Şüphesiz insanlığın, halkın ya da onlar adına var olan yapıların bugün eylediği, sade yarını/geleceği yeniden üretmekle kalmaz; dünü/tarihi de yeniden yazar. Öte yandan, insanlık/halk adına eyleme gücünü elinde bulunduran politik iktidarlar, bugün eylediği/eylemek istediğinin, insanlık/halk için doğru ve iyi olduğuna inanmak ve yeteri kadar toplumsal kesimi buna ikna etmek zorundadır.
Özellikle sosyal ve iktisadi açıdan küçük bir azınlığın elinde bulunan politik iktidar başka küçük bir azınlık tarafından ele geçirilmeye çalışılıyorsa düne ve yarına dair pek çok yalana, tahrifata ve tahribata başvurulur. Başka deyişle, politik iktidarın el değiştirdiği dönemlerde, düne/yarına dair yalan, tahribat ve tahrifatın dozajı da artar.
Kapitalist/emperyalist unsurların rızası ve desteğini alarak coğrafyamızda yaşayan halklar adına eyleme yetkisi ve kudretini yedi sekiz ıldır eline geçirmiş olan, polis-sivil teokratik-kapitalist bir kastın belirleyiciliğinde hareket eden politik iradenin, Cumhuriyetin kuruluşu ve yürüyüşünde egemen olan asker-sivil bürokratik-bonapartist kastı tasfiye ederek/bünyesine katarak onun yerini almayı amaçlayan siyasi hegomonya projesinin bir safhası olarak tasarladığı referandum süreci de bu çerçevede değerlendirilmeye muhtaçtır.
Atatürk Cumhuriyeti
İçinden geçtiğimiz referandum sürecinin oturduğu tarihsel ve sosyo-politik bağlamı anlamamızı kolaylaştırması açısından zaten hepimizin bildiği ve Cumhuriyet yolculuğunun kilometre taşlarını oluşturan bazı önemli olgu ve olayları hatırlamakta fayda olacaktır.
Türkiye Cumhuriyeti, 1908 devrimiyle Osmanlı'nın son dönemine damgasını vuran ittihatçılardan sonra, 1920'lerde İttihatçı kadroları da kapsayarak iktidara yerleşen Kemalist kadrolarca kurulmuştur.
Osmanlı'dan artakalan ve İttihatçılarca Ermenilerden büyük ölçüde "temizlenmiş " bir coğrafyada, İşgal güçlerine karşı organize ettiği direnişle ve sonrasında yürüttüğü diplomasiyle rüştünü ıspatlayarak dönemin emperyalist blokunun baş gücü İngiltere'den kopardığı rıza, kapitalist yoldan gideceğini garanti ettikten sonra da aldığı destekle iktidara iyice yerleşen Kemalist kast, içerideki gücünü tesis için de büyük ölçüde zora, dolayısıyla askeri güce başvurmuştur.
Yeni politik iradenin kullanabileceği ideolojik propaganda teknikleri ve aygıtlarının nicel ve nitel açıdan sınırlılığı, siyasi hegomonya projesinin inşası için mücadele edilen cephelerin çokluğu, kuruluş ve sonrasında eski politik iktidarın kullandığı ideolojik propaganda aygıtlarının ve dolayısıyla kitlelerin İslami referanslara dayanan aydınlanmacı değişime karşı direnci, yeni rejimin direniş ve çoğulcu dönemlerinde ittifak kurulsa da, sonrasında Türkçü anlayışın benimsenmesiyle dışlanan Kürtlerin başkaldırıları, benimsenen kapitalist yol nedeniyle tehtid olarak algılanan komunizm, Cumhuriyet'in kuruluşu ve yürüyüşündeki asker etkisini artıran en önemli nedenler arasında sayılabilir.
Özetle, Cumhuriyet'i kuran jakoben irade, daha baştan zor bir işe soyunmuş, ulus devleti ve bu devlete can verecek ulus kimliği eş zamanlı olarak inşa etmeye kalkışmıştır. Elbette tarihsel ve toplumsal koşullar ile jakoben iradenin inşa etmek istediği hegomonya projesi arasındaki derin çelişkiler sürecin şiddet yoğun ve asker egemen geçmesine neden olacaktır. Öte yandan, paradoksal olarak, asker-sivil, bürokratik-bonapartist kastın da besleyip büyüttüğü sosyo-politik çelişkiler, söz konusu kastın egemenliğini "meşru" ve sürekli kılan bir besin deposu olacaktır. 6-7 Eylül, Maraş, Sivas, 1977 1 Mayıs, kanlı Pazar, Diyarbakır işkenceleri, Başbağlar, faili malum cinayetler vb onlarcası bu besin deposunu doldurmuş ve iktidara doymayan bu kastı doyurmuştur.
