Bakanlar Kurulu, 21 Temmuz 2016 günü saat 01:00’den itibaren doksan gün (basında ifade edildiği gibi üç ay değil [1]) süreyle olağanüstü hal (OHAL) ilan etti. Bu karar, Milli Güvenlik Kurulu’nun tavsiyesiyle ve Cumhurbaşkanlığı başkanlığında toplanan Bakanlar Kurulu tarafından alındı, Resmi Gazete’de yayımlandı ve TBMM tarafından hızla onaylandı. Yani Anayasa’daki usule uyuldu, dolayısıyla halihazırda yurt çapında OHAL ilan edilmiş oldu.
Özellikle 90’lı yıllarda sıklıkla duyulan, hatta “düşünüyorum OHAL’de yokum” vb. hicivlere konu olan bu istisna halinin televizyonlarda duyulmasıyla birlikte yurttaşların büyük bir kısmı önce birbirine, sonra da internete “OHAL nedir” sorusunu sordu. Bu konuda uzman olmayanların çok sayıda yanlış bilgilendirmesi yanında, bazı hukukçular (örneğin K. Altıparmak, İ. Ö. Kaboğlu, M. Sevinç) kamusal bir ödevle, dezenformasyona karşı halka önemli bilgiler sundu. Bu yazıda, orada ifade edilenleri tekrarlamadan, fakat (teknik de olsa) bazı tamamlayıcı bilgileri aktarmak istiyorum.
OHAL nedir?
OHAL, anayasa hukuku literatüründe, “kemoterapi tedavisi”ne benzetilir. Bilindiği gibi kanser tedavisi için uygulanan kemoterapi, hastalıklardan bağımsız olarak, tek başına ele alındığında insanın bağışıklık sistemine zarar verebilen, yorgunluk, kusma, bulantı, saç dökülmesi, stres gibi etkiler gösterebilen bir tedavidir. Bu tedavi yöntemi, kanser tedavisi sırasında ve gerektiği gibi kullanıldığında zarar değil, fayda getirebilir. Birçok kişi bu yöntemle sağlığına kavuşmuştur. Ancak bu yöntem uygulanırken, dikkat edilmez, yanlış kullanılır ise hastanın durumu daha da kötüleşebilir, hatta kurtarılmak istenen hastanın ölümüne sebep olunabilir. Grip olan bir kişiye kemoterapi uygularsanız veya vücudun belli bir bölgesindeki kanser hücresine yönelik olan radyoterapi yöntemini yok sayarak doğrudan bütün vücuda yönelik kemoterapiye geçerseniz; ya da kemoterapi gereken bir hastaya gereğinden fazla ilaç verirseniz, hastanın ölümüne neden olursunuz.
OHAL de böyledir. Bu yöntemin Anayasa’da düzenlenmiş olmasının nedeni, ülkedeki “kanser hücreleri” ile mücadelenin, hastanın kendince bildiği yöntemlerle değil; önceden belirlenmiş, sınırı ve dozajı hesaplanmış yöntemlerle gerçekleştirilmesinin gerekli görülmesidir. Devletin de bir parçası olduğu toplumun örgütlü yaşamı, eğer bir vücut olarak düşünülecek olursa, işte OHAL, bu vücutta oluşan kansere yönelik bir kemoterapi yöntemidir. OHAL en son, (veya sıkıyönetimi de dikkate alacak olursak); sondan bir önceki yöntem olarak düşünülmeli, gereği olmamasına rağmen uygulama bulmamalı, uygulanacağı zamanlarda da çok hassas bir şekilde ölçülü kullanılmalıdır. Aksi halde, geçmişteki pratiklerde de tecrübe ettiğimiz üzere, bu “tedavi yöntemi” onulmaz yaralara ve trajedilere yol açılabilir.
OHAL ilanı kararı denetlenebilir mi?
Anayasa’da OHAL ilanının nasıl denetleneceğine ilişkin bir hüküm bulunmuyor. İlk bakışta bunun Cumhurbaşkanı başkanlığında toplanan Bakanlar Kurulu tarafından alınmış bir karar olduğu ve bu nedenle tıpkı diğer idari işlemler gibi Danıştay denetimine tabi olacağı düşünülebilir; fakat Danıştay, 1970’li yılların başında bu konuyu, sıkıyönetim ilanı bağlamında tartışmış ve TBMM’nin derhal görüşme, onay, değiştirme veya ret kararına tabi olan bu ilanları, (tartışmalı da olsa) yasal bir tasarruf olarak görerek incelememiştir. [2] Bugün de Danıştay’ın, bu karardan farklı bir karar vermesi beklenmez. Zaten böyle bir başvuru da kamuoyuna duyurulmadı.
Peki, acaba TBMM’nin bu konuda verdiği karar, Anayasa Mahkemesi (AYM) tarafından denetlenebilir mi? OHAL ilanının onaylanması veya reddedilmesine ilişkin TBMM kararı, bir meclis kararıdır. Anayasa Mahkemesi, kendisine açılan iptal davalarında kural olarak kanunları denetler. Birkaç istisna dışında meclis kararlarını denetleme yetkisi yoktur. OHAL ilanına ilişkin kararlar, bu istisnalar arasında değildir. Dolayısıyla AYM; iptal davasında da OHAL ilanının onaylanması kararını inceleyemez.
Buna karşın; gelecekte açılacak bireysel başvuru davalarında, yani tek tek olaylarda, OHAL ilanı kararının AYM tarafından dolaylı olarak incelenmesi mümkün olabilir. Çünkü bu konuda ne kanunda ne de Anayasa’da açık bir denetim yasağı (en azından sorgulama yasağı) düzenlenmemiştir. Eğer AYM, böyle bir denetim yapmaktan imtina ederse, konu İnsan Hakları Avrupa Mahkemesi’ne (İHAM) gittiğinde İHAM bu denetimi yapacaktır. Benzer denetim/sorgulama, BM İnsan Hakları Komitesi yönünden de geçerlidir.
OHAL ilanı nasıl denetlenir?
Uluslararası insan hakları hukuku yönünden ilan süreci şu şekilde yürür:
Öncelikle olağanüstü halin, parlamento tarafından incelenmesi ve kararın resmi bir işlemle ilan edilmesi gerekir. Bu, Türkiye’nin tarafı olduğu Birleşmiş Milletler Medeni ve Siyasal Haklar Sözleşmesi’nin (BM MSHS md. 4/1) getirdiği bir yükümlülük olmakla birlikte Avrupa Konseyi İnsan Hakları Komiseri görüşünde de ifade edilmiştir.
İkinci olarak; OHAL ilanı bağlamında alınan tedbirler, bunların nedenleri ve süresi konusunda makul bir zaman [3] içerisinde, Avrupa Konseyi Genel Sekreterliği’ne ve BM Genel Sekreterine bildirilmelidir. Bu bildirimde konuyla ilgili mevzuatın sunulması ve tedbirlerle ilgili yeterli bilginin verilmesi gerekir. Örneğin Yunanistan’da 1967 yılında başarıya ulaşmış olan Albaylar cuntasının sunduğu bildirim, uygulama bulacak mevzuat metni sunulmadığı, mahkeme kararı olmadan gözaltına alınan ve tutuklanan kişilerin sayısı vb. idari tedbirler hakkında bilgi verilmediği ve de bildirim dört aylık bir süre sonrasında yapıldığı için Sözleşme ile uyumsuz bulunmuştur. [4] Bunun dışında uygun bulunan örnekler çoğunluktadır. Uygun bulunan bildirim, Sekreterlikler tarafından diğer üye devletlere bildirilir. [5]
Türkiye böyle bir bildirimi, daha önce ilk kez 28 Şubat 1961’de ve hemen sonrasında Talat Aydemir’in başarısız darbe girişiminden sonra 1963’te, ardından 12 Eylül darbesine kadar 9 farklı defa, 1982 Anayasası döneminde ise 6 farklı defa yapmıştı. 29 Ocak 2002’den bu yana böyle bir ilişki kurulmamıştı. Bu, söz konusu zincirin son halkası oldu.
Bu iki adım, genel nitelik taşımaktadır. Bunun dışında somut bireysel başvurularda, ilanın “ulusun yaşamını tehdit eden bir tehlike”ye karşı yapılıp yapılmadığı incelenecektir. Bu kavramın anlamı, ilgili organlarca netleştirilmeye çalışılmıştır.
BM MSHS’deki sınırlama ve istisna hükümleri hakkındaki “Siracusa İlkeleri”nde ulusun yaşamını tehdit eden bir durumdan bahsedilebilmesi için tehdidin;
(a) Nüfusun tamamını ve devletin topraklarının bir kısmını veya tamamını etkilemesi
(b) Nüfusun fiziksel bütünlüğünü, devletin siyasal bağımsızlığını veya toprak bütünlüğünü veya Sözleşme’de tanınan hakları korumak ve güvence altına almak için zorunlu olan kurumların temel işleyişini veya varlığını tehdit etmesi gerekir.[6]
İHAM da bu tehdidi, “bütün nüfusu etkileyen ve Devletin de bir parçası olduğu toplumun örgütlü yaşamına tehdit oluşturan olağanüstü kriz veya tehlike durumu” olarak ifade etmiştir.[7] Yunanistan’daki Albaylar cuntasının darbesi sonraki dönemde açılan davada ise olağanüstü durumun; (a) mevcut veya yakın olması, (b) etkilerinin bütün ulusa sirayet etmesi, (c) toplumun organize yaşamının sürekliliğini tehdit etmesi, (d) kamu güvenliğinin, sağlığının ve düzeninin sürdürülmesi için Sözleşme’nin izin verdiği sınırlamalar ve normal tedbirlerin yetersiz kalacağı olağandışı bir kriz veya tehlike oluşturması gerekir.[8]
Türkiye, geçtiğimiz hafta Avrupa Konseyi Genel Sekreterliği’ne konuyla ilgili bildirimi yaptı ve uygulayacağı mevzuatın İngilizce tercümesini sundu. BM Genel Sekreterliği’ne bildirim yapılıp yapılmadığı konusunda ise herhangi bir bilgi bulunmuyor.
Cumhuriyetin temel kurumlarının bombalandığı, 265 kişinin ölüp, 1440 kişi yaralandığı ve demokrasiye yönelik kanlı bir kalkışma niteliğindeki bu hareketin, Sözleşme’de geçen “ulusun varlığını tehdit ettiği” büyük olasılıkla kabul edilecektir. Nitekim bu konuda taraf devletler, Konsey’e göre bu konuda değerlendirme yapmak konusunda daha iyi konumda ve belirli bir takdir marjından yararlanıyor. Yakın zaman önce Fransa ve Ukrayna bu tür bir bildirimde bulunmuştu.
Bu bildirimin yapılmış olması, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin bildirim yapan ülke açısından “askıya alındığı” anlamına gelmez. Bu bildirim, söz konusu tehdide cevap vermek için durumun mutlaka gerektirdiği hallerde, ölçülü olmak kaydıyla ve asla dokunulmayacak haklara müdahale etmemek şartıyla istisnai uygulamaların gerçekleştirilebileceği anlamına gelir. Başka bir deyişle, taraf devletin Sözleşme’den kaynaklanan yükümlülüklerinde azaltma (derogasyon) söz konusu olmaktadır; fakat bu, çok sıkı bir denetime tabidir. Yani basında sunulan yanlış bilgilendirmenin aksine, OHAL ilanı açık bir çek değildir. Her somut olay yönünden bir çok katı bir değerlendirmeye tabi olacak geçici bir istisna halidir.
OHAL tedbirleri nasıl denetlenir?
OHAL tedbirlerinin ne şekilde uygulanması gerektiği “Siracusa İlkeleri”nde şu şekilde ifade edilmiştir:
“Olağanüstü halin kamuoyuna duyurulması, durumun, ulusun yaşamını ne ölçüde tehlikeye atacağını belirlemek için yapılacak nesnel bir durum değerlendirmesine istinaden iyi niyetle gerçekleştirilir. Olağanüstü hal ilanı ve sonrasındaki Sözleşme yükümlülüklerinde azaltmanın iyi niyetle yapılmaması, uluslararası hukukun ihlalidir.
Sözleşme’nin olağanüstü halde belirli yükümlülüklerin azaltılmasına izin veren hükümleri dar şekilde yorumlanır.
Olağanüstü halde, hukukun üstünlüğü hala egemendir. Ulusun yaşamına yönelik bir tehdide gerektiği şekilde karşılık verilmesi için tanınan ve sınırlanmış bir istisnai yetkidir. Yükümlülüklerini azaltan devlet, eylemlerini, hukuk uyarınca haklılaştırmakla yükümlüdür.[9]
Görüldüğü gibi “iyi niyet”, “temel hakları sınırlandıran hükümlerin dar yorumlanması” ve “hukukun üstünlüğüne saygı” şeklinde üç ilke, her türlü tedbirde akıllarda tutulmalıdır. Bunun dışında Anayasa’da (md. 15) da ifade edildiği gibi bu tedbirlere “durumun gerektirdiği ölçüde”, yani “mutlaka gerekli olan” hallerde başvurulmalıdır. Şu halde “ölçülülük” de bu en son ama en önemli ilkedir.
Şu halde her somut olayda söz konusu tedbire ilişkin şu ilkeler akılda tutulmalıdır:
OHAL’de Temel Haklara Yönelik Müdahalelerde Dikkate Alınacak İlkeler |
- İyi niyet ilkesi - Sınırlamanın dar yorumlanması ilkesi - Hukukun üstünlüğüne saygı ilkesi - Ölçülülük ilkesi |
Bu ilkeler gözetilmediğinde BM İnsan Hakları Komitesi veya İHAM’ın ihlal kararı vermesi olasıdır. Nitekim 1990’lı yıllarda uygulanan (örneğin 18 gün boyunca hakim önüne çıkartılmadan tutma vb.) bazı pratiklere karşı yapılan başvurularda Türkiye, bu tedbiri OHAL durumu ile haklılaştıramamış ve ihlal kararı verilmişti. Her somut olayda, uygulanan tedbirin, OHAL bildirimi ile ilişkili olup olmadığı ve anılan ilkelere uygun hareket edilip edilmediği incelenecektir.
Öte yandan, asla vazgeçilemeyecek “sert çekirdek” haklara herhangi bir olağandışı müdahale olması durumunda bu kriterlere bile bakmadan ihlal kararı verilecektir.
Asla vazgeçilemeyecek olan sert çekirdek haklar nelerdir?
Sert çekirdek haklarımız konusunda, basına sunulan bilgilendirmelerde OHAL’de dahi vazgeçilemeyecek sert çekirdek haklar, Anayasa’nın 15/2’nci fıkrası aynen kopyalanarak sayılmaktadır. Oysa ilgili maddenin ilk fıkrasında, bu gibi hallerde “milletlerarası hukuka uygun hareket edilmesi” şartı da yer almaktadır. Bu bağlamda Anayasa, Türkiye’nin taraf olduğu insan hakları sözleşmelerinden OHAL vb. durumlara ilişkin hüküm içerenlere bakmamız gerektiğini söylüyor. Bu maddelere bakmadan sayılan “çekirdek haklar” kategorisi eksiktir. Bu nedenle söz konusu eksikliğin tamamlanması gerekiyor.
Öncelikle İHAS’In 15’nci maddesinde sayılan sert çekirdek haklar ile Anayasa’da sayılanların büyük oranda örtüştüğünü; ancak Sözleşme’nin sert çekirdek alanı genişlettiğini görüyoruz. Sözleşme’de sayılan sert çekirdek haklardan “yaşam hakkı” ve “işkence yasağı” Anayasa ile örtüşmektedir. Ancak bunun dışında “suç ve cezaların kanuniliği” başlıklı 7’nci maddeye yer vermekle sadece “suç ve cezaların geriye yürümezliğini” değil; aynı zamanda suç ve cezaların kanunla konulması gerekliliğini de çekirdek alana dahil etmektedir. Buna ek olarak “kulluk ve kölelik yasağı” da sert çekirdek alana eklenmiş bulunuyor.
BM Medeni ve Siyasal Haklar Sözleşmesi’nin 4’ncü maddesinde ise anılan haklara ek olarak
“ırk, renk, cinsiyet, dil, cin, toplumsal köken gibi sebeplerle ayrımcılık yasağı”, (AY md. 11), “borç nedeniyle hapis yasağı” (Anayasa md. 38), “kişi olarak tanınma hakkı” ve “din, vicdan, düşünce ve kanaat özgürlüğünü, Anayasa’daki “açıklamaya zorlanma” güvencesinin ötesinde genel bir “zorlama yasağı” ve “dinini veya inancını ibadet, uygulama, öğretim şeklinde açığa vurma hakkı” ve de “ebeveynlerin çocuklarına kendi inançlarına uygun eğitim aldırma hakkı”nı da içerecek şekilde set çekirdek alana dahil etmiştir.
Şu halde, OHAL döneminde dahi vazgeçilemeyecek olan sert çekirdek alanın şu şekilde ifade edilmesi daha yerinde olur:
OHAL’de Sert Çekirdek Haklar |
- Ayrımcılık yasağı hakkı, (AY md. 10) - Kişi olarak tanınma hakkı, (AY md. 12/1 ve 17/1) - Yaşam hakkı, (AY md. 17) - İşkence yasağı hakkı, (AY md. 17) - Kulluk ve kölelik yasağı hakkı, (AY md. 17) - Din, vicdan, düşünce ve kanaat özgürlüğü hakkı (AY md. 24-25) - Suç ve cezaların kanuniliği/geriye yürümezliği hakkı, (AY md. 38/1) - Masumiyet karinesi hakkı, (AY md. 38/4) - Borç nedeniyle hapis yasağı hakkı (AY md. 38/8) |
OHAL kanun hükmünde kararnameleri denetlenebilir mi?
OHAL ilanının en önemli özelliklerinden biri Cumhurbaşkanı başkanlığında toplanan Bakanlar Kurulu’nun OHAL Kararnamesi çıkartabilecek olmasıdır. Bu OHAL KHK’si çıkartma yetkisi, yürütmenin, yukarıdaki sınırlar dahilinde kanun gibi düzenlemeler yapması anlamına gelir. Anayasa’nın 148/1’inci maddesine göre “olağanüstü hallerde, sıkıyönetim ve savaş hallerinde çıkarılan kanun hükmünde kararnamelerin şekil ve esas bakımından Anayasaya aykırılığı iddiasıyla, Anayasa Mahkemesinde dava açılamaz.”
Bununla birlikte, Anayasa’nın 121/son hükmü gereğince “Bu kararnameler, Resmî Gazetede yayımlanır ve aynı gün Türkiye Büyük Millet Meclisinin onayına sunulur.” Meclisin bu kararnameleri kanunla onaylaması gerekir. Bu onay kanunu, AYM’nin denetimine tabidir. TBMM İçtüzüğü gereğince bu kararnamelerin 30 gün içinde görüşülmesi ve neticelendirilmesi gerekirken; uygulamada söz konusu kararnameler, TBMM tarafından bir türlü görüşülüp onaylanmamaktadır. Böyle hallerde kararnamenin akıbetinin ne olacağı tartışmalıdır. Siracusa ilkeleri gereği sınırlandırıcı hükümler olabildiğince dar ve iyi niyetle yorumlanmalıdır; bu nedenle de 30 gün içinde görüşülmeyen kararnamelerin yürürlükten kalktığını kabul etmek gerekir.
Öte yandan AYM, 1990 yılında verdiği kararlarda [10] OHAL KHK’lerinin özetle “ismine değil cismine” bakacağını söylemiştir. İsmi OHAL KHK’si olan bir düzenleme, eğer OHAL bölgesini mekânsal olarak aşıyorsa veya OHAL durumunu zamansal olarak aşıyorsa o KHK, olağan KHK’dir ve denetlenir. Örneğin Devlet Memurları Kanunu’nda, OHAL bittikten sonra da devam edecek kalıcı bir değişiklik getiren OHAL KHK’si, zamansal açıdan OHAL’den taştığı için, ismi OHAL KHK’si olsa bile normal KHK sayılacaktır. Normal KHK’ler ise yargı denetimine tabidir. Bu, son derece doğru ve İHAM’ın (şekli değil) maddi yaklaşımına uygun kararın bugün de sürdürülmesi beklenir. Ancak tabii ki münhasıran OHAL ilanına neden olan suçla mücadele amaçlı ve geçici nitelikteki tedbirler bu tür zamansal ve mekânsal taşma içermeyeceği için bunların iptal davalarında AYM tarafından denetlenmeyeceğini vurgulamak gerekiyor.
Bunların dışında bireysel başvuru davalarında da temel haklara yönelik müdahalenin dayanağı olan KHK’nin ulaşılabilirlik, öngörülebilirlik taşıyıp taşımadığı ve keyfiliğe karşı yargısal güvenceler içerip içermediğine bakılacaktır. Resmi Gazete’de yayımlanmayan veya keyfiliğe yol açacak denli geniş ve/veya yargısal denetimleri kapatan bir OHAL KHK’sinin (uygulama itibariyle) bir ihlal kararını sonuçlaması olasıdır. Kanserle mücadele edenlerin bu teknik ayrıntıları göz ardı etmemesi hayatidir.
