Anadolu insanı, özellikle hâlâ emeğiyle yaşamını sürdürenler, örneğin toprakla uğraşanlar, ya da doğanın içinde olanlar, artık adına “küreselleşmiş köy” denilen, “kavanoz dipli dünyada” olanı biteni iyi anlıyor, iyi algılıyor ve iyi biliyor.
Gezdiğim dolaştığım yerlerde bir araya geldiğim bu tür inanların hemen hepsi “küresel ısınma ve kuraklığın” farkındalar. Ama kentlerde oturan boyalı gazete ve televizyonlardaki ratingi yüksek programlarla, futbol maçlarını izleyenlerin çoğu ancak kendi evlerindeki depodaki su bitince bunun farkına varıyorlar ve “Belediye başkanları”na küfredek deşarj oluyor, sonra bir şekilde kendileri için bir yerlerden su buluyor ve yaşadığımız bu ciddi sorunun farkına bile varmıyorlar.
Motor ustasının yukarıdaki spotta yer alan sözlerin devamı şöyleydi:
“Abi dededen kalma dağda bir küçük arazimiz, içinde şimdi yazları zaman zaman gidebildiğimiz bir evimiz var. Orada belki dedemin dedesinin zamanından kalma eski bir kuyu vardı. Yaz sıcağında buz gibi su çeker, kana kana içerdik. İşten güçten gidemiyoruz, geçen hafta gideyim dedim, sabah atladım arabaya. Öğlene doğru ancak varabildim. Hava çok sıcaktı. Varır varmaz kuyuya kovayı sallandırdım, ‘took’ diye bir ses geldi. Bir fener tuttum baktım. Kuyuda su yok. Çok kötü oldum. Kocaman adam, başladım ağlamaya.”
* * *
Evet insanlar çeşitli nedenlerle inkâr etseler de, görmezden gelseler, ya da dillendirmeseler de küresel ısınma ve onun yarattığı kuraklık bir gerçek.
O kadar gerçek ki, hemen her gün yukarıdakine benzer olaylara yayın organlarında rastlıyoruz. Kuruyan ya da alanı küçülen göller, suları azalan ya da tümüyle kuruyan çaylar, dereler, nehirlere artık çok daha sık tanık oluyoruz.
Bodrum’dan yola çıkıp kuzeye doğru sahil boyu arabayla giderken geçtiğim köprülerin önemli bir bölümünün altından artık su akmadığını fark ettim. Son olarak Burhaniye’den Edremit’e gelirken altından suyun akmadığı uzun bir köprüden geçtim. Yaklaşık elli metre enindeki nehrin yatağı kupkuruydu.
* * *
Bu gerçeklikle yalnız bir bölge ya da Türkiye karşı karşıya değil. Dünyanın tümünde benzer bir durumun söz konusu olduğunu okuyoruz, duyuyoruz, görüyoruz.
Yine rastladığım yaşlı bir kadının dediği gibi, “biz çocukluğumuzda gaz lambasıyla, yağ lambasıyla, sırasında çırayla aydınlanırdık; elektriksiz bir yaşam olabilir, onu nasıl çözümleyeceğimizi bulabiliriz. Ama susuz yaşanmaz oğlum, su yoksa yaşam da yoktur” saptamasını hepimizin yapması gerekiyor.
Öyle sellerin, tufanların olduğuna bakmamak gerek, onların da nedeni dünyanın iklim dengesinin bozulması.
Giderek vahşileşen kapitalizmin kârını ve rantını paylaşanlar ne kadar tersini söyleseler de bu bir gerçeklik.
* * *
Yalnız kentlerdeki susuzluk sorununa odaklanmak yetmiyor. Ciddi biçimde bizleri tehdit eden bir kuraklık haliyle karşı karşıyayız.
Çok yakında yiyecek besin bulamama, temiz içme suyuna ulaşamama gibi yaşamsal sorunlarımız olabilir. Bunun için zaman çok geç olmasına karşın yine de bir şeyler yapmak gerekiyor.