Bürokratik-bonapartist kastın, "artık sistem biz ön planda olmadan da bizim istediğimiz eksende işleyebilir" diye düşünüp siyaset alanını kısmen de olsa sivillere açtığı dönemlerde işlerin ön görüldüğü gibi, ittifak edilen sınıfsal ve sosyo-politik unsurların istediği gibi gitmemesi, eksenin belirlenenden, 45-60 arası daha sağa-geriye; 60-80 arası da daha sola-ileriye kayması, söz konusu kastın sürece askerî zor kullanarak tekrar tekrar müdahil olmasına zemin hazırlamıştır.
Koca Cumhuriyet'in hikayesini içinden geçtiğimiz referandum sürecinin değerlendirilmesine adanmış bir yazıya sığdırmak mümkün değil ama, uluslararası konjonktürden yalıtık olmayan ve Kemalist kastın hegomen politik güç olduğu bu coğrafyanın, genel olarak ilk paylaşım savaşı sonrasında İngiltere, İkincisinden sonra da Amerika Birleşik Devletleri'nin (ABD) nüfuz alanında bulunduğunu, bu coğrafyada rekabet eden yerel sosyo-politik unsurların durumu ve birbirleri karşısındaki pozisyonunu belirleyen önemli bir ayrıntının da bu olduğunu belirtmeliyiz.
Erdoğan Cumhuriyeti
Kemalist kastın sağ kanadı, 12 Eylül 1980 askerî müdahalesini, ülkeyi sola /ileriye iten sosyal dalgayı ve bu dalganın beslendiği/beslediği politik iradeyi etkisiz kılmak, 24 Ocak kararlarının uygulanabileceği uygun ortamı hazırlamak amacıyla; yerel/küresel sermayeyle ve emperyalist blokun baş aktörü ABD'yle işbirliği yaparak gerçekleştirmiştir.
Bu kez sahneye çıkan toplum mühendislerimiz, ülkeyi sola/ileriye çekme potansiyeli taşıyan tüm kurumları ve unsurları bilinen yöntemlerle tasfiye edip sindirmekle kalmamış, bu unsurların bir daha harekete geçmesini engelleyecek (82 Anayasası, YÖK, eskisinden çok daha güçlü bir yürütme, yüzde 10 barajı vb.) gerekli kurumları da tesis ederek, Milli Eğitim müfredatına din dersini dahil ederek, tarikat ve dini cemaatlere alan açarak, yani rejimin işleyeceği ekseni çok daha sağa ve geriye taşıyarak bir süre sonra meydanı yerel ve küresel sermayenin ve ABD'nin sözünden çıkmayacak siyasetlere bırakmıştır.
Bırakmıştır bırakmasına ama, bu kez de askeri aktif kılacak yeni bir alan, Kürt Ulusal Hareketi ile sürdürülecek "düşük yoğunluklu savaş" koşulları oluşmuştur. Bu koşullarda; 12 Eylül'le temizlenen yoldan kendine güvenle yürüyen bir aktör, büyük ölçüde islami referanslara dayanan ve statükonun aşağıya ve dışarıya ittiği yoksul kesimlerin desteğini alan Milli Görüş Hareketi, siyasi sahnedeki konumunu güçlendirmektetir.
Aynı dönemde, üstelik küresel ölçekte, çatışma halindeki sosyo-politik unsurlar arasında güçlü olanın yanında saf tutarak kendine alan açan, en azından ABD'nin nüfuz alanında faliyet gösterebilen kendi sermaye sınıfını, eğitim kurumlarını oluşturan Gülen Hareketi de Türkiye siyasetindeki etkisini artırmaktadır.
Gülen Türkiye'de, bir siyasi parti kurarak ya da herhangi bir partiye dahil olarak değil de; bürokraside, milli eğitimde, emniyet teşkilatında, Türk Silahlı Kuvvetleri'nde (TSK) kendi kadrolarına yer açarak sosyo-politik alanı kendi istediği yönde dönüştürme stratejisini izlemektedir.
