Her şeye “Pahalıdır vardır hikmeti, ucuzdur vardır illeti” diyenlerin kendilerine biçtiği değer nasıl anlaşılır?
Mimarlar ve belki de onlardan daha çok “Laz müteahhit”lerle, “Karadenizli inşaat kalfaları” kızacaklar bu sözlerime. Üstelik mimarların arasında çok yakınlarım da var. Ama kızsınlar. Çünkü ben de onlara kızıyorum ve onları anlamıyorum.
“Yol’cu”yla birlikte içinden geçtiğim her il ya da ilçe merkezinde hep aynı duyguyu yaşıyorum: Geldiğim yeri, gittiğim güzergâhı bilmesem, vardığım her yerleşim yeri, en kenarındaki binalardan başlayarak baktığımda hep birbirine benziyor.
O anda zaman ve mekanla ilgili bağım kopuyor ve bir tür “şizofrenik” yarılma yaşıyorum. “Ben neredeyim ?”, “Burası neresi ?”, “Daha önce buraya geldim mi?” soruları yanıtlarını bulmakta zorlandığım sorular oluyor.
Bu ülkenin neredeyse tüm illerini, ilçelerinin büyük bir bölümünü gördüm ya da içinden geçtim. Dahası bazılarına birden fazla kez gittim. Ama gerçekten de en zorlandığım sorulardan birisi hep bu oluyor. Belleğimin zayıflığı ya da dikkatsizliğim değil bunun nedeni.
Nasıl böyle oldu?
Gerçek neden önüne “çarpık” sıfatını koyup, sonra da üzerinde düşünmeden geçtiğimiz ve “kerhen” de olsa kabullendiğimiz “kentleşme” olgusu ve bu kentleşmenin ana unsuru olan binalar, yaşam alanlarımız, mekanlarımız.
Aslında onlara karşı bir sahiplik duygusu hissetmiyorum. Hisseden var mıdır diye de merak ediyorum.
Ne oldu, nasıl oldu da bu noktaya geldik?
Yaşamımızdaki unsurlara, hatta kendimize biçtiğimiz ve yalnızca “fiyat”la ya da “değer”le ilgili bir durum mu bu? Yoksa kaçınılmaz bir zorunluluk mu? Küreselleşmenin yarattığı “tek tipleşme”ye ya da “post-modernliğe” sorumluluğu yıkıp açıklayabilir miyiz tüm bunları? Ya da “başka türlü” olabileceğinin bilinmemesi mi, yani aslında bir tür “bilgisizlik” mi bu durumun kaynağı?
Bir çoklarının savunduğu gibi, “kültür” denilen içinde pek çok anlam ve unsur olan bir kavramla ifade ettiğimiz olgunun bizdeki görüntüsü, daha doğrudan bir deyişle “yerleşik kültüre geçmiş olmamızın çok geç olması” olabilir mi, bunların nedeni?
Daha derin düşünülse belki başka nedenler, olasılıklar da akla gelebilir.
Bir değil bir çok yanıtı var büyük olasılıkla ve benim kuramsal olarak çözümleyemeyeceğim bir konu ama, gezerken sürekli hissettiğim, “dolaştıkça” içinde kaybolduğum bir sorun.
Bu sorular aklıma son defa, geçen hafta “çığlığından söz ettiğim” Eber gölü’nün bulunduğu Afyon’un Çay ilçesine 12 Kilometre uzaklıktaki Bolvadin’de gördüğüm farklılıklar nedeniyle geldi.
O zaman da şu anda da bir daha düşündüm ama yine kesin bir yanıtını bulamadım. Bir de size sormak istiyorum.
Oradayken her zaman yaptığımı yaptım ve sorularla yanıtlarını sonraya bırakıp, çevremde gördüklerimi yaşamayı, belgelemeyi ve bundan aldığımı “keyif ve mutluluğu” duyumsamayı yeğledim.
Bolvadin’in ara sokaklarında gezerken birden yaklaşık 100 yıl öncesine gittim. O zaman oralarda dolaştığımı düşündüm. Farklı, ülkedeki başka bir yere benzemeyen, kendine özgülüğü, özgünlüğü olan bir yerde olduğum duygusu beni alıp götürdü.
