Sovyetler Birliği'nin ve diğer bürokratik diktatörlüklerin çözülmesiyle beraber sosyalist/komünist hareket içerisinde o güne değin bir hayli içselleştirilmiş bir siyaset algısı da tarihe karıştı.
"Kampçılık" olarak adlandırılan bu algı, dünyanın iki kamp, yani kapitalist dünya ile "sosyalist" dünya arasında bölünmüşlüğünü esas alıyordu. Temel siyasal strateji ve perspektifini bu bölünmüşlük, yani bu iki kamp arasındaki ihtilaf ekseninde tarif ediyordu.
Elbette dünya komünist hareketindeki saflaşmalar uyarınca söz konusu kampların kimlerden müteşekkil olduğuna dair çeşitli versiyonlar söz konusuydu (mesela ÇKP kökenli "üç dünya teorisi"). Ancak farklı versiyonlarıyla da olsa kampçı siyasetin merkezi öğesi, küresel, bölgesel ya da ulusal ölçekteki devrimci süreçlerin bu saflaşma temelinde değerlendiriliyor oluşuydu.
Bu perspektif, sınıf hareketi ve toplumsal mücadeleler yerine devletlerarası sistemdeki çelişkileri esas alıyor ve temel olarak devlet aktörleri arasındaki ihtilaf ve çelişkilere odaklanıyordu. Bir örnekle açıklama kâfi olabilir: 1956'da Macar işçi sınıfının ayaklanması, işçi sınıfının dönüştürücü gücüne yapılan onca güzellemeye rağmen, "bizim" kampa zarar verebileceğinden asla hayırhah görülemezdi ve bastırılmalıydı. Önemli olan aşağıdan gelişen kitle mücadelelerinin hangi dinamikleri açığa çıkardığı değil, devletlerarası sistem dahilinde "bizim" kampın konumunun muhafazası ve pekişmesiydi. Yani bir nevi "düşmanımın düşmanı dostumdur" pragmatizmi devrimci teyakkuzun yerini almıştı.
Devrimin öznesi toplumsal aktörler
Böylece sosyalizm bir devrim çağrısı değil de devlet inşa etme ve korumanın meşrulaştırıcı söylemi haline geldikçe devrimci militanın tutkulu angajmanı, yerini bürokratın ya da konumuz bakımından diplomatın soğuk ve pragmatist rasyonalizmine bıraktı zamanla. Soğuk Savaş sonrasındaysa neyse ki bu devlet ve uluslararası siyaset merkezli tahayyülde bir geri çekilme oldu.
Yeni "tek kutuplu" dünyada diplomatik hesap ve yaklaşımlarla kapitalizmi aşmayı hedefleyen radikal toplumsal tasarımlar birbirinden ayrıldı. Sosyalist "kampta" yer almaya devam edenler açısından devrimin özneleri devletler ve onların ittifak sistemleri değil, yeniden mücadele içerisindeki toplumsal aktörlerdi artık.
Son dönemde solda Suriye üzerine cereyan eden tartışmalar işte bu "kampçı" zihniyeti yeniden tedavüle soktu sanki. Bilindiği gibi, Suriye, Ortadoğu siyasetini kesen temel siyasal ayrışmada İran, Hizbullah ve dahi Hamas ile beraber "antiemperyalist" (anti-Amerikan diye okuyun) ve anti-siyonist "kampta" yer alıyor. Suriye'deki rejimin muhalefetin yaygınlaşmasıyla çözülmesinin bölgesel etkilerinin neler olabileceğini kestirmek kolay değil.
Ancak bu biraz önce bahsi geçen "kampın" bu süreçte yara alacağını söylemek herhalde mümkün. Solun bir bölümü bu noktadan hareketle, yani bize "yakın" kampın mutazarrır olabileceği tespitinden yola çıkarak Suriye'deki ayaklanmaya karşı sakınımlı bir tutum alıyor. Ülkede gelişen protestoları ve halk hareketini, İsrail ve Batı karşısında aldığı tutum nedeniyle Suriye rejiminin emperyalist güçlerce zayıflatılması girişimi olarak ele alan yorumlara sıkça rastlanıyor.
Bu sadece bizde dillendirilen bir belirleme değil. Aynı görüşü mesela bölgede İran-Suriye "kampı" ile ayrıcalıklı ilişkileri olan Venezüella devlet başkanı Hugo Chavez ya da Küba yönetimi de dillendirebiliyor. Söylenmek istenen, Suriye'de rejimin zayıflaması ya da düşmesinin emperyalizmin işine geleceği, ABD ve İsrail'in bundan istifade edeceği. Dolayısıyla ülkedeki ayaklanma ve protestolar emperyalist bir kışkırtmanın ürünü olarak görülüyor ve eleştiriliyor.
"Kampçı" zihniyet bütün encamıyla yeniden karşımızda. Nasıl mesela 1968'de Fransa'da ayaklanma iyi, Çekoslavakya'da kötüyse şimdi de mesela Bahreyn'de protestolar iyi, Suriye'deyse kötü.
Ayaklanmalar ABD'ye yakın bir rejimi sarsıyorsa desteklenmeye değer, ABD ile mesafeli bir rejimi zor durumda bırakıyorsa eğer değil. Böylece Suriye rejimi kimilerince "bizden" addedildiğinden onun utangaçça da olsa kayırılmasında bir beis görülmüyor. Kerteriz noktamız kitle mücadeleleri değil de devlet aktörleri olunca ciddi bir toplumsal muhalefet dalgasını devlet ağzıyla eleştirip kınamakta beis görmez oluyoruz.
Rejimin kendi propagandasını, hem de "silahlı kalkışmaya ya da teröre karşı meşru müdafaada bulunan devlet güçleri" gibi bize çok tanıdık olan bir söylemi yeniden üretiyor, sonra da basın yayın kurumlarına yasak getiren bizzat Esad değilmişçesine "bilgi eksikliği"ni bir mazeret haline getiriyoruz.
Siyasi ataletin ardından
Bölgede gelişen istisnai süreci kontrolleri altına almaya dönük emperyalist manipülasyon ve müdahaleler elbette mevcut ve belki de katmerlenecek. Başta ABD, emperyalist güçler elbette gelişen süreci denetim altına almak, onu ehlileştirip kendi lehlerine olabilecek kanallara akıtmak istiyor. Bu girişimler karşısında durmak elzem. Aslında bunu yazmaya, söylemeye gerek var mı?
Büyük güçler kendi kontrolleri dışında gelişme eğilimi gösteren süreci kontrolleri altına alıp saptırmaya çalışıyor diye hiçbir şey olmamış gibi mi yapacağız? Ne yani, bölgede ortaya çıkabilecek kitle hareketlerinin emperyalist dayatma, müdahale ve manipülasyonlardan azade gelişebileceğini mi zannediyorduk yoksa?
Onca yıllık siyasal ataletin ardından birden bire ideal koşullarda gelişecek kitle mücadeleleri mi bekliyorduk yoksa? Marx'ın hatırlattığı üzere, "mücadeleye en elverişli koşullarda girilseydi evrensel tarihi yazmak çocuk oyuncağı sayılacaktı. Zaten böyle bir durumda, bu tarihin yapısı oldukça mistik olacaktı."
Fas'tan Suriye'ye yaşanmakta olan süreci karakterize eden, tayin edici "yeni" faktör, çok sayıda ülkede, elbette farklı gelişkinlik düzeylerinde olan (Suriye'nin mesela Tunus olmadığını söylemek, masa sandalye değildir demek kadar banal bir belirleme) ve eksikleri gedikleri doğal olarak çok olan aşağıdan diktatörlük karşıtı halk hareketleridir. Halk kitlelerinin, halkın çoğunluğunun, toplumun baskı ve sömürü altında bunalmış olan en alt katmanlarının bağımsız olarak ayağa kalkmalarıdır.
Emperyalist reaksiyon
Bu çok ciddi halk hareketleri ve kitle mücadeleleri bölgedeki siyasal topografyayı bütünüyle değiştirebilecek yeni bir faktördür.