2002'ye geldiğimizde ise, bu kez iktidar serüvenine çıkma sırası, büyük burjuvazinin rızasını, anadolu burjuvazisinin ve emekçi yoksulların ve dışarıdan da ABD'nin desteğini alan,28 Şubat vb bir dizi operasyon sonrasında Milli Görüş gömleğini çıkaran Erdoğan'ın liderliğinde, bir koalisyon olarak yeniden yapılanan Adalet ve Kalkınma Partisi'ndedir (AKP).
Artık, siyasal gündemin belirleyicisi AKP'de cisimleşen kualisyondur ve statükoyu temsil eden yapılar refleks siyaseti izlemek zorunda kalacaklardır. Dahası, iktidarını kaybetmekte/devretmekte olan statüko, kadrolarının önemli bir bölümünü de AKP'ye "kaptıracaktır".
Dönüşüm sürecine bakıldığında Kemalist rejimin inşa sürecine dair birçok unsur da görülebilir. 2002 seçimlerinin sonucunda Türkiye Büyük Millet Meclisi'nin (TBMM) kuruluşunu, bugünün AKP'sinde Halk Fırkası'nı, Cumhurbaşkanlığı kurumunun ele geçirilmesinde Saltanat'ın kaldırılmasını, Yükseköğretim Kurulu'nun (YÖK) ele geçirilmesinde Tevhid'i Tedrisat'ı, Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği gibi yapıların baskı altına alınmasında ve basının yandaşlaştırılmasında Tekke ve Zaviye'lerin kapatılmasını, henüz yapılamayan Türban inkilabında Şapka Devrimi'ni, Ergenekon Mahkameleri'nde ise İzmir Suikasti yargılamalarını ve İstiklal Mahkemelerini görebilirsiniz. Aynı şekilde, 12 Eylül 1980'e bakarken İttihatçıların 1908 devrimini, sol ve ilerici dalganın tasfiyesine bakarken Ermeni Tehçirini görebilirsiniz.
İlkeler bazında baktığınızda da, Halkçılık'ın yerinde Cemaatçilik, Milliyetçilik'in yerinde İslamcılık, Laiklik'in yerinde dincilik, Devletçilik'in yerinde Sermayecilik, İnkılapçılık'ın yerinde Reformculuk ve Cumhuriyetçilik'in yerinde Neo-osmanlıcılık'ı (Başkanlık Sistemi) görebilirsiniz.
Dolayısıyla, inşa edilen yeni siyasi hegomonya projesine Kemalist Cumhuriyet'e dair bilgisiyle bakan herkes, süregidenin buz gibi bir "karşı devrim" olduğunu da görecektir. Atatürk inkılaplarını modern bir devrimin yapı taşları olarak değerlendiren bir göz, Erdoğan Reformları'nı da postmodern bir devrimin etapları olarak değerlendirecektir.
Post Osmanlı döneminde, emperyalizmin rızası ve desteğiyle, Osmanlı'dan arta kalan coğrafya üzerinde tatbik edilmek üzere üretilmiş Ulusçu projenin yerini, ultra-emperyalizmin onayı ve desteğini alarak, osmanlının terk ettiği coğrafya üzerinde uygulanmak üzere tatbik edilecek olan Neo-osmanlı projesi almaktadır.
İktidarı ele geçirme yolunda hızla ilerleyen kast neyle nasıl hesaplaşmayı tasarlamaktadır bilinmez ama, kendine alan açan 12 Eylül darbesiyle alıp veremediği birşey olmadığı, derdinin olsa olsa 1920'lerde toplumu ileriye iten, 60-80 arası da sola çeken sosyo-politik dalgayla olabileceği açıktır.
Tabii aslen yapılmak istenen dünü yıkmak değil de, yarını inşa etmektir. Nihayetinde bugün dünün üzerinde yükselecektir. Ancak, yarının inşası için çalışan sosyo-politik irade, bugün eylediğine engel olan dünü itibarsızlaştırmak, dünkü iktidarın ideolojik atmosfere yaydığı sosyo-politik referanslara dayanarak direnen unsurları tasfiye etmek ve geri kalanıda inşa projesine memur etmek zorundadır.
