Çok net ve samimi konuşmak gerekirse, sorunun yanıtına elbette her yerinde demek isterdim! Ama koca bir maalesef demek durumunda kalıyor insan. Neden diye sorulabilir. Hemen sıralamak belki de en doğrusu.
Hemen en başından başlayalım.
Diyarbakır şehir olarak binlerce yıldan bu yana 1950'lere kadar surlarla çevrili tarihi kent dokusu içinde yaşar. 1930'lu yıllarda kentte yöneticilik yapan bir vali, "Şehre hava girmiyor. Hava sirkülasyonu yok bu nedenle de bulaşıcı hastalıklar boy gösteriyor. Belli noktalardan surlar dinamitlenerek yıktırılırsa sorun çözülür", der. Hemen de icraata başlanır. Mardinkapı ve Dağkapı çevresinde sur yıkımları gerçekleştirilir. Tesadüfen o tarihlerde Diyarbakır ve bölgede olan Fransız arkeolog profesör Albert Louis Gabriel bu tarih katliamına tepki gösterir ve durumu Ankara'ya rapor eder. Sonra yıkım durdurulur. Ama olan olmuş yıkım esnasında binler yıldan bu yana korunan birkaç burç ve birkaç yüz metrelik sur duvarı gitmiştir.
Bu olaydan birkaç yıl sonra Dağkapı dışındaki mezarlıkları dönemin belediyesi kaldırıp başka yere taşıma ihtiyacı duyar. Tarihi mezar taşları ile o noktadaki ikinci sur kalıntıları sökülür. Taşlar eski ve önemlidir, korunsun diye tepki gösterilir. Belediye başkanı da etrafı tellerle çevrili bir alanda taşları teşhir ederek korumaya alacağı vaadinde bulunur. Sonra ne mi olur? Anlatayım... Öbek halinde bir alanda bekletilen taşlar, Yenişehir semtinin yeni döşenecek kanalizasyon sisteminde kullanılır.
Diyarbakır sur içinin tarihi ve kültürel dokusunun en azından bugünkünden daha canlı görüntülerini bizim kuşak çok iyi anımsar. İşte onlardan biriydi eski Telgrafhane binası. Ulu caminin hemen arkasında eski bir yapıydı. Tarihe tanıklık etmişti. Fransa'dan başlayıp Hindistan'da son bulan tarihi telgraf hattının önemli bir durağıydı Diyarbekir Telgrafhanesi. Hamidiye Alaylarının komutanı İbrahim Paşa yê Mılli'nin baskılarına karşı şehir halkı iki defa telgrafhaneyi işgal etmiş. Osmanlı sarayının duyarlılığını sağlamıştı. Sonra o bina Namık Kemal İlkokulu olarak da hizmet görmüştü. Bir ara çatısı çökmüş ama ferforje demirleri bile sapasağlam yerinde duran bina göz açıp kapayıncaya kadar çok katlı kimliksiz bir semt sağlık ocağına dönüştürülüvermişti.
1957'de ihtiyaç nedeniyle surlarda açılan çift kapının tam karşısında nefis bazalt işçilikli bir PTT binası vardı. Sur kapılarından şehre girene somurtmazdı, resmi kurum binası olmasına rağmen. Bir gecede yıktırılıp yerle bir edilerek yerine devasa bir çok katlı PTT binası yaptırıldı.
Yine aynı sırada ve son yıllarda yaptırılan Ziraat Bankası binası ile Sur Belediyesi hizmet binalarının da PTT binasından geri kalır yanları yok.
Son örneğimiz de Roma döneminin ve sonrasının bütün tarihini kronolojik olarak sinesinde barındıran Dağkapı'daki iki burcu adeta yok sayan eski Halkevi ve Yenişehir sinemasının yerine yapılan heyula bina.
Şimdi birileri çıkıp bunlar tamam da, ne yapalım kardeşim çoğu devletin işi diyebilir. Elbette desin de. Ama birileri de dur demesin mi?
Çok katlı blok plancılığı ve rantiyeci mimari anlayış maalesef Diyarbakır gibi tarihi dokusu olan şehirleri adeta katlediyor. Sadece teknik meslek kuruluşları değil birçok sivil toplum kuruluşu da bu katliama göz yumuyor.