Ölüm cezası geri getirilebilir mi?
Türkiye’de bir süredir ölüm cezasının yeniden getirilmesi, hatta halihazırda Askeri Ceza Kanunu’nda şu anda savaş durumuyla bağlantılı olarak mevcut olan “ölüm cezası” hükümlerinin uygulanması gerektiği ifade ediliyor. Öncelikle Askeri Ceza Kanunu’ndaki hükümlerin Anayasa’ya aykırı olduğunu ve normlar hiyerarşisi gereğince uygulama bulamayacağını söylemek gerekiyor. Aksi düşünülse bile, Anayasa’nın 90’ncı maddesi gereğince üstünlük taşıyan uluslararası antlaşmalar gereği bu kanunun hükmünün uygulanması yine mümkün değildir.
Türkiye 2001 yılında yaptığı anayasa değişikliği gereği, ölüm cezasını “savaş, çok yakın savaş tehdidi ve terör suçları” hariç olmak üzere kaldırdı. Ardından 2004 yılında bunu tüm suçlar yönünden kaldırdı. Türkiye tarafından imzalanan, savaş ve yakın savaş tehdidi halleriyle sınırlı olarak ölüm cezasını kaldıran İHAS’a ek 6 no.lu Protokol, 2003 yılında; ardından ölüm cezasını tüm suçlar için kaldıran İHAS’a ek 13 no.lu Protokol, 2006 yılında Türkiye yönünden yürürlüğe girdi. Aynı yıl, BM MSHS’ye ek 2 no.lu Protokol de tarihinde yürürlüğe girdi. Şu halde Anayasa’da değişiklik yapmadan ve bu Protokollerden ayrılmadan ölüm cezası getirilemez. Bu Protokollerden ayrılmak ise özel bir prosedürü gerektir. Bunun için İHAS md. 15 değil, İHAS md. 58 prosedürünün uygulanması gerekirdi. Buna göre Avrupa Konseyi Genel Sekreteri’ne altı ay önceden sunulacak bir ihbar gerekiyor. Bu tarihten önce gerçekleştirilen eylemler yönünden sorumluluk devam eder. Öte yandan Sözleşme ve onun mütemmim cüzü olan 6 ve 13 no.lu protokollerden ayrılmak isteyen bir devletin, Avrupa Konseyi üyeliğinden de çekilmesi gerekir. Bu tür bir çekilme, Avrupa Konseyi Statüsü (md.7) gereği ilgili mali yılın ilk dokuz ayına kadar yapılmaz ise çekilme, gelecek mali yılın sonunda hüküm kazanacaktır. Üyeliğin “askıya alınması” ise Avrupa Konseyi tarafından, hukukun üstünlüğünü ve insan haklarına saygıyı ihlal eden devletlere yaptığı bir çağrıyla gerçekleştirilir, bunun bir sonraki adımı da Konsey üyeliğinden çıkartılmaktır. (md.8)
Böyle bir askıya alma geçmişte Yunanistan’da Albaylar cuntasına, 12 Eylül’de Türkiye’ye ve 2000 yılında Çeçenistan’da yaşananlardan dolayı Rusya yönünden uygulama bulmuştu. Darbe dışı bir dönemde böyle bir duruma düşmenin, mali, siyasi ve psikolojik yıkımı ise başlı başına ayrı bir yazı konusudur. Fakat burada askıya alma, çekilme ve OHAL bildirimi yapma konusundaki terminolojinin dikkatli kullanılması gerekiyor.
Öte yandan Türkiye anılan yükümlülüklerinin tamamından vazgeçse bile ölüm cezasının geriye yürümesi de söz konusu olmaz. Böyle bir şey için, Anayasa’nın bunu yasaklayan 38’nci maddesini, hatta 2’nci maddede yer alan hukuk devleti ilkesini de değiştirmek gerekir. Oysa hukuk devleti ilkesi değiştirilemez maddeler arasındadır. Tabii, Avrupa Konseyi’nden ayrılmayı göze almış bir Türkiye’nin bu hükmü de değiştirmesi mümkündür. Ancak böyle bir ihtimalde bu yazılanların tamamı zaten bir şey ifade etmiyor demektir.
Suçluların iadesi talebi ve işkence çelişkisi
Son olarak; Türkiye, bir süredir darbe girişiminin, yurtdışında yaşayan veya yurtdışına kaçmış şüphelilerinin iade edilmesini talep ediyor. Bu meşru ve hukuksal bir taleptir. Ne var ki; ülkede son günlerde bu suçla ilgili kişilere yönelik süregelen muameleye bakıldığında, çok büyük bir çelişki görülüyor. Şöyle: İnsan hakları hukukunda; ciddi suç şüphesi altında olan, hatta mahkum olmuş bir kişinin, gönderileceği ülkede öldürüleceği, işkence göreceği veya adil yargılanmayacağı konusunda ciddi kuşkular bulunuyor ise, o ülkeye iadede bulunulması yasaktır. Böyle bir durum olmasına rağmen, yine de iadede bulunacak olan taraf Devlet, Sözleşme’yi ihlal eder ve tazminat ödemek zorunda kalır. [11]
Şu halde darbeci olduğu düşünülen kişilerin, Türkiye’ye iade edildiklerinde bu gibi bir muameleyle karşılaşacakları iddiasının İHAM tarafından kabul görmesi halinde Mahkeme, iade edecek devlet için tedbir karar verebilir. Yani Türkiye’nin talepte bulunduğu devletler iade etmek isteseler de bunu yapamazlar.
Türkiye, darbe girişiminin şüphelisi olan ve halihazırda Avrupa’da bulunan kişilerin iadesi talebini güçlendirmek için, yaşam hakkı, işkence yasağı ve adil yargılanma güvencelerini temin etmeli, bunların ihlalini delillendiren görüntüleri prime time ekranlarında sunma ayıbına düşmek yerine, süreci derhal insan haklarına uygun hale getirmelidir. Aksi halde ne suçluların iadesi talebinde başarılı olunur ne de darbe girişiminin ve cinayetlerin failleri hakkında gerektiği gibi ceza verilebilir. İnsan haklarına saygı, hem yurttaşların haklarının korunması hem de suçluların arzu edildiği türden caydırıcı bir ceza alması için de acil bir gerekliliktir. Uzun lafın kısası, insan hakları ihlali gerçekleştiren kolluk güçleri, aslında darbecilerin gerektiği gibi ceza almasının önünde engel oluşturmakta, onları mağdur ederek suçla mücadelenin önünde bizzat engel yaratmaktadırlar. Yurttaşların daha fazla maddi ve manevi zarar görmemesi için insan hakları, hemen şimdi! (TŞ/HK)
[1] Hukukta “üç ay”, üç takvim ayı sonraki aynı günü ifade eder. Üç ay sonrası 21 Ekim 2016’dır. Gün hesabında ise tek tek gün sayılır. 90 sün sonrası ise 18 Ekim 2016’dır. Üç günlük fark, müdahale hakkın niteliğine göre çok kritiktir.
[2] Danıştay Dava Daireleri Kurulu, E. 1970/419, K. 1970/444, T. 03/07/1970. Eleştirisi için bkz. Kazım Yenice, Sıkıyönetim İlan Kararı ve Yargısal Denetimi Sorunu, Danıştay Dergisi, 1(2), ss. 18-35.
[3] Örneğin İrlanda’nın bildirimi 12 gün sonra verilmiş ve bunda sorun görülmemiştir. Lawless v. İralanda (3) , par.44
[4] Danimarka, Norveç, İsveç ve Hollanda, v. Yunanistan (Yunanistan davası), İHAM, 3321/67, 3322/67, 3323/67, 3344/67, 05/11/1969, §43.
[5] BM MSHS md. 4/3. İHAS’ta açıkça yazmamakla birlikte içtihat bu yöndedir. Yunanistan davası, §45.
[6] United Nations, Economic and Social Council, Siracusa Principles on the Limitation and Derogation Provisions in the International Covenant on Civil and Political Rights, U.N. Doc. E/CN.4/1985/4, (1985), §39.
[7] Lawless v. İrlanda, İHAM, 332/57, 01/07/1961, §58. Türkçe tercümede Prof. Dr. Osman Doğru tercümeleri doğrudur.
[8] Yunanistan davası, §153.
[9] Siracusa İlkeleri, §§62-64.
[11] Bu konu ve genel olarak bilgi için tıklayınız.