Yaratacağı doğrudan etkileri nedeniyle, mağdur edeceği zeytin üreticileri tarafından başlatılan eylemlerle ülke gündemine taşınan ekoloji örgütleri-grupları tarafından sahiplenilmesinin hemen sonrasında da kamuoyuna mal olan “zeytin yasası” yalnızca zeytin üreticilerini, Türkiye’de yaşayanları ilgilendiren bir düzenleme değil. O nedenle kendinden çok çok daha büyük “cürmünün” gözler önüne serilmesi önem taşıyor. Bunun için de kapitalist üretim ilişkilerindeki yaklaşık son 45-40 yılını ve kapitalist sistemin ‘sahiplerinin’ Türkiye’ye verdikleri rolü, uygulamanın yaratacağı risk ve tehlikeleri görünür kılmak gerekiyor.
Kapitalizm, doğayla ve insanla barışık olmadı, olmayacak
Günümüzde yaşamakta olduğumuz sorunların birinci temel boyutunu özel mülkiyet, ikincisini de kârın maksimizasyonu için emek gücü ve doğanın nesne olarak ele alınıp, toplumsal gereksinimlerin ötesine çıkan (kullanım değerini değil, değişim değerini hedefleyen) sömürüsü ve tüketimi oluşturmaktadır. Böylesi bir tutum, “doğaya ve insana rağmen üretim” hedefi ve uygulaması olarak da adlandırabilir.
Kapitalizmin ‘kitlesel üretim’ aşamasıyla birlikte, görünür hale gelen; doğayı ve insanı “yok etme” süreci, kapitalizmin yetmişli yıllarda içine girdiği yapısal krizinin sonrasında daha da görünür ve geri dönüşümsüz bir aşamaya ulaştı. Ortaya çıkan yapısal krizin, sermaye sınıfının kazanımlarıyla aşılabilmesi amacıyla, sistemin üst yapısında köklü değişiklikler gerçekleştirildiğine tanık olmuştuk. Çünkü, 80’li yıllarla birlikte, kapitalizmin üst yapı kurumları neoliberal politikalarla yeniden düzenlenmişti.
Sermaye sınıfı, neoliberal politikalarla bir yandan, değişen sermayeye (emek gücüne) yönelik müdahalelerle (esnek çalışma, sendikasızlaştırma, toplam kalite, kalite çemberleri uygulamaları vb.) sömürü oranını artırmaya çabalarken, öte yandan, yeni birikim alanları yaratmıştı. Ancak, söz konusu yeni birikim alanları ve emek gücüne yönelik olarak mutlak ve göreli sömürü mekanizmaları üzerinden gerçekleştirilen müdahaleler, kapitalizmin 70’li yıllarda görünür olan yapısal krizinin aşılabilmesi için yeterli olamamıştı.
Yeni ve ucuz değişmez sermaye arayışı dönemi
Bu “tıkanıklığı” aşabilmek için, özellikle 90’lı yıllardan itibaren, sermayenin değişmez kısmına yönelik olarak bugün de devam eden, doğa ve insana rağmen, yeni ve ucuz-daha ucuz-en ucuz enerji ve hammadde kaynakları ve çeşitliliği yaratarak üretim sürecine dahil etme faaliyetleri hız kazanmış ve büyük bir doğa tahribatı ve talanını-yağmasını da eş zamanlı olarak beraberinde getirmişti. Sermaye sınıfının doksanlı yıllarla birlikte tüm dünyada sistemli bir hâl almış olan bu tutumu ve bu dönem doğanın politik ekonomisi başlığında, “yeni ve ucuz değişmez sermaye arayışı dönemi” olarak da tanımlanabilir.
Yeni ve ucuz değişmez sermaye (hammadde, enerji vb.) arayışının tarihsel olarak en fazla yoğunlaştığı dönem olarak değerlendirilebilecek bu dönem, emperyalist-merkez kapitalist ülkeler arasında imzalanan Washington Uzlaşması’nın bir gereği-kararı olarak yürütülürken, yüksek enerji tüketimi gerektiren, ucuz hammadde sağlanması ve üretim aşamaları insana ve doğaya ciddi zararlar veren üretim alanları (çimento fabrikaları, kömürlü termik santraller, elektrik ark ocaklı demir çelik fabrikaları vb.) sistemli bir biçimde merkez kapitalist ülkelerden çevre-bağımlı kapitalist ülkelere taşınmıştı.
Hurda demirden üretim: Bilerek ve isteyerek daha fazla hastalık ve ölüm
Örneğin, bir ton demir çelik üretimi oldukça yüksek miktarda, ortalama 404-748 kW elektrik enerjisine gereksinim duymaktadır. Yanı sıra, üretim süreçlerinde, içeriğinin önemli bir bölümü hava kirliliği olarak görünür olan kanserojen (partiküler madde-toz, krom, nikel, kadmiyum vb.: Grup1 kanserojen) gaz ve katı atık (emisyon) meydana gelmektedir. Dünya genelinde, demir çelik üretimi 1970 yılında toplam 595 milyon 430 bin ton iken, 2021 yılında 3.3 kat artışla, 1 milyar 951 milyon ton'a ulaşmıştır. Erişebildiğim verilere göre, Avrupa genelinde ise başka bir duruma tanıklık ediyoruz. 1970 yılındaki 161 milyon 988 bin tonluk üretim, 2013 yılında, 13 milyon 370 bin ton’a düşürülerek, yaklaşık yüzde 92’lik net bir azalışa gidilmiştir ve bu durum günümüze kadar da devam etmektedir. Avrupa’nın merkez kapitalist ülkelerinden Danimarka ve İrlanda 2000’li yılların başından itibaren demir çelik üretimlerini durdurmuşken, İsveç, İngiltere, Belçika, Lüksemburg, Almanya ve Fransa bu alandaki üretimlerini çok önemli ölçüde azaltmış ve azaltmayı sürdürmektedir.
Avrupa’da gerçekleşen planlı üretim azaltmasına karşın, Türkiye’de demir çelik üretimi 1970 yılında 1 milyon 312 bin tondan, 2021 yılında 30.8 kat artışla, 40 milyon 400 bin ton’a yükseltilmiştir. Bu üretimin yarıdan çok daha fazlası, yüzde 59,2’si (23 milyon 900 bin ton) ise ihraç edilmiştir. Oysa, bu üretimin en az yüzde 70’i (28 milyon 280 bin ton) elektrik ark ocaklı demir çelik sanayide gerçekleştirilmiştir. Söz konusu üretim sürecinde hurda demirin ergitilmesi işlemi için yalnızca 2021 yılında toplam ortalama 11 milyon 425 bin-21 milyon 153 bin MV elektrik enerjisi kullanıldığı tahmin edilmektedir. Bu tüketim, 2021 yılında Türkiye genelinde kullanılan toplam elektrik enerjisinin yüzde 6,4’ünü oluşturmaktadır. Söz konusu elektriğin üretiminin de doğa ve insan için tahrip edici bir sürece sahip olduğunu gözden uzak tutmamalıyız.
Avrupa ve dünyanın kazan dairesi: Türkiye
Kapitalizmin neoliberal politikalar döneminde ‘planlanan-paylaşılan’ üretim alanları Türkiye’ye biçilen ana rolün; yüksek enerji gerektiren, doğaya ve insana zararlı emisyonların ana kaynağını oluşturan ve emek yoğun alanlarda üretim yapması olduğunu göstermektedir. Başka bir ifadeyle, Türkiye’nin rolünün merkez kapitalist ülkelerin “kazan dairesi” olarak tanımlandığı ve 12 Eylül asker darbesinden bugüne kadar da ancak bu rolü kabul eden partilerin hükümet olabildiği söylenebilir. Görebildiğim kadarıyla, bu yıl temmuz sıcağındaki eylemlerle gündemimize giren “Zeytin Yasası”yla hükümetin temel hedefi, Türkiye’nin üstlendiği ‘kazan dairesi rolü’nde doğanın yağmalanması ve halkın sağlığına zarar vermesi pahasına da olsa en küçük bir aksaklığın meydana gelmemesidir. Ucuz-en ucuz hammadde ve/veya elektrik enerjisi temininde herhangi bir sorun yaşanmadan, üstlendikleri rolün, yandaş Türkiyeli patronlar aracılığıyla, aksamadan devam edebilmesinin sağlanmasıdır.
AKP’li imzacıların “itirafı”
Bu yasanın uygulanmaya başlanmasıyla, insana vereceği zararları önceden bilmesi beklenen aralarında Kocaeli Üniversitesi eski rektörü Sadettin Hülagü gibi akademisyen hekimlerin de yer aldığı 117 AKP milletvekili tarafından 13 Haziran 2025 tarihinde TBMM Başkanlığı’na sunulan “Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun Teklifi”, 19 Temmuz 2025 tarihinde TBMM Genel Kurulu’nda AKP ve MHP’li milletvekillerinin oylarıyla kabul edilerek 7554 sayılı Yasa halini aldı. 7554 sayılı Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılmasına Dair Yasa Resmî Gazete’de yayımlanması sonrasında da uygulamaya girecek. AKP’li 117 milletvekilinin, tek tek imzalayarak başvurusunu yaptıkları kanun teklifinin ‘büyük bir özenle yazılmış olan amaçları’, yukarıdaki paragraflarda paylaşmaya çalıştığım, neoliberal kapitalizmde sermaye sınıfının çıkarını “doğaya ve insana rağmen” doğrudan ve açık bir biçimde nasıl savunduklarını göstermektedir. Şöyle ki:
“Teklif ile, rüzgâr ve güneş enerjilerine yapılan yatırımları artırmak amacıyla yenilenebilir enerji projelerine ait izin süreçlerinin sadeleştirilerek hızlandırılması, mevcut yerli kömür yakıtlı termik santrallerin ham madde arzı sorunları nedeniyle kapanma tehlikelerinin önüne geçmek amacıyla geçici düzenleme yapılması, maden arama ve işletme faaliyetlerine yönelik izin süreçlerinin Maden ve Petrol İşleri Genel Müdürlüğünce ruhsat verilmeden önce tamamlanması, çevresel etki değerlendirmesi süreçleri ve izin süreçleri arasındaki koordinasyonun artırılarak yatırımların hızlandırılması, arama faaliyetlerinin daha nitelikli yöntemlerle yapılması ve teşvik edilmesi, işletme aşamasında yatırımcı tarafından verilen taahhütlerin gerçekleştirilmesine yönelik ilave tedbirlerin alınması, kurumlar arası ihtilaf halinde IV. Grup ile stratejik veya kritik madenlere ilişkin izinlerin Cumhurbaşkanı yardımcısı başkanlığında ve ilgili bakanların katılımı ile teşekkül eden Kurul tarafından verilmesinin sağlanması, stratejik ve kritik madenlere ilişkin acele kamulaştırma imkanı ve stoklama yükümlülüğü getirilmesi, … amaçlanmaktadır.”
7554 sayılı Yasa ile
Toplam 21 maddeden oluşan 7554 sayılı Yasa’nın doğanın yağmalanması hedefini açıkça ortaya koyan bazı maddelerinin içeriğini özetle paylaşmak gerekirse: Orman arazilerinin şirketlere devri kolaylaştırıldı. Yerli kömür kaynaklarına dayalı elektrik üretimi stratejik bir unsur olarak kabul edildi. Bu kapsamda, zeytinlik alanlar da ‘başka bir yerde madencilik yapılamayacağı’ gerekçesiyle maden sahasına dönüştürülebilecek. 7554 sayılı Yasa ile 11 yıl önce özel sektöre satılmış olan Muğla Yatağan, Yeniköy ve Kemerköy termik santralleri bölgesinde Akbelen de dahil olmak üzere, yaklaşık 478 dönüm arazi, zeytinlik alanlarla birlikte maden sahasına dönüştürüldü. Çevre Etki Değerlendirme (ÇED) süreçleri sermaye sahipleri lehine kısaltıldı. Maden ruhsatları için Cumhurbaşkanlığı ve kurulacak özel kurullara yetki verildi. Milli parklar, sit alanları ve sulak alanlar maden ve enerji yatırımlarına açıldı. Acele kamulaştırma kararı verilebilmesi kolaylaştırıldı. Meraların enerji şirketlerine tahsis edilmesi işlemleri azaltıldı, süreç hızlandırıldı. Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanlığı’na imar planı yapma ve inşaat ruhsatı verme yetkisi tanındı.
Mücadelenin hedefi
Söz konusu yasal düzenlemeyle mülkiyetlerine yönelik açık saldırıya uğrayan zeytinlik sahibi köylü ve çiftçiler ekoloji gruplarının aktif katılımı ve muhalefet partilerin desteğiyle kapsamlı bir direniş sergilediler. Ancak, söz konusu “saldırı”, yandaş sermayenin iktidar partisi tarafından “koşulsuz olarak” desteklendiği ulus ötesi bir yatırım alanına yönelik olduğu için oldukça kısa bir süre zarfında sonuçlandı/tamamlandı.
Son yaşananlar ve daha yukarıda paylaşılan bilgiler ile sayısal veriler ışığında, günümüzde “doğaya sahip çıkışın-doğa için mücadele”nin, özünde, “antikapitalist bir mücadele”, Türkiye’de ve benzer bağımlı kapitalist ülkelerde ise “hem antikapitalist hem de antiemperyalist bir mücadele” olduğu bütün açıklığıyla görülebilmektedir. Doğa için mücadelenin bu özü, günümüzde-kapitalist toplum biçiminde üretimin yalnızca değişim değerini (artı değer-kâr) hedeflemesinden değil, kapitalizmin doğası gereği, doğanın ve insanın varlığını, sağlığını öncelememesinden, önceleyemeyecek olmasından kaynaklanmaktadır. Bu nedenle, günümüzde doğa için mücadelenin temel hedefi doğaya ve insana rağmen üretimin geriletilmesi nihayetinde de son verilmesi olabilmelidir.
Bugünün Türkiye’sinde de “yaşamın ve barışın simgesi” zeytin ağaçlarını sermayenin ve iktidarın katliamından koruyabilmek için mücadele etmek, özünde antikapitalist ve antiemperyalist mücadelenin önemli bileşenlerinden birini oluşturmaktadır.
Prof. Dr. Onur Hamzaoğlu'nun bianet'te yayımlanan tüm yazılarını görmek için tıklayın. (OH/TY)









