Dört saattir araba kullanıyordum. Saat öğleden sonra 14.30’du.
Bir saat kadar önce öğle molası vermiştim. Ama uyku bastırmıştı.
Gideceğim yere 2 saatlik yolum daha vardı ve bir mola daha vermeden gitmek istiyordum.
Çünkü arabanın motorunun bir sorunu vardı ve bir durdurursam yeniden çalışmayacağından, dolayısıyla yolda kalmaktan korkuyordum.
* * *
Tam o sırada yolun kenarında “bronz tenli bir ihtiyar delikanlı”nın elini kaldırıp, durmam için işaret ettiğini fark ettim.
Hızım 90’a yakındı bir den duramazdım, Yolu kollayıp sağa yanaştım ve yaklaşık 50 metre kadar ileride durdum.
Yavaşladığımı görünce “ihtiyar delikanlı” bana doğru seğirtmişti.
Yan aynadan onun çevik hareketlerini görünce şaşırdım. Sanki yirmilerinde bir genç gibiydi.
Aynı çeviklikle arabanın kapısını açtı ve oldukça yüksek olan basamağı bir hamlede geçip yan taraftaki koltuğa oturdu.
-“Merhaba”
-“Sağ ol merhaba!”
-“Nereye dayı?”
-“İlerideki S.’da inecem!”.
Yaklaşık 50 km.lik bir uzaklıktan söz ediyordu.
-“Gel hele, benim adım Mustafa, Senin ki ne?”
-“Halil beyim. K.’nın yukarı köylerindenim.”
* * *
Köyünden 5 yıl kadar önce kendi deyişiyle “düze” inen Halil Dayı ile böyle tanıştık.
77,5 yaşında olduğunu söyledi. Saçının beyazlığı ve yüzündeki derin çizgileri görmezsek benden olsa olsa birkaç yaş büyük gibi görünüyordu.
Yanık teniyle, çevikliğiyle, incecik bedenine bakınca ise benden daha genç olduğunu bile iddia edebilirdim.
Ben sormadan o bir solukta anlattı 77,5 yıllık yaşam öyküsünü. Oğullarının, gelinlerinin, torunlarının yanında yapamamış, onlara yük olduğunu düşünüp, evini barkını onlara bırakıp “dağdan düze” inmiş.
-“Kalabalık nüfus olunca, hele hele kız torunlar büyüyünce rahat edilmiyor evin içinde” diye gerekçelendirmişti “düze inmesini”.
-“Ne yapıyorsun, nerede, nasıl yaşıyorsun” diye sormamı ayıpladı.
-“Her yer benim beyim! Her yer benim. Bir tek canım var. Nerde olsa yaşarım. Kimin işini yapıyorsam onun yanında kalıyorum.”
-“Ne iş yapıyorsun peki?”
-“Ne iş olsa yaparım. Rençberim beyim. Topraktan anlarım, bağ bahçe yaparım, tamirat yaparım, temizlik yaparım, bekçilik, ırgatlık, hamallık yaparım, hatta hasta bile bakarım beyim. Kime çalışsam hepsi çok memnun olur benden. Ben önce işi sorar sonra yaparım. Fiyatı şudur, gündeliğim budur demem. Ne verirlerse, gönüllerinden ne koparsa razı gelirim. Bazısı hiç bir şey vermez. ‘Allah razı olsun’ der, o da bana yeter. Bazısı yaptığım küçük bir yardım için para teklif eder. Kendi isteğimle, içimden gelerek yapmışsam ve bunun karşılığında para vermeye kalkarlarsa kızarım beyim. İnsanlık ölmedi daha. Her şey parayla olmaz. Para dediğin nedir ki!”
-“Peki bu kadarla yaşamını sürdürebiliyor musun?”
-“Tabii. Böylesi çok daha bereketli olur beyim. Biriktirir çocuklara bile gönderirim. Hem iş yaptıklarım beni kendilerinden sayarlar. Ne yerlerse, ne içerlerse bana da verirler. Onlarla kalırım. Bir harcamam olmaz ki, niye yetmesin!”
