“ ‘Çobanın sırtındaki kepeneğin ne değeri olabilir ki’ dedi; çalan son model cep telefonunu kulağına götürürken. Anlatamayacağımı fark ettim ve sustum!..”
Doğu Anadolu’ya çocukluk yıllarımdan yaklaşık 20 yıl sonra ilk kez gittiğimde, koyun sürülerinin ardından gezen sırtları kepenekli, elleri uzun çomaklı çobanları ilk görmüş; hemen aklıma Erzurum’un “Gezköy”ündeki bize süt getiren tren istasyonu bekçisinin oğlu “Faruk” ve onun sözleri gelmişti.
"Bu üşütmez ki!"
Hava çok soğuktu ve sırtımdaki paltonun içinde üşüyordum. Onun sırtında ise “keçeden kepeneği” vardı. “Bu üşütmez ki!” demişti, omzunu şöyle bir yukarı kaldırarak. Çocuk aklımla şaşırmış, ona inanmamıştım.
Yine yıllar sonra bu kez Afyon’un eski çarşısının ara sokaklarında dolaşırken, yeni onarılmış ve yeni boyanmış bir eski evin çatısından aşağı sarkan “kepenekleri” görünce yine aklıma Faruk, kepeneği ve söyledikleri geldi: “Bu üşütmez ki!”
Afyon gibi “kara” ikliminin hakim olduğu bu kentte yavaş yavaş kışa dönen mevsimin soğuğu üşütmüştü de, o nedenle mi bu söz aklıma gelmişti; yoksa orada öyle asılı duran ve rüzgarla sallanan o kepeneklerin içlerinde sanki birilerinin olduğunu mu düşünmem mi üşümeme yol açmıştı bilmiyorum. Ama şiddetle “ürperdiğimi” anımsıyorum. Hatta şu anda bile; yani o kare gözümün önüne gelince. Tam o sırada çantamdan fotoğraf makinemi çıkarmış ve burada gördüğünüz kareleri çekmiş olmalıyım.
Arkamdan bir ses “onların yapıldığı dükkanlar az ileride” dedi. Onun işaret ettiği yöne doğru yürüdüm. Fotoğrafını çektiğim evin çaprazında karşı taraftaydı keçelerin yapıldığı dükkan. O onarılmamıştı. Çarpık, boyaları dökülmüş tahta bir kapısı vardı, bu eski taş dükkanın. Kirli camlarından içerisi görünmüyordu. Kapıyı itip içeri girdim.
Biri daha yaşlıca iki erkek yerde oturuyordu. Genç olanın önünde bir sergi, elinde de yünler vardı.
Merhabalaştıktan sonra “hâlâ satabiliyor musunuz yaptığınız bu kepenekleri” dedim. Bir yandan işini sürdürürken “Allah razı olsun, idare ediyor, nafakamızı çıkarıyoruz” dedi daha keçelerle uğraşan. Utandım söylediklerinden. Bir keçenin nasıl yapıldığını, nasıl emek isteyen bir iş olduğunu biliyordum. “Çoğunu turistler alıyor” dedi yaşlıca olan.
Ardından ekledi: “Arada da sahiden çobanlık yapanlar da çıkıyor. Ama onlar da daha çok hava olsun diye alırlar.”
Birkaç kare fotoğraf da içeride çektim izin isteyip. Soğuk havaya karşın ter içinde çalışanın fotoğrafını çekmeye yüzüm tutmadı. En azından bir keçe kepenek de ben alsaydım o zaman onun resmini çekmeye hakkım olurdu diye düşündüm.
Alamadım! Ne yapayım, kişisel bütçemde bu iş ayrılmış bir “fasıl” yoktu.
Bu tükenişte hepimizin payı var...
Sonradan araştırdığımda, buradaki keçecilerin sayılarının bir elin parmaklarından daha az olduğunu öğrendim. Cesaret edip o zaman soramamıştım; “kaç kişi kaldıklarını”; alacağım yanıttan korktuğum için. Modern yaşamın ve değişen değerlerin neden olduğu bu “tükeniş”te herkes gibi benim de payım olduğunu düşündüm. Ben de bu dönemde yaşıyor; onlar için bir şey yapmıyordum.
Onları orada öyle boyunları koparılmış cesetler gibi sallanırken görmesem belki benim de aklıma gelmeyecekti; keçecilik, ondan yapılan kepenekler...