Dönüşümün Sosyal/sınıfsal Dinamikleri
Erdoğan'ın liderliğinde yürüyen pasif devrim, hizmet/finans/borsacı kapitalin küresel hegomonya projesinin Türkiye'yi de aşan Türkiye ayağıdır. Türkiye'yi de aşmaktadır zira, politik iktidarın giydiği elbisedeki islami renk yoğunlaştırılarak etki alanına çok daha geniş bir coğrafyanın dahil edilmesi amaçlanmaktadır.
2002 yılından beri yürümekte olan dönüşüm sürecinde, eski rejim tarafından beslenip büyütülmüş olan büyük burjuvazi (Türk Sanayici ve İşadamları Derneği/TÜSİAD), vefa borcu ile yeni rejimin vaadettiği ağız sulandıran karlar arasında bir tercih yapmak ve nazlana nazlana da olsa yeni rejimin inşasına rıza göstermek durumunda kalmıştır. Ancak, 12 Eylül sonrası palazlanan ve AKP hükümetiyle birlikte hareket alanı genişleyen ve güçlenen anadolu burjuvazisi (MÜstakil Sanayici ve İşadamları Derneği/MÜSİAD), ABD'nin nüfuz alanındaki bölgelerde önemli bir deneyim sahibi de olan Gülen Burjuvazisi (Türkiye İşadamları ve Sanayicileri Konfederasyon/TUSKON) ve en önemlisi de küresel sermaye, Türkiye'yi ucuz emek cenneti haline getirip, sermaye hareketlerini kolaylaştırmayı, ona yeni değerlenme alanları açmayı vaadeden yeni inşa sürecine aktif destek sunmaktadır.
Sınıf bilincinin neredeyse yok edildiği Emek cephesinden bakıldığında ise, Tolstoy'un kulakları çınlasın, yoksul emekçiler, duruma "ikisi de bizim sırtımıza biniyor nasılsa" diye düşünen bir eşek gözüyle bakarak, kendilerine daha çok ihtimam gösterecekmiş gibi gözüken, en azından şimdilik eski sahiplerden daha çok yem veren, onları "göbeğini kaşıyan adam" diye aşağılamayan yeni sahipleri desteklemek zorunda kalmışlardır. Orta sınıflar ise, genel olarak yaşam tarzlarının tehtid edildiğini düşündekleri durumların haricinde "adamlar çalışıyorlar kardeşim!" sözünde özetlenen bir tavırla yeniden yapılanma sürecine kuşkucu da olsa destek sunmaktadır.
Gelişip serpilmesine sermayenin her an her yerde her biçimde karşımıza çıkmasını sağlayan dijital devrimin eşlik ettiği, kalbi plazalarda atan hizmet, finans ve kumarhane kapitalizmi, ipleri gelişimine endüstri devriminin eşlik ettiği, kalbi fabrikalarda atan sanai kapitalizminin elinden alıp tüm insanlığın boynuna geçirmeye çalışmaktadır. Elbet bu yapılırken, önceki dönemde yine sermayenin çıkarları gereği dışlanan tüm unsurlar, din, yerel değerler, etnik kimlikler, sakatlar vb, hareket ve birikim alanı daralan sermayenin rahatlatılması adına hayata geçirilen yeni projenin harcı olarak kullanılacaktır.
Kapitalizmin, disipline edilmiş toplumu gerektiren evresinden kontrol toplumu evresine geçişi olarak da okuyabileceğimiz dönüşümün baş aktörü, sermayenin alabildiğine özgür olmasını ve kürenin her hücresine nüfuz edebilmesini sağlayacak uygun ortamın oluşmasını isteyen küresel burjuvazidir. Bir sınıfın daha rahat at koşturabileceği sosyo-politik sistemi tek başına oluşturması mümkün olamayacağına göre; dönüşüm için, mevcuttan memnun olmayan çeşitli sosyal ve sınıfsal kesimlerle ittifak kurulmalıdır.
Eski sistem işlerken oluşturulan kurumların (sendika, meslek örgütleri vb) hantallaşmasından, kurum yönetiminin bürokratlaşmasından/kastlaşmasından, dolayısıyla ilgili kişilerin kurumsal süreçlere katılımını engelleyici yapısından şikayet eden emekçiler ittifak için uygun bir kesim sayılabilir. Statükonun, bireysel özgürlükleri, fikir ve ifade özgürlüğünü engelleyen yapısından çok çeken/şikayetçi olan "açık toplumcu" küçük burjuvazi de, dönüşümün ideolojik altyapısının hazırlanmasına memur edilebilecek kalifiye eleman ihtiyacını karşılayabilir.
Saydığımız kesimler devrimin kitlesel desteği için yeterli olamayacağına göre; bu işlevi yerine getirebilecek başka unsurlara da ihtiyaç vardır. Disiplin toplumunun inşa sürecinde dışlanan din, hala büyük kitlelere yön verme/mobilize etme potansiyelini korumaktadır. Dahası, önceki yapıyla dışlanmış olmaları, eskisinin yıkılması, yenisinin inşa edilmesi sürecinde daha büyük şevkle yer almalarına da yardımcı olacaktır.
Ulus devlet döneminde dışlanan, kitleler halinde öldürülen ya da çeşitli kurumlara kapatılan sakatlar da, devrimin kitle desteğinin alınabileceği önemli bir kesimdir. Önceki durumda, sömürülmeye bile değer bulunmayan kesimin, yeni durumda sömürülecek de olsa eskisini savunacak hali yoktur ve onlar da inşa sürecinin şevkli memurları yapılacaktır.
Yeni sistemin inşasına kitle desteği sağlamak üzere mobilize/memur edilen kesimlerin dindar ve sakat olmalarının, planlanmış olsun ya da olmasın, egemenler açısından çok önemli bir getirisi de olacaktır. Sermaye için işler iyi giderken, kitleler için ümit vaat ederken sorun yoktur ama, işlerin iyi gitmediği durumlarda ne yapılacaktır?
Önem de işte bu sorunun yanıtındadır. Sakatlar zaten elde var 1'dir, dindarların kontrolü de cemaat/imamlar tarafından sağlanınca, ortam sermaye için dikensiz gül bahçesine dönmüş olacaktır. Tabii, söz konusu olan toplumsal süreçler olunca, işlerin ön görüldüğü gibi gitmeme, kullanılan silahların geri tepme olasılığı her zaman vardır.
Ucuz Bir Demokrasi Oyunu: Referandum
Önceki bölümlerde en azından görebildiğim kadarının resmini çizmeye çalıştığım devrim sürecinin mimarları/mühendisleri, öncekinin iktidarını da kendi iktidarına katarak yürüdükleri yolda güvenle ilerlerken, ayakları önceki tarafından teşkil edilmiş bazı kurumlara takılmaktadır. Devrim sürecinin tökezlememesi açısından bu engellerin temizlenmesi elzemdir.
Tamam, yasama yetkisi büyük çoğunlukla, yürütme yetkisi, YÖK tamamen ele geçirilmiştir ve TSK da büyük ölçüde teslim alınmış gibidir ama, yargı pürüz çıkarmayı sürdürmektedir.
Pakete toplumsal rıza imalatının kolaylaştırılması, ki rıza gösterecek toplumsal kesimler yararına olabilecek hiçbir madde yoktur, göz boyayıcı/akıl çelici 15-20 maddenin konduğu Anayasa değişiklik paketinin asıl gayesi de yargının ele geçirilmesi ve sermaye hareketlerini engelleyen kararlarının önünün alınmasıdır.
Tabii bekleneceği gibi, eski statükonun kurucu ve korucu siyasetleri ayak diredikleri içindir ki, paket referanduma sunulmak zorunda kalmıştır. Cumhurbaşkanı seçimi, YÖK, ergenekon mahkemeleri ve Dolmabahçe Mutabakatı gibi bir dizi operasyonla adeta dişleri dökülmüş bir kurda dönüştürülen bu siyasetler, kaybedecekleri neredeyse kesin olan bir düelloya daha girmişlerdir.
Referandum sürecinde ise, sivil alan güçlenecek, bireyler özgürleşecek, darbecilerle hesaplaşılacak vb gırla yalan tedavüle sokulmuş; değme reklam kampanyasına taş çıkartacak muazzamlıkta ve akıllıca yönetilen akıl dışı bir kampanya sonucunda, Devrim sürecine gerçekte neye evet dediklerini belki de hiçbir zaman bilmeyecek/bilmek istemeyecek olan kitlelerin desteği de alınmıştır.
