Önce, demokratik haklarını kullanan öğrencilere "insanlık" kavramının hiçbir yerine yerleştiremeyeceğiniz dayaklar atıldı; sonra, bu barbarlığı yumurtayla protesto eden öğrenciler "faşist" ilan edildiler. Öğrencilere ve eylemlerine faşist, anti-demokratik, Ergenekoncu vs. etiketlerle hakaret eden eğitimli ve akıllı kişiler belli ki demokrasinin ne olduğunu bilmiyorlar, öğrenci hareketlerinin demokratikleşmeyle ilişkisinden ise hiç haberleri yok.
İkinci Dünya Savaşı'nı izleyen yıllar savaşın tüm yaralarını bedenlerinde ve zihinlerinde taşıyan gençlerin, içinde bulundukları politik, ekonomik ve sosyal dekadansın çeşitli boyutlarını analiz ettikleri ve rasyonel çözümlerin peşine düştükleri yıllar oldu.
Savaştan sonra yeniden şekillenen dünyanın iki kutbunun arasında ezilen duyarlı gençler, umut ışığını dönemin entelektüel araştırma sahalarının elverdiği ölçüde Yeni Sol'da gördüler ve bu teorik altyapının üstüne inşa edilen karşı-kültür hareketleriyle tepkilerini dışa vurmaya çalıştılar.
Bilhassa Herbert Marcuse'ün görüşleri etrafında toplanan üniversite öğrencileri neye karşı savaştıklarının farkındaydılar: Bir tarafta emeğe ve topluma yabancılaşmayı halklarının karakteristiği hâline getiren azgın geç kapitalizmin gizli totaliterliği, diğer tarafta Bruno Rizzi'nin tabiriyle bürokratik kolektivizmin açık totaliterliği.
Her ne kadar üniversitelilerin mücadele metotları farklılaşsa da hemfikir oldukları nokta, bu mücadelenin otoriter siyasi yapıların tümüne ve bu yapılara meşruluk zemini sağlayan ekonomik altyapıya karşı yürütülmesiydi. Ancak mücadelenin çapı üniversitelerin dışına taştıkça hedef bulanıklaştı ve karşı-kültür hareketleri tam anlamıyla popülerleşerek Hz. Kapitalizm'in bir sonraki metaları oldular.
Nitekim 68 gençliğinin teorik önderi olan Marcuse de çok geçmeden fundamentalizmin pençesine düşecek ve öğrenci hareketleri zamanla eriyip gidecekti. 80'lerin sonuna doğru Doğu Bloğu zayıfladı, 90'larda dünya artık tek kutuplu bir derebeyliğe dönüşmüştü.
Ancak Fukuyama gibi hayalperestlerin sandığı gibi tarihin sonu gelmedi. Sovyet Sosyalist Cumhuriyetleri Birliği'nin (SSCB) yıkılmasıyla kontrolsüz kalan stratejik alanlarda Batı'nın kapitalizminden pek de hoşlanmadığı "sanılan" daha agresif bir hareket ortaya çıktı. Orta Doğu özelinde bu hareket çeşitli dinî ve kültürel talepleri yansıtıyordu, ancak hiçbir entelektüel altyapısının olmaması bu taleplerin salt şiddet eylemlerine dönüşmesine yol açtı.
1960-70'lerde Avrupa'da anti-otoriteryen bir karaktere sahip olan öğrenci hareketleri Türkiye'de konjonktürel etkilerle anti-Amerikancı bir biçime büründü. Ancak Amerika Birleşik Devletleri (ABD) ve işbirlikçilerinin el birliğiyle gerçekleştirilen 12 Eylül, Türkiye'yi de Orta Doğu benzeri anti-entelektüel ve rengi yeşile çalan bir depolitizasyon sürecine sokmuştu. Türkiye gençleri için bundan böyle çatışma geleneksel-dinî dogmalar ile rejimin ve resmi ideolojinin kurum ve putları üzerinden yürüyecekti.