Şimdi buradan sormak isterim... Mesela Diyarbakır gibi tarihi kimliği olan bir şehrin neden kendine has bir sivil mimari tarzı yok? Neden apartmanlara baktığımız zaman batı illerindeki standart çok katlı binalardan bir fark göremiyoruz? O binalarda otururken ya da o binaların sokaklarında gezinirken Diyarbakır'da olduğumuzu fark edebiliyor muyuz? Bu farklılığı yaratamamışsak sorumluğu kimde aramak gerek?
Oysa biliyoruz ki; bir şehrin silueti varsa kendisi var. Siluet elden gidiyorsa geriye ne kalır. Şehirler düşünce, ocağı sönecek olan elbette şehirlilerdir.
Mesela bu kenti kuranlar, şehrin doğasını, iklimini, o kadar iyi biliyorlarmış ki; yapıları ona göre konumlandırmışlar. Anadolu kentsel mimarisinde iklim ve işlevselliğin önemini çok iyi kavramış bu şehri kuranlar. Gün doğumuna göre mimari tarzı belirlemişler. Ve bu nedenle de "Güneş girmeyen eve doktor girer demişler". Diyarbakır evlerinin her bir odasının iklim ve mevsim faktörü dikkate alınarak yapılmış olması önemli. Örneğin kışın oturulan odaların güneye, yazlık odaların da kuzeye bakması boşuna değil. Hatta Cahit Sıtkı Tarancı müze evini dolaşanlar görmüştür, yazlık odada fıskiyeli küçücük bir havuzun estetik kattıkları bile mimaride düşünülmüş.
Ayrıca evlerin işlevselliğinden söz ettik. Mesela eski Diyarbakır evlerinin avlularında genellikle dut ağacı olur. Neden başka ağaç değil de, dut! Dut ağacı çünkü, Diyarbakır'da ipek böcekçiliği el sanatı olarak yaygın. Ve ipek böceği kozası dut yaprağı ile beslenir.
Eski kentler, insanın önünde bambaşka ufuklar açan, insanı adeta mest eden, çağlar öncesinden yaşanılan an'a hükmeden varlıkların parçalarıdır.
Bir şehrin geçmişini bilmek, o şehrin bugün vardığı aşamayı görerek değerlendirmede, izleyenlere büyük katkılarda bulunur.
Sözün tam da bu noktasında, bir şehre ait olmanın hemşehri, ya da şehirdaş olmanın o şehirde yaşayanlara bağladığını sorgulamak gerekir, belki de!
İşte bu noktada sözü belki de bir tanığa bırakmak en doğrusu. Bakın eski bir Diyarbekirli eski mimarları nasıl anlatıyor. "O bazalt taşı dediğimiz taştan, Diyarbakır'ın ev yaptıracak şahsiyetleri Çıkıntaş'a giderlerdi. Orada Ermeni taş ustalarının hazırladıkları eyvanlar, odalar, Melisler havuzlar vardı. Beğenip, şu takımı getir, bizim eve işle derlerdi. Yeni yapılmış, işlenmiş taşlar numaralanarak, getirilir. Sur içindeki eve konumuna göre yerleştirilirdi.
O dişi taş o mıntıkadan başka hiçbir yerde yoktu.. Karacadağ'dan akan lavın bir damarı o bölgeye akmıştır. Diyarbekir'in taşları genellikle erkek ve siyah taştır. O taşın özelliği ise delikli ve dişidir. Evlerin avlularında ve duvarlarında kullanılan o gözenekli taşlardır. Soğuğu ve sıcağı geçirmez. Bir özelliği de o taşın şudur. Nasıl ki fırında bir gözenekten diğerine ısı geçer ve tümüyle geçtiği yerde korunursa, suyu avluya akıttığınızda su o gözeneklerde birikir ve bir süre sonra serinlik sağlar. Diyarbakır'da avlu taşları döşendiği zaman, taşların arasından kıl çekemezdiniz. O döşeli taşlar birbirine alışmış vaziyetteydi. Eyvanlarda, taş Melislerde o taşlar birbirine bindirilerek yerleştirilirdi. Ve bu da o taşı işleyen ustaların maharetiydi.
Ayrıca bizim Diyarbakır'ın ince derz yüzey kıhêlini Ermeni ustam bana öğretmişti. O kihêl dediğimiz, çürümüş kireçle yumurta akı macun şeklinde karıştırılarak yapılırdı. Yumurta akı kadar dünyada yapışkan başka bir doğal madde yoktur. Sıcağa, soğuğa, yağmura tahammüllüdür. Yoksa bu surlar, bu evler, bu yapılar nasıl dayanırdı bu günlere kadar.