Motor ustasının sözlerinin benzerini, bu kaygıyı Gümüşlük Akademisi’ni kuran ve orayı sürdürmek için büyük çaba harcayan sevgili Ahmet Filmer de söylüyor:
“Akademinin bahçesindeki artezyen kuyusunun suyunun azaldı, yakında tümden biterse ne yapacağız onu düşünüyorum.”
Şimdi bir “risk” sanılan bu sorunun ciddi bir “tehdit” olduğunu fark etmemiz ve çok uzak olmayan bir gelecekte bunun ciddi sorun yaratabileceğinden kaygılanmamız gerekiyor.
* * *
85’de bir kurs için yaklaşık iki ay kadar Etiyopya’da bulundum. Addis Ababa’nın kenar mahallelerinden birisinde bulunan “ALERT” adlı lepra (cüzzam) merkezindeki bu kursun son on gününde Etiyopya’nın bir başka yöresinde hastaları yaşadıkları yerlerde bulup, kontrol etmek üzere bir alan çalışması yapmıştık. Her sabah erken saatte arabalarımıza biner çoğu toprak yollardan geçerek uzak köylere giderdik.
Yollarda, ellerinde kocaman bidonlar, su kapları olan, onarlı, yirmişerli gruplar halinde çok sayıda kadın görürdük. Etiyopyalı meslektaşlarımıza sorduğumuzda onların 6-8 saatlik uzaklıktaki su kaynaklarına su getirmeye giden kadınlar olduğunu söylerlerdi.
Gerçekten de akşamları aynı kadın gruplarının bu kez ters yönde dolu su kaplarıyla yürüdüklerini görürdük. Bu ülkenin ortasından Afrika’nın ve dünyanın en büyük nehirlerinden birisi olan Nil geçiyordu. O nehrin bir kolunda yüzme olanağı bile bulmuştum.
Yine oradan bir anı daha anlatayım: Cüzzamlı hastaların hastalıklarının bir sonucu olarak derileri terlemez ve kurudur. O nedenle her gün suda tutup nemlenmesini sağlamaları ve ardından da derinin suyu uçmasın diye yağlamaları gerekir.
Orada köylere hastaları ziyarete giderken yanımızda bol miktarda su götürürdük. Köye vardığımızda sağlık istasyonunun olduğu yerde hastaları toplar önlerine bir kap koyar, içlerine koyduğumuz sulara ellerini ayaklarını nemlendirmek üzere sokmalarını isterdik.
Etiyopyalı çocukların onlar ellerini ayaklarını bu sulara sokarken ki bakışlarını hiç unutamıyorum. Sanki çok değerli ya da kutsal bir şeye ayaklarını sokmuşlar gibi “şaşkınlıkla” izlerlerdi olanı biteni. Yokluğun ve yoksunluğun anlamını sanırım en iyi onların göz bebekleri anlatıyordu.
* * *
Benim arabayı tamir eden ‘doğa sever, boş zamanlarında deniz ve kara avcılığı yapan’ motor ustası, televizyondaki bir belgeselde bu söylediklerime benzer görüntüleri izlemiş. Onu anlatarak sözlerini şöyle tamamladı:
“Abi çok korkuyorum yine de halimize şükrediyorum. En azından o hale gelmedik henüz. Yurdumuz hâlâ cennet gibi. Bizim onu el birliği ederek tahrip etmemize karşı direniyor. Neden biz de onu tahrip etmek yerine onun bu aslında bizim işimize yarayacak olan direnişine katılmıyoruz ki.”
Bu adam kırk yıllık yaşamında belki hiç solcu, hatta sosyal demokrat olmamış, “düzene karşı direnme” sözlerini ona kimse öğretmemiş ve o da yaşamında belki hiç kullanmamış ama şimdi geldiği noktada “yapılması gerekeni hemen hemen herkesten çok daha iyi tarif ediyor.”
Küreselleşmenin yarattığı endüstrileşmenin en kötü sonuçlarından birisi olan “küresel ısınma ve yaşadığımız bu kuraklık” için onun dediği gibi “neden direnmiyoruz”, ben de çok merak ediyorum!...(MS/EÜ)