Özel olarak ilgilenmekten vazgeçtim, belki farkına bile varmayacaktım. Tıpkı Sandıklı’da varmadığım gibi. Oysa Keçecilik işinde adı sayılan yerlerden birisi de orasıymış. Bunları yazarken tiyatro yaptığım sıralarda, bir oyundan aklımdan kalan “Açlık çok kötü bir şey be ağabey” repliği aklıma geldi ilkin. Sonra da sevgili Mahmut Ortakaya’nın “İşini yitiren aç kalır. Aç olan da önce onurunu yitirir” sözleri. Sonra ülkenin, insanın, dünyanın bugünkü hali.
Tanesi 90-100 YTL’ye satılan bu kepeneklerden günde ancak, o da belki bir tane satan bir usta, yanındaki çırağı, ikisinin eline bakan üç-beş kişinin boğazı, el sanatlarının yaşamasına ne kadar yetiyordu ki acaba?
Yazıyı yazarken internette bir tarama yaptım. Keçecilik ve keçecilere dair. Afyon’da 19. yüzyıl sonlarında, yaklaşık 150 keçeci dükkanı varmış. 1920’li yıllarda 50 keçeci esnafı olduğunu, 1933 yılında ise esnaf cemiyetine 12 keçecinin kaydının bulunduğunu, 1966’da 20-25, 1982’de ise 24 keçeci dükkanının çalıştığını öğrendim.
Şimdi daha çok turistlere satış yapan üç, dört dükkanda çalışan keçecilerin on yıla varmadan tümüyle ortadan kalkacağını söylemek her halde kehanet sayılmamalı. Sonra yünün keçe haline gelmesi için yapılanları bir daha düşündüm. Bilmediğim yanlarını bu konuyla ilgili siteleri dolaşarak öğrendim.
Bu keçeleri eski ustaların, ya da onların çıraklarının yapmalarını beklemek; üstelik teknolojinin olanaklarıyla bu iş çok daha kolay, çok daha az emekle üretilmesi mümkünken gerçekten doğru mudur diye düşündüm uzun uzun. Makinede üretilenin fiyatıyla, elde üretilenin rekabet etmesini istemek büyük bir haksızlık değil midir? Emeğin en yüce değer olduğunu söyleyenler acaba bu konuda ne diyorlar, ne yapıyorlar; onları düşündüm. Bu durumun farkına varmak insanın içini acıtıyor açıkçası.
Ama bir değerin yitip gittiğini, kaybolduğunu görmek de bir o kadar acı veriyor insana!
Kırk katır mı kırk satır mı? Seç beğen birisini. Seçemiyorum.
Yıllar önce Buldan’da bir eski evin girişinde kurduğu “yer tornasında” ağaçtan havan, beşik ve çeşitli oyuncaklar yapan 80 yaşındaki ihtiyar bir tahta ustasının söylediği “Bu işi yapan kimse kalmadı evlat, ben ölünce bu sanat ölecek” sözleri ve onları söylerken gözünden dökülen gözyaşları da aklıma geldi, bunları yazarken. O ihtiyarı düşündüm bir de. Sanatını eğer kimseye öğretmeden öldüyse mutlaka gözleri açık gitmiştir.
Tıpkı son Ubıh’ın konuşacağı kimsenin kalmaması nedeniyle 15 yıl hiç konuşmadan yaşaması ve sonunda onun ölümüyle birlikte bir “soy”un, bir “dil”in, bir “söz”ün, bir “kültür”ün ortadan kalkması gibi...
Neredeyse parmakla sayılacak kadar azalan “el sanatları”nın en azından bir toplumsal bellek olarak muhafaza edilmesi, günümüzde çok mu zor ya da olanaksız sizce.
Yiten her şeyde hepimizin payı var bence. Eğer yiten şeyler birilerine bir şeylere zarar veriyorlarsa “yitsinler”. Ama onların yitmesinden bugün ya da yarın biz zarar göreceksek o zaman hepimiz onların yitmemesi, bir değer olarak varlıklarını sürdürmeleri için hep birlikte bir şeyler yapmalıyız. 1940’lar Almanya’sında anlatılan öyküdeki gibi söyleyeyim “günün birinde yitme sırası bize geldiğinde bunun farkında olacak kimse kalmayacak!...”
O zaman “o güzel insanlar o güzel atlara bindiler gittiler” diyecek kimse de olmayacak... (MS/NZ)