Yoksulluk, olanaksızlık, belki bunlardan çok daha önde gelen “sahip olduğumuz değerlere önem vermeme” tutumu nedeniyle gördüklerimin çoğu oldukça “harap”tı. Ama gördüklerim ne kadar harap olsa da onların içindeki “düşünceler, tutumlar, dersler, gösterilen özen ve estetik duygusu” kendisini ortaya koyuyordu. Üstelik de teknolojinin olanakları söz konusu olmadan, eldeki yetersiz ve nitelik olarak bir çok eksikliği olan malzemeyi en iyi şekilde kullanarak yapılmışlardı.
150 yıl önce olduysa şimdi neden olmuyor?
Mimarları, ustaları kimdi diye düşündüm. Başka benzerlerini aklıma getirdim. Geçtiğimiz günlerde Ahmet Altan’ın bir yazısında dile getirdiği şeyler o sırada benim de aklıma geldi. Acaba bunlar Anadolu’da bizim gibi bin küsur yıldır değil de ondan çok daha önceden beri yaşayanların ürettiği eserler miydi?
Aklıma geleni o evlerden birisinin önünde duran yaşlı bir kişiye sordum. “Hayır” dedi ve ardından “Buradaki en eski bina 150 yıllıktır olsa olsa” diyerek yanıtını sürdürdü.
O zaman 150 yıl önce bunları yapanlar şimdi neredeler, neden benzerlerini üretemiyorlar diye sordum içimden. Yanıtını bilemedim, bulamadım?
Bolvadin’in daracık sokaklarındaki eski evlerinin fotoğraflarını çekerken, muhtemelen ilkokula giden bir çocuk “Amca, Atatürk Bolvadin’e gelince bu evde ‘de’ kalmış” dedi. Ona “başkası da mı var” diye sorunca bir başka evi gösterip “burada da kalmış” dedi.
Atatürk kaç il ve ilçeye birden fazla gitmiştir onu bilmiyorum ama birden fazla defa geldiği yerde kalabileceği birden fazla mekanın varlığı dikkatimi çekti. Demek ki yalnız birkaç bina değildi. Dolaştıkça bu düşüncemi doğruladım. Bir çoğu yıkılmış ve yerlerine her yerde olanlara benzer binalar yapılsa da bu eski kasabanın tümü böyle evlerden oluşuyordu.
Ankara Kale içi, Bursa’nın eski sokakları, Safranbolu, Beypazarı, Ula, Milas gibi adı çok duyulan ve turistik gezilerin değişmez adresleri arasında yer alan yerler dışında da “özgünlüğü ve bir kimliği” olan yerler, beldeler vardı bu koca coğrafyada.
Onlar bir yerlerdeler. Teker teker zamana teslim olup yıkılırken attıkları “sessiz çığlıklarla” kendilerinin farkına varacak olan birilerini, yaşamın “Yol’cu”larını bekliyorlar. Onların aracılığı ve destekleriyle hem varlıklarını sürdürmek, hem de şimdi yapılanlar gibi değil de benzerlerinin yapılmasını ve çoğalmalarını bekliyorlardı.
Gördüklerim yaşadığımız “çarpık kentleşme”ye olan tepkimi arttırsa da “başka türlüsü de olabilir” düşüncemi destekleyip, kuvvetlendiriyor. Düşüncelerimi daha bir “inatla” savunuyorum.
Şu yaşıma kadar hiç bir bina projesi çizmedim, hatta nasıl olur diye üzerinde düşünmedim. Ama eğer bir gün bunu yapacak olsaydım, sanırım gözümün önüne şu anda her yerde gördüklerimizden farklı binlerce örnek gelirdi.
Buna layık mıyız?
Bu çelişkiyi fark edince kendi kendime soruyorum: “Bu konuyla doğrudan ilgisi olmayan benim aklıma bile çok farklı şeyler gelirken, işi bu olanlar acaba bunları bilmiyor mu?”
O zaman “bilmemenin” dışında başka etkenlerin belirleyici olduğunu fark ediyor ve buna, bir yandan daha çok üzülüyor, bir yandan da kızgınlığım çoğalıyor. Bu ülkede yaşayan insanlar olarak “buna layık mıyız” diye kendi kendime bir daha soruyorum.
Sonra yaşamın diğer kompartımanlarında yaşadıklarımız, karşılaştıklarımız ve başımıza gelenler aklıma geliyor. O zaman bir başka ortak yargıyı istemeden de olsa kabul etmek zorunda kalıyorum: “Bu dünyada herkes kendine layık olanı buluyor ne yazık ki!” O nedenle önce bizler değişmek zorundayız. En azından bu kadar kolay “zamana teslim olmamayı” öğrenmeliyiz. (MS/NZ)