Evet, alınan destek seçmen sayısının %40-45'i, katılanların %58'i kadardır belki ama, nihayetinde zafer, eskisinin gücünü de kendisine katarak daha da güçlenen yenilenmiş sermaye tanrısının ve onun buralardaki otoriter kulu ve elçisi olan AKP'nindir.
Onca yıl hizmet ettikleri, uğruna binlerce emekçiyi, solcuyu, kürdü kurban ettikleri tanrıyı bile AKP'ye kaptırmış olan Cumhuriyet Halk Partisi (CHP) ve Milliyetçi Hareket Partisi (MHP) de muhtemelen bundan böyle kendilerini yeni tanrının gözüne girebilmek gayesiyle sermayenin tornasından geçirip yenilemeye çalışacaklardır.
Referandum süreci ve sonucu, Türkiye'nin sosyo-politik coğrafyasına dair elimizde olanı güçlendiren önemli veriler de sunmaktadır. Sonucun da gösterdiği gibi, Türkiye batıdan doğuya doğru üçe bölünmüştür. Kapitalist yoldan gidilmesinin doğru olduğuna olan inancın güçlü olduğu, Türk ulusçuluğu ve laiklikten beslenen sosyo-politik irade batıda; kapitalist yoldan gidilmesi gerektiğine inancın güçlü ve belirleyici olduğu, önce İslam ve sonra da türk milliyetçiliğinden beslenen blok ortada; Türkiye Cumhuriyet'iyle savaşırken uluslaşma sürecinde önemli bir aşama kaydetmiş olan, kapitalist yoldan gidilmesi gerektiğine olan inancın o kadar da güçlü olmadığı, besin kaynağı önce Kürt Ulusçuluğu sonra da biraz laiklik olan sosyo-politik irade de doğuda konuşlanmış gibidir.
Ancak, üçünün ayrı ayrı ve toplamda kaderini belirleyecek olan mekanizmanın kumandası ortadakinin elindedir. Dahası, ortadakinin elindeki silah, diğer iki kesimdeki unsurları da ait oldukları bloktan koparma gücüne sahip çeşitlilikte mermiyle doludur. Silaha din mermisini sürdüğünde doğusundaki bloğun büyük kesimini, ekonomi mermisini sürdüğünde ise diğer iki kesimin burjuvazisini peşinden sürükleyebilme yetisine sahiptir.
Bu ahval ve şerait, ne genel itibarıyla üçe bölünmüş emekçi sınıflar için ne de sınıfsız bir toplum arzusuyla siyaset yapmak istedikleri halde çeşitli nedenlerle bu üç bloktan birine dahil olmak zorunda kalan sosyalistler için doğruyu, iyiyi ve güzeli vaat etmektedir.
Velhasıl, benim taktığım gözlükten görebildiğim ve dilim döndüğünce anlatmaya çalıştığım durum budur. Doğrusu referandumda, iktidarsızlaşmakta/iktidarını devretmekte olanın hatrına değil de "her ikisinin de canı cehenneme" diyerek ve eskisi zaten yenisinin kontrolünde, işimiz artık yenisiyle olmalı diye düşünerek hayır oyu verilmesi gerektiğini savunan ve oyunu da o yönde kullanan biri olarak, Referandum sonucunda ve bu sonucu kutsayan küçük burjuva aydınlarının yazdıklarını okudukça, kendimi, "tamam siz kazandınız! Ama rejim daha da sağa kayıyor, sermayenin otoritesi daha da güçleniyor!" demekten alamıyorum.
Tıpkı dünyanın döndüğünü söyleyerek kilisenin iktidarını sarstığı için cezalandırılan Galileo'nun, fena halde hırpalandığı zindandan çıktıktan sonra yakın çevresine "Eppur si muove, ama dünya dönüyor!" dediği gibi.
Marks'ın kulakları çınlasın, bu ara buralarda kuzu postuna ve modernizmin "post"una bürünmüş bir kurt dolaşıyor: Kapitalizm. Ve dünya hala komünizm heyulasının üzerinde dolaşacağı günleri bekliyor bu kurdun pençesinden kurtulmak için!... (ÇD/EÖ)
___________________________________
(*) "Ama dünya dönüyor" (Galileo)