* * *
Halil amca şu koca ülkede hâlâ bazı değerlerin bir fiyatı olmadığını, olamayacağını düşünenlerden.
O böyle görmüş, böyle yetişmiş. Böyle sürdürmeye de kararlı. İnsan olmanın değerini biliyor ama bunun bir “fiyata” indirgenebileceğini kabul etmiyor. Suiistimal edilmekten, kandırılmaktan, kullanılmaktan da korkmuyor, daha doğrusu bunları dert etmiyor. Anlattıklarına bakınca, geçmişte ve bugün yaşadıkları da bunun en somut kanıtı.
* * *
Karısını 17 yıl önce kaybetmiş. Söylediğine göre üç kez inme geçiren karısı üçüncüde vefat etmiş.
İlk ikisinde doktorlar onun için ‘umut yok’ dediklerinde, o onlara inanmamış ve karısını kendisi bakıp tedavi etmiş. Sonunda yeniden yürür, işini gücünü yapar hale gelmiş, karısı. Doktorlar şaşırmışlar ve durumu “moralle düzeldi” diye açıklamışlar.
İlk ikisinden birkaç yıl sonra gelen üçüncü inme sırasında Halil amca “ruhsatsız silah bulundurma” suçundan hapisteymiş. Karısının yanında ve ona yardımcı olamamış. Cenazesine bile gidememiş. Ölümünden üç ay sonra hapisten çıkıp ancak mezarını ziyaret edebilmiş.
-“Ben dışarıda olsaydım yine iyi ederdim onu” diye düşünüyor ve bunu daha önce iki kez başarmış olduğu için de inanarak söylüyor.
Karısının çok iyi, çok becerikli bir insan olduğunu belirtiyor.
-“O erken terk etmeseydi beni her şey çok farklı olurdu” diyor. Yine de yaşamın çok zor da olsa, çok güzel olduğunu düşünüyor.
* * *
Halil amca insana ve yaşama dair bir çok şey anlattı. Anlattıklarını bir de onunla yaşayan diğer insanlardan dinleme şansım olmadı.
Söz ettiği yere gidip yaptıklarını bir de o insanların ağzından dinlemek sanırım çok hoş olurdu.
Yine de onun anlattığı kadarı bana çok iyi geldi. 21 yüzyılda, dünyada ve bu ülkede hâlâ paranın satın alamadığı, “insani değerleri” koruyan ve yaşamını bunlara göre sürdüren, paylaşımcı, insanı seven ve saygı duyan birilerinin olduğunu bilmek gerçekten insanın içindeki umudu diri tutmak için yetiyor.
En azından “bir örnek” var diyebilmek için bile onların varlığı çok önemli.
* * *
Halil amca kendisine 2,5 yıl daha süre tanımış. Sonra kimseye muhtaç olmadan dimdik ayakta öleceğini düşünüyor. Bu sürenin kendisi için yeterli olduğunu söylüyor.
- “Karımın yanına henüz dinçken gitmek istiyorum” diyor.
Gülerek söylediği bu gerekçesi de hoşuma gitti doğrusu ama gerçek nedenin başka olduğunu düşündüm. Üsteleyip de “gerçek neden ne” diye sormadım, soramadım.
Açıkçası onun da insana dair umudunun son kertelerinde olduğunu duymaktan korktum!..
* * *
Varacağımız yere gelmiştik.
-“Beni burada indir beyim” dedi. Kendi adıma iyi bir alışverişti. O beni uyanık tutmuş, bir insan daha tanımama neden olmuş, benimsediğim değerlerin çoğunun hâlâ varlığını sürdürdüğünü bana göstermiş, üstelik de bir biamag yazısı daha yazabilmemi sağlamıştı.
O bana teşekkür etmeden ben teşekkür ettim ona. Şaşırmadı.
İndikten sonra bir süre yan aynadan onu izledim.
Kıpır kıpırdı. Sanki yirmili yaşlarını süren bir delikanlıydı.(MS/EÜ)