Böyle bir ortamda, zaten 12 Eylül faşizmiyle canına okunmuş olan Türkiye solunun yol haritası iyice muğlâklaştı. Daha da kötüsü Türkiye solu kendisini güncelleyemedi. Eylemlerde kullanılan dil, slogan ve semboller Türkiye'nin güncel sorunlarını güncel bir şekilde ele almaktan uzak kalıyor, kendi hâlindeki apolitize edilmiş vatandaşların zihninde acılı geçmişin silik hatıralarını canlandırmaktan öte bir şeye hizmet etmiyordu.
Ancak Adalet ve Kalkınma Partisi'nin (AKP) ikinci iktidarıyla birlikte hat safhaya ulaşan yolsuzluk, işsizlik, gelir dağılımındaki aşırı adaletsizlik, farklı fikir ve ideolojilere yönelik mutlak hoşgörüsüzlük, illegal dinlemeler, tutuklamalar, sivil topluma ve özelde işçi ve öğrencilere karşı uygulanan şiddet gibi liberal/muhafazakâr siyasetin genlerine işlemiş doğrudan etkenlerle, parlamentodaki veya parlamento dışındaki hiçbir partinin adam akıllı bir muhalefet programı izleyememesi, sürekli değişen gündem, TV dizileri gibi dolaylı etkenlerin birleşmesi sonucunda ortaya çıkan katastrofik ortam geleceklerine yön çizme imkânları ellerinden alınmış, yarına umutsuzlukla bakan eğitimli gençliğin zihninde yeni bir şimşek çakmasına vesile oldu.
Üniversiteliler kızgın ve artık tepkilerini dışa vurma zamanı geldi. Bu gençler artık dayanışmaları ve aktif olarak siyasete katılmaları gerektiğinin farkındalar.
"Yumurtalı demokrasi mi olurmuş" diye feryat edenlerin unutmamaları gereken birkaç nokta var. Öncelikle, siyaset sadece siyasetçilere bırakılmayacak kadar önemli bir eylem alanıdır. Gerçek bir demokraside her bir birey her konuda siyasal alanda eylem hakkına sahiptir.
Eğer bir takım elitlerin "sözde halktan aldıkları yetkiyle" kapalı kapılar ardında bir araya gelerek görece keyfi kararlar vermelerine siyaset denirse ve bu şekilde içi doldurulan siyasal alan sivil toplumun taleplerine silahla, copla, tekmeyle ve kelepçeyle yanıt vererek halkı öteliyorsa bunun adı demokrasi değil despotizmdir.
Gerçek bir demokraside profesyonel siyasetçiler her daim halka hesap vermek "zorundadır". Halkın yönetim mekanizmasına sunduğu talepler gerekli çıktıyı üretebilir veya üretemez, ancak kesin olan şudur ki "yöneticiler" ilk aşamada halkın taleplerini "dinlemek zorundadırlar". Eğer bu talepler dinlenmiyor ve insanlar (bu tek başına bir birey bile olabilir) süreçten dışlanıyorsa ve üzerine bir de hamile bir kadının bebeğini düşürtecek ölçüde vahşice, gözü dönmüş bir şiddete maruz kalıyorlarsa, işte o zaman o insanlar tepkilerini her türlü dile getirme ve istedikleri protestoyu istekileri şekilde yapma "meşruluğunu" elde etmiş olurlar.
Velhasıl yumurtalı demokrasi de olur, yumurtalı protesto da. Bu protestolar üniversitelilerin demokrasiyi gerçekten özümsediklerini ve demokratik haklarının da bilincinde olduklarını gösterir.
Ayrıca kendilerine coplarla, silahlarla saldıranlara taşla veya yaralanmalara sebep olacak cisimlerle değil, sadece konuşmacı beyefendilerin giysilerini kirletecek kadar etkisi olabilen yumurtayla karşılık vermiş olmaları da bu gençlerin hoşgörü anlayışının ne kadar gelişkin olduğunun bir göstergesidir.
Ancak o yumurtaların hedefi olan kişilerin hâlâ hiç sıkılmadan makam koltuklarında oturabiliyor olmaları da siyasi etik vs. konularının az da olsa tartışıldığı günümüzde ahlak felsefesiyle uğraşan akademisyenlerin ciddi biçimde incelemeleri gereken bir vakadır. (ABK/EÖ)
[1] Kırıkkale Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Kamu Yönetimi bölümü Araştırma Görevlisi