Bugün emperyalist müdahalecilik belki de uzun süre sonra aksiyoner konumda değildir, kontrolü dışında gelişen süreci denetimi altına almak amacıyla reaksiyon göstermektedir. Dahası, ABD o 1990'ların başındaki "tek kutuplu moment"ten çıkalı çok oldu; Birleşik Devletler bölgede 1990'ların başında olduğu gibi "yükselen" değil, hareket kabiliyeti daralan bir güç. Ancak yine de gerek ABD'nin gerek diğer büyük güçlerin süreci çarpıtmaya dönük hamleleri Libya'daki gibi etkili olabiliyor ve bunların artması mümkündür. Ama şu sekiz dokuz aylık süreçte sürükleyici etkin güç, Pentagon ya da Beyaz Saray menşeili projeksiyon ve planlar değil, aşağıdan denetimsiz gelişen halk hareketleri olmuştur.
Dolayısıyla bizim hareket noktamız, yaşanan gelişmeleri tartacağımız terazi, emperyalist müdahale ve tasarımlardan önce sürece kendi rengini veren bu kitle mücadeleleridir, bu mücadelelerin devrimci müdahaleler açısından yarattığı imkânlardır. Dünyanın birçok ülkesinde Arap Baharı esinli irili ufaklı kitle hareketlerine şahit olmamız, bölgede yaşanan ayaklanmaların nasıl bir tesir gücüne sahip olduğunu ortaya koyuyor.
Emperyal müdahaleler gündemde diye Şark cephesinde değişen bir şey yokmuş gibi davranırsak bölgedeki siyasal ve sosyal güç dengelerinde ezilenler lehine gerçekleşebilecek bir kayma ihtimalini bütünüyle gözden çıkarmış oluruz.
Sosyalizmin itibarı
Hasılı kitle mücadelelerine sırtımızı dönemeyiz. Siyasal haklar için polis ve asker kurşunlarına karşı göğüslerini siper eden erkek ve kadınların eylemlerini, biz bunlar emperyalizmin işine geleceğini düşündüğümüz için hor göremeyiz. Emperyalizmi yıkacak güç, konjonktürel olarak ABD ya da İsrail aleyhinde tutum alan şu ya da bu devlet değil, (hele hele "bölgede") kitlelerin özgüven kazanması, siyasete kendi talep ve örgütlülükleriyle geri dönmeleridir.
Unutmayalım, Chavez'in "kampçı" tutumu, Esad gibi bir diktatöre sunduğu destek, mesela İsrail'in 2006'da Lübnan'a alçakça saldırısı sırasında aldığı tavır nedeniyle ya da 2009'da İsrail büyükelçisini sınırdışı etmesiyle "tavan yapmış" itibarını, sadece onun değil, bütün solun ("21. yüzyıl sosyalizminin") itibarını bölge halkları nezdinde yaralayacaktır. Daha sonra kendimize dahi açıklamakta güçlük çekeceğimiz durumlara düşmekten imtina edelim: Esad güçleri Lazkiye'de Filistin mülteci kampına saldırırken sessiz kalması Hamas'ı çok zor durumda bıraktı. Bizim emperyalizme karşı mücadele ediyoruz diye böylesi lekeleri sineye çekme lüksümüz yok.
Sosyalistler ayaklanmaları bizim ya da ötekilerin diye ayrıt etmezler, kitle hareketlerinin sonuçlarını devletlerarası sistem zaviyesinden ölçmezler. Kurtuluşu fillerin tepişmesinde aramazlar. Bütün olumsuz koşullarda bu mücadeleler içerisinden süzülebilecek en ufak ihtimalin üzerine titrer, onu büyütmeye var güçleriyle çalışırlar. Arap Baharı denen ayaklanmalar silsilesinin bölge halklarının özgüveninde ve kolektif gücünde nasıl bir değişime tekabül ettiğini, sürecin kitleler nezdinde nasıl bir siyasallaşma ve deneyim birikimine vesile olduğunu anlamaya çalışırlar. Emperyalizme karşı mücadelenin koşul ve kökenlerini bu sıradan görünen ama neticede tarihi devindiren kolektif birikimlerde ararlar. Bizim kıblemiz kitlelerin kendi mücadeleleridir.
Karl Marx, zamanında devrimi, Britanya, Fransa, Almanya, Avusturya ve Rusya gibi o dönemin dünya siyasetini tayin eden büyük güçlerinin (Düvel-i Muazzama) dışında ve karşısında yer alan bir"altıncı güç" olarak tanımlamıştı. "Devrimci" sıfatını hak etmek için tam da hareket noktamızın bu "altıncı güç" olması icap etmez mi? (FB/HK)