"Şimdi bırak, yürüsün!
Bir kez ayaklandın ya ey hınç,
Dilediğin yere git artık!"
Marcus Antonius'un Sezar'ın cesedi başındaki söylevinden
Haftanın en çarpıcı açıklaması Maliye Bakanı Mehmet Şimşek'ten geldi: 2002'de en düşük memur maaşıyla 2.914, asgari ücretle ise 1.370 yumurta satın alınabiliyorken, Kasım 2010 tarihinde ise en düşük memur maaşı ile 5.856, asgari ücretle de 2.699 yumurta alınabiliyormuş.
Doğrusu adını siyaseten koymadan bir siyasal eyleme tuhaf ülke ölçülerine göre ancak bu denli siyasal açıklama yapılabilirdi demek geçti içimden.
Sonra sabredemedi ve başbakan patlattı sözünü; "Ben polisimi ezdirmem!"
Her yıl İnsan Hakları Günü, Aralık ayının ilk haftasında, hafta süresince anmalar yapılır ve haftanın anlamına binaen etkinlikler düzenlenir.
Bu sene hafta epeyce hak ihlalleri ile geçti. Tam da geçen bir yıl içindeki hak ihlallerine dikkat çekiliyorken!
Gençler yürümek istedi, polis artık ağızlara pelesenk olan ifadeyle "aşırı güç" kullandı. Epeyce "aşırı güç" kullanıldı ki darp edilen genç bir anne bebeğini düşürdü.
Hakkâri'de tam da 10 Aralık İnsan Hakları Gününde parti çalışmalarından dönen Barış ve Demokrasi Partisinin gençlik örgütü Demokratik Yurtsever Gençlik Örgütü Yüksekova Meclis Sözcüsü Sedat Karadağ kurşunlandı ve ağır yaralandı.
Ve bu "hak ihlalleri" hengâmesi içinde iktidar ve muhalefet temsilcileri Mülkiye'ye gidip demokrasiden, insan haklarından, hukuktan ve anayasadan söz etmek istediler.
Dekan haklı olarak uyardı, "Gelmeyin. Tepki had safhada. Sıkıntı yaşanabilir". Dinlemedi ne muktedir, ne de muktedirin kendinden menkul muhalifi!
Üstelik polis nezaretinde demokrasi ve insan haklarını, bir de anayasayı anlatacaklardı siyasalda, hem de siyasallılara...
Anlatmaya güçleri de nefesleri yetmedi.
Sarısıyla, akıyla yumurtanın nimetlerine "gark" oldular.
Biri öğrencileri "faşistlikle" suçladı. Öteki de "akılsızlık"la...
Oysa yaşananlar; siyasal iktidarın da, kendine benzettiği muhalefetin de bütün numarası "sırmaları dökülmüş" ve itaat ile emre amadelik üretmekten öteye geçmeyen politik söylevlerine gençlik tepkisinin olanca dışavurumuydu.
Ertuğrul Kürkçü'nün çok haklı olarak vurguladığı gibi aşikar olan; "işleri"nin tartışma zemini yaratmak olmayıp, ürettikleri "rıza" kültürüne "biat"ı tavsiye etmek olan siyasilerden öğrenecek pek bir şeyleri olmadığının bilincinde olan genç öğrencilerin tavır alışlarında saklıydı. Öğrenciler biliyordu ki demode fikirler "itibardan düşmüştü".
Bu "itibar kaybının" adını koyup taçlandırmak ise hazır yine iktidarın maliyesi tarafından ucuza kapatılmış biçare yumurtaya nasip olacaktı.
Oldu da "netekim"...
Sonra tas tarak; ak saçlı, aksakallı bizim kuşaktan sbf-der eski başkanımız ve arkadaşım "müzmin öğrenci" Hasan Hüseyin Özkan'ın başına patladı.
12 Eylül darbesi sonrası 26 yıllık İsveç sürgünlüğünden sonra memlekete dönüp afla mülkiyedeki geç kalmış öğrenciliğine dönüş yapan Hasan Hüseyin bir anda yaygın medyanın "lanet taşı, provokatörü" ilan edildi.
Sahi kimdi bu "provokatör"?
Bizden biri, öğrenciliği ve öğrenmeyi sadece yaşta belleyen muktedire "Bu işin yaşla bir alakası yok, hemşerim! Mesele yürekte. Sol memenin altındaki cevahirin kudretinde" diyendeydi, farkında değildiler...
Diyor ya hazret, "ben polisimi ezdirmem".
Valla o kadarına aklımız ermez sayın başbakan, biz de yaşı kemale ermiş olanlar da dâhil gençlerimizi ezdirmez, kurda kuşa yem etmeyiz haberiniz olsun...
Çünkü biz Sokrates'in edebi ve edepli soyundan gelmeyiz. Hani diyor ya üstat; "Sizin istediğiniz gibi konuşup yaşamaktansa; kendi istediğimiz gibi konuşup ölmeyi tercih edenlerdeniz"...(ŞD/EÖ)