Yine bizim Diyarbekir'in eski evlerinin tavan direkleri vardı. O direkler üç türlüydü. En makbulü sudan gelen dağ kavağıydı. Kıymetli olmasının nedeni de iki şıktan dolayıydı. Hem uzun süre suda kaldığı için ağacın içindeki böcekler, kurtlar ölmüş oluyordu. Hem de suya bakır artıkları karıştığı için direkler sağlam olurdu. Ben yüz senelik direği tavandan söktüm. Halen başı çürümemişti. Direk başlarının bağlaması da kireçle yapılırdı. Sandıklı direk çok güzeldi ve dört köşe olurdu. Boydan boya olursa da pervazlı direk denirdi. O direklerin örtü tahtaları da olurdu. Toprak akmasın diye iki direk arasına, altına çıta vurulurdu.
Sonra odaların zeminine horasan yapılırdı. Nasıl mı? Anlatayım.
Melisin örtüsü yapılmış, toprağı, talaşı serilmiş doldurulmuş olurdu. Ve toprak sulanıp loğlanırdı. Hem boyuna, hem de enine. Nakkaş Hıristiyan kadınlar vardı. O loğlanmış toprağı işleyerek mermer gibi yaparlardı. En ince temiz kumdan ve keçi kılı kullanırlardı. Bu iki malzeme birbirini tuttuğunda o horasanın artık kırılıp dökülmesine imkan yoktu. O kıl işte o kum ve kirecin üzerinde çürümezdi. Şimdi beton dökülürken tutsun diye nasıl demir vazife görüyorsa, horasanın içinde de o kıl aynı vazifeyi görürdü. Horasanı usta serdikten sonra, ertesi gün de o nakkaş kadınlar, ellerindeki kaşıklarla işlerlerdi. Ve pırıl, pırıl yaparlardı. Ayrıca tuğlayı döverlerdi. O horasanın kırmızı rengi de oradan gelirdi. Bağdadilere uyum göstersin diye.
Ve bağdadileri ve damları sıvamak için de püşrük yapılırdı. Kabarmış bölümleri usta elindeki malasıyla temizlerdi. Ondan sonra da püşrüğü yoğururdu. Sonra mala ile elindeki püşrüğü ilgili yere kuvvetle vururdu. Bu işleme de hamlama denirdi. Sonra da sıvası çekilirdi. O püşrüğün içine buğday, arpa ve saman tohumları da karışırdı. İşte bahar geldiğinde eski şehir evlerinin damlarında papatyalar açardı. Mis gibi kokarlardı. O çiçekleri damlardan toplar, Baybunaç dediğimiz öksürüğe karşı ilaç yapardık.
Bunların hepsi de bir kültürdür. Diyarbekir'in kültürü. Hepsi gidiyor yok oluyor. Şimdi bunu dinleyenler, okuyanlar diyecek ki bunlar ne kadar gereksiz şeyler. Ne kadar gereksiz işlerle uğraşmışlar."
Evet tarihin yaşayan canlı tanığıydı konuşan, 80 yaşında Fuat İplikçi usta.
Şimdi hiç değilse bazaltı, yapılara yedirelim. Estetize edelim. Mesela binaların dış cephesinde kullanalım. İşte üniversitede taş, taş sökülüp monte edilen eski bir bağ evi var. Gayet de güzel duruyor. Eskiler yapmışsa neden şimdi yapılmasın. Ben Kudüs'te gördüm. Beş yıldızlı otellerin dış cephesini Kudüs'ün kendine has sarımsı taşıyla giydirme tekniğini kullanarak mimari tarz oluşturmuşlar. Biz neden bazaltı aynı mantıkla kullanmıyoruz. Mesela Sur içinde Klas oteli batıdaki standart otellere benzer bir otel yaptı. Arkadaki eski Muş otelini de adeta gizledi. Halbuki onun mimarisini örnek alıp yeni yapıyı ona benzetseydi fena mı olurdu? Ama yapmadıkları gibi avludaki havuzu da mavi fayansla döşeyip berbat ettiler.
Şimdi artık kendimize has bir mimari tarz yaratmanın zamanı gelmiş de geçiyor gibi. Şehrin ruhu ile, kimliği ile, dokusu ile örtüşecek bir mimari anlayışa şiddetle ihtiyaç var. Yoksa şimdi size anlatacağım öyküye sıra gelecek.
