Yazıya geçmemiş, fotoğrafı çekilmemiş, sesi kaydedilmemiş, küçük de olsa somut bir anısı -mümkünse bir gazete, dergi hatta bir kitap- saklanmamış gezilerin eksiği vardır. Bu birikime lokanta mönülerini, yerel müzik CD'lerini hatta sinema filmi DVD'lerini de eklemek mümkün. Seyahati derinleştirmek için onu somut ve kalıcı hale getirmek gerekir ya da öylesi daha iyi olur. Kim bilir belki de mülkiyet hissi... Tüm bu metanın yanı sıra hatta onlardan önce, seyahat fevkalade insani bir hadise... Başka bir kente, öteki memlekete dağ bayır için değil esas olarak başka ve öteki insanlar için gidilir. Her halükarda ben öyleyim.
Dilini bilmediğin bir kentte tanıdığın, sevdiğin bir insan, yani dostun arkadaşın varsa, o kent sana yabancı değil.(Şu son cümledeki Kavafis çağrışımını duydunuz mu?)
Araştırmadım ama bizim sülalenin bir ucu Evliya Çelebi'ye dayanıyor galiba. Haftanın üç günü değişik bir kentte uyanınca, sabah rodajdan çıkmak hayli güç oluyor? Burası neresi? Başucumdaki radyo neden yok? Bu bornoz kimin? Tamam oteldeyiz ama bu otel hangi kentte?
Ankara, Antalya, Giresun'u yabancı kentten saymazsak son haftalar içinde Belfast'tan sonra Samos ve Atina'ya gittim de, son kent üzerinde duracağım biraz.
34 yıl sonra
İlk kez, hatırlıyorum 1973'te gitmiştim Atina'ya. Tamamen teknik bir nedenle. Marsilya'ya üniversite okumaya gideceğim. O zamanlar Nice'e sefer yok. Air France ile Atina'ya gidiyoruz, bir gece kalıyoruz, ertesi sabah Atina-Marsilya uçağını yakalıyoruz. Siyasi durum önemli, hatta tayin edici, o zaman Türk-Yunan ilişkileri gergin, sorunlu. Bu nedenle 19 yaşındaki Türk genci Atina'da tamamen deplasman haleti ruhiyesi içinde. Hatta düşman bir kent demişler bize Atina için. Bu kez ise, ha Atina ha İstanbul, oldu.
40 yıllık iki arkadaşımla Galatasaray'ın maçına gittik geçen hafta. En veciz Atina betimlemesi şöyleydi: "Atina'nın bazı semtleri tamamen İzmir gibi (Nea Symrna), bazı sokakları İstanbul'u andırıyor (Omonia), geri kalan kısmı da Atina'ya benziyor."
Atina benim için biraz Stelyo'dur (Kuloğlu). 25 yıllık arkadaşım, meslektaşım. Stelyo geçende İstanbul'a Bilgi Üniversitesi'nin düzenlediği uluslararası bir seminere gelmişti. Amerikalı bir akademisyen Prof. Haluk Şahin'e sormuş:
Bu toplantıda Yunanlı bir gazetecinin konuşmacı olmasının siyasi bir anlamı var mı?
Hayır yok...Pardon Stelyo'nun burada bulunmasının siyasi anlamının olmaması zaten başlı başına siyasi bir anlam taşır.
Bilahare Haluk Hoca ile konuşmuştum bu meseleyi. 1999 depreminden önce herhangi bir Yunan yurttaşının İstanbul'a gelip herhangi bir etkinliğe katılmasının gerçekten de farklı şekