Her yıl sorunlarının çözümüne dair resmi ağızlarca söylenenler artıyor, hakkında yapılan yasal düzenlemelere yenileri ekleniyor. Gelin görün ki, sorun çözülüyor/çözülecek nutuklarıyla birlikte, “engelliler için çalışıyorum” iddiasıyla ortaya çıkan kuruluşların sayısı da artıyor. Tıpkı yoksullukla mücadele söylevleriyle birlikte, “yoksullar için çalışıyorum” iddiasıyla ortaya çıkan kuruluşların sayısının artması gibi. Sizce de bu işte bir tuhaflık yok mu?
Aynı süreçte, genel olarak söylevlerinde sakatlık ya da sakatlara yer veren siyasetçilerin/siyasi hareketlerin sayısında da hissedilir bir artış olduğu görülüyor. Öte yandan, bundan dolayı mutlu olduğumu ya da sakatlar adına umutlandığımı da söyleyemeyeceğim. Zira, genel olarak dinlediğimde, sakatların sesinin belli belirsiz duyulduğu, hatta çoğu zaman onun bile duyulmadığı, siyasi bir gürültü çarpıyor kulağıma. Bir yerde, ilgili toplumsal kesimlerden çok, onlar adına konuşanların sesi gür çıkıyorsa, o kesimle ilgili sorunların çözüldüğüne tarihin şahitlik ettiğini sanmıyorum. Etmişse de ben bilmiyorum.
Manzara-i sakat
- Sakatların yüzde 80’i yoksulluk sınırının altında yaşıyor.
- Sakatlığın yaklaşık yüzde 50’si önlenebilir sakatlıklardan oluşuyor ve kötü beslenme, bulaşıcı hastalıklar, dolayısıyla da yoksulluğun doğrudan sonucu olarak ortaya çıkıyor.
- Körlük yüzde 70 oranda önlenebilir ya da tedavi edilebilir hastalıklar sonucu oluşuyor.
- Sağırlık yüzde 50 oranda önlenebilir nedenlerden kaynaklanıyor.
- Dünyada her gün iş kazaları sonucunda ortalama 1.800 işçi hayatını kaybediyor, yaralanıyor ya da sakat kalıyor.
- Henüz sonlanmamış olan Irak işgali, 5 yıl içinde 1 milyondan fazla sivilin sakat kalmasına yol açmış durumda.
Yukarıdaki verilerin neredeyse tamamı, dünyanın büyük kısmında hala hâkim olan küresel kapitalizmin BM, Dünya Bankası gibi iktisadi/politik kuruluşlarına ait. Bu verileri paylaşmaktaki amacım biyolojik sakatlığın ne fena bir şey olduğunu anlatmak ve insanlığın biyolojik sakatlıkla kapitalizmle birlikte tanıştığını savlamak değil elbette. Öte yandan mevcut biyolojik sakatlıkların çoğunun kapitalizm tarafından yaratıldığı, hatta tabir uygunsa, kaynakların bunun için seferber edildiği itiraf ediliyor zaten.
Ancak sakatın sakat kavramının taşıdığı anlamın hakkını vermesi için biyolojik sakatlık gerekli olmakla birlikte yeterli bir koşul değil.
- Gelişmekte olan -gelişmekte olmaya mahkum daha doğru bir ifade- ülkelerdeki sakat nüfusun yüzde 98’i okula gitmiyor.
- Sakatlar arasında okur-yazar olanların oranı yüzde 3.
- Sakat aynı zamanda kadınsa bu oran daha da düşük: Yüzde 1.
- Sakatların sadece yüzde 2’si bakım ve rehabilitasyon gibi sakatlıklarıyla doğrudan ilgili temel hizmetlere ulaşabiliyor.
- Tekerlekli sandalyeye ihtiyacı olduğu halde sahip olmayan sakatların sayısı yaklaşık 20 milyon.
- Özellikle zihinsel sakatlıkları olan kişilerin yüzde 90’ı, çocukluklarında daha sık olmakla birlikte, cinsel tacize maruz kalıyor.
- Sakat çocukların şiddete maruz kalma oranı sakat olmayanlara kıyasla yedi kat daha fazla.
Bu noktada veri yığmaya ara verip sormakta fayda var: Sakat, sakat olmak için bir şey yapmazken; neden onun durumunu anlatmak için sakat, özürlü ya da engelli gibi onu kendi durumundan sorumlu tutan kavramlar kullanılıyor?
Yukarıdaki veriler sakatlığın neden ve sonuçlarının toplumsal boyutlarıyla ilgili. Ancak sakat-laş-tırılma serüveni bu kadarla sınırlı değil. Sakatlara ve genel olarak topluma, sakatlığın bir toplumsal kurgu değil kişisel bir trajedi olduğunun belletilmesi adına:
Tekerlekli sandalye kullanan kişilerin durumu, çoğunlukla mahkumiyet diliyle anlatılıyor -belki kuşlar da insanlar için "uçağa mahkum" diyorlardır.
Görme yetisini kullanmayanların, yani karanlık ya da aydınlık algısı olmayanların durumu da “karanlığa mahkum”, “karanlık dünyasında” gibi ifadelerle anlatılıyor.
Genel olarak sakatlık da “muhtaç” kavramı üzerinden aksettiriliyor.
Hatta kahramanı sakat olan başarı öyküleri bile mahkumiyet diliyle ve sakatlık kişisel bir trajediye indirgenerek anlatılıyor.
Yedek meta deposu
Sakatlar mevcut sosyo-ekonomik sistemin ideolojik atmosferini yansıtan ve şekillendiren medyada; acınası, değersiz, merak/şiddet nesnesi, uğursuz, korku kaynağı, doğaüstü yeteneklere sahip, arka plan öğesi, gülünesi, zahmetli, cinsiyetsiz ve gündelik hayatı olmayan kişiler olarak resmedilirken sakatları dışlayan yapı meşrulaştırılmış, sakatlığın asıl nedeni gizlenmiş oluyor. Sakatları, sosyo-ekonomik açıdan “artı-nüfus”a dahil eden ve sosyo-politik açıdan edilgenleştiren dairenin çeperleri böyle böyle örülüyor. Dolayısıyla; bundan böyle sakatların dahil edilecekleri toplumsal süreçlerin nesneleri olmaları da garanti altına alınıyor.
Bu koşullarda, hayatta kalmayı “başaran” sakatların bir kısmı emek piyasasına dahil olabiliyor. Bir kısmı da yedek işgücü ordusundaki diğer arkadaşları gibi sırasını bekliyor. Öte yandan, artan yaşlı nüfus ve dolayısıyla sakat nüfus, daha fazla sermaye biriktirebileceği alanlar arayan kapitalistlerin iştahını kabartıyor. Sakatlara yönelik bakım, rehabilitasyon, eğitim gibi hizmetler özelleştirilirken, biyolojik sakatlıktan kaynaklı işlev kayıplarını ortadan kaldıracağı iddiasıyla ürün ve hizmet üreten; fiziksel çevrenin, genele yönelik ürün ve hizmetlerin sakatlar için de ulaşılabilir şekilde tasarlanmasını amaçlayan yeni işletmeler kuruluyor.
Böylece sakatlığın kendisi de kapitalizm için yeni bir kâr alanı haline geliyor. Sakatların çoğu, özellikle yoksul, kadın ya da yaşlıysa bu tür hizmet ve ürünlerden yararlanamıyor ama kapitalizmin onlar için de yapabileceği bir şeyler var.
Bu noktada devreye yazının başında sözünü ettiğimiz, sayıları her geçen gün artan ve “engelliler için çalışıyorum” iddiasıyla peydah olan kuruluşlar giriyor. Söz konusu kuruluşlar ister kendileri de sakat olan kişilerce yönetiliyor olsun isterse sağlamların kontrolünde olsun, faaliyetlerini benzer tarzda yürütüyorlar.
Sakatların maddi ihtiyaçlarını karşılamak ya da merkezi/yerel yönetimlerin boş bıraktığı hizmet alanlarını doldurmak için sürdürdükleri faaliyetleri finanse etmek adına, halktan doğrudan yardım/bağış topluyorlar. Sakatların emek piyasasına dahil edilebilmesini sağlamak amacıyla geliştirdikleri çeşitli projeler için kaynak sağlamak adına; şirket, holding ya da kapitalizmin sürdürülebilmesi için çalışan çeşitli iktisadi kuruluşların sponsorluğu altına giriyorlar. Bu tarz bir varoluş, ilgili kuruluşlar ve yönetenleri için kazanç ve saygınlık sağlarken, toplumda halihazırda hakim olan acınası, bağımlı, aciz, yardıma muhtaç sakat imgesini güçlendiriyor.
Aynı anlayış, üyeleri ve yöneticileri sakat olan ve bazı dönemlerde sakatlıkla ilgili sosyal hakların kazanılması için mücadele edebilmiş yapıları da etkisi altına almış durumda ve onlar da çalışmalarını yukarıda sözü edilen tarzda sürdürüyor. Hatta bu anlayış o denli içselleştirilmiş ki, “eğitim hakkı” gibi bir perspektifle örülebilecek bir imza kampanyası bile “İmdaaat Okulumu Kapattılar!” gibi ağlak bir başlıkla yürütülüyor.
Bu tarz örgütlenmelerin işlevleri, sakatların sakatlıklarını pekiştirmekle sınırlı değil. Yardım ve bağış toplanırken kullanılan sakatlığın, piyasada satışa çıkarılan diğer metalardan bir farkı yok. Ek olarak kapitalistler açısından sponsorluk ya da sosyal sorumluluk adı altında yürütülen faaliyetlerin, medyaya verilen reklamlara kıyasla fazlası var eksiği yok.
Özetle; sakatlık, kapitalizmle yeniden üretilen, onunla “beslenen” ve onun beslendiği bir kurum. Bu durumda yanıtı kendinde saklı şu soruyu sormak gerekiyor: Bir sistemin besin kaynağını yok etmesi mümkün olabilir mi? Dahası, sakat örgütlerini kapitalist işletme mantığına dayanan bir tarzda örgütlemek ve yönetmek, sistemin sosyo-ekonomik kurumlarının kanatlarının altına sığınmak ve sakatların psikolojik, sosyal, politik açıdan silik ve sinik olmalarından faydalanıp onları, varlıklarını sistemin devamına adamış sosyo-politik hareketlerin/kurumların kucağına itmek çare olabilir mi?
O halde, kısa vadede, sakatlığı haklar perspektifiyle ele alan, sakatların politik özne olarak yer aldığı, sakatlık dışında başka gerekçelerle dışlanan ya da ezilen toplumsal kesimleri de kucaklayan, emek hareketiyle el ele duran hak merkezli örgütlenme ya da örgütlenmelere; uzun vadede kâr merkezli bir sistem yerine insan merkezli bir düzeni kurmanın yolunu yapmaya çalışan bir dizilişe acil ihtiyaç var. Öneri konjonktüre uygun bulunmayabilir ya da ütopik görülebilir, ama kendini öğüten bir değirmene su taşımayı önermekten daha mantıklı ve gerçekçi olduğu kesin... (ÇD/TK)