yı Rus enerjisinden bağımsızlaştırma çabaları ve benzeri mazeretler şimdiden hazır. Karbon emisyonlarını düşürmek Amerika Birleşik Devletleri'nde yakın zamanda Biden'ın seçim vaadi idi. O vaatten dönüldü ve federal arazilerde doğalgaz ve petrol aramalarına yeniden izinler çıkarılmaya başlandı. Birleşik Krallık'ın, Glasgow'a giderken bir takım taahhütleri vardı. Onlardan da dönüldü ve Kuzey Denizi'nde daha kapsamlı fosil yakıt aramalarına arama ve çıkarma faaliyetlerine başlanması yönünde bir politika değişikliğine gidildi.
Tufana kadar dans
Müzik sürdükçe tufana kadar dans etmeye devam etmeyi öngören bir sistemle mücadele ediyoruz. İklim krizinin ve ekolojik krizin çözümü ancak belli siyasal çıkarların geriletilmesi ya da ortadan kaldırılmasıyla sonuçlanabilecek ciddi mücadele ve çatışmaları gerektiren bir siyasal süreç. Önce bunda uzlaşmamız gerekiyor. Şunu da unutmayalım: 15. yüzyılın sonunda Amerika yerlilerinin soykırıma tabi tutulması ve muazzam bir kölelik sistemiyle başlamış olan kapitalizm hikâyesinin son perdesindeyiz.
İzleme Önerisi |
(TY)