Öykü ünlü fotoğraf ustası Ara Güler'den.
Güler, Şebinkarahisar'ın Yaycı köyünde dünyaya gelen babası ile arasındaki diyalogu şöyle anlatır:
Babam bir gün bana, "Gidersin, gelirsin, gazetelerde röportajların çıkar, okuruz, fotoğraflarına bakarız, ama bize bir hayrın yok." "Niye?" dedim. "Bir gün beni alıp da bir yere götürdün mü?" "Seni nereye götüreyim ki?" diye sordum. "Sen nereye istersen gidersin, patronsun." Bana baktı, yarı alaylı yarı ciddi: "Bir gün alıp da beni memlekete, doğduğum yere götürmeyi düşündün mü? Doğduğum evi görmek istiyorum. Hem gel, sen de gör. Sen beni götürürsen kıymeti olur, yoksa her köy aynıdır" dedi.
Kaçmak olmayacaktı. İşimi ayarladım, vapurla Giresun'a, oradan da taksi tutup Şebinkarahisar'a vardık. Adını hatırlamayacağım bir yerde karşımıza boz bir dağ çıktı. Burası ünlüymüş. Sac kavurması yedik. Keyifliydik. Baktım bu toprakların adamı olmak istediği belliydi. Ama ben durumu biliyordum. Altı yaşındayken Şebinkarahisar'dan ayrılmış. İstanbul'a okula gönderilmişti...Ve yıllar geçmiş aradan, az zaman değil, yetmiş yıl. İşte şimdi köye gidiyoruz.
Doğduğu köy, Şebinkarahisar'ın yaycı köyü, 6-8 kilometre ötede. Yol yok, ama traktör gider dediler. En sonunda yüksek karoserli bir araba bulduk ve köye vardık. Herkes merhaba diyor. Anlattık, ayran içtik... Peder evini arıyor. Sağa saptık, sola saptık, en sonunda "Burasıydı" dedi. Baktığı yerde ev yoktu. Harabe olmuş...Sonra birden köylülere döndü, "Köyün meydanında çeşme vardı, bir sürü yerinden su akardı. Nerede?" dedi. "Aha burada" dediler. Gittik, peder çeşmenin her gözünden doya doya su içti. "Oh be!" dedi, "Su dediğin budur işte."...
Karanlığa yakın bir zamanda ayrıldık Yaycı köyünden... Memnundu, eczanesine gelen her dosta köyünü anlatıyordu. İçine başka türlü bir yaşama isteği gelmişti. Bir gün bana "Baksana be" dedi, "Köye gittik, çeşmesinden su içtik, adamlarla konuştuk, dövende döndük, ayranlar içtik, hepsi iyi ama bir şey unuttuk..." "Nedir o?" diye sordum. "Ne olacak, yemişler" dedi. "Dut kurusu, pestil, kuru yemişler..."
Peder öldü. Ama köyünü gördükten, suyunu içtikten sonra. Cenazeye gitmek için evde bekliyordum... Derken kapı çalındı, açtım. Kapıda ellerinde büyükçe bir tahta kutu olana iki kişi duruyordu. Yüzlerini bilir gibiydim. "Buyurun" dedim. "Biz Dacat Güler beyi arıyoruz. Bunu kendisine getirdik, yaycı köyünden..." dediler. Pederin köylüleri. Şaşırdım, içeri aldım bakakaldılar. "Peder öldü" dedim. "Şimdi cenazeye gidiyoruz, siz de gelin, yer yakın." Onlar da şaşırmıştı. Sessizlik oldu. Kutuyu açtım, içinde dut kurusu, pestiller, kuru yemişler, hem de bol bol... Artık cenazeye gitme zamanı gelmişti. Üç küçük naylon torba buldum; iki üç avuç dut kurusu, birkaç parça pestil, biraz erik kurusu. Bunları naylonların içine doldurdum, "Hadi gidelim" dedim. Yemişleri peder gömülürken tabutuna koydum.*
Bizim de bu şehirde bazaltın gölgesinde; kum malı şeftalilerimiz, karahübürlerimiz (kara dut) vardı. Bizim de menekşe çayımız, bakır imbiklerde damıtılmış gül rakımız vardı. Yoksa birileri de biz öldükten sonra bizim mezarlarımıza mı bıraksın bunları nostalji kabilinden... (EÖ/BB)
* Ara Güler, Yeryüzünde Yedi İz. Yapı Kredi Yayınları. 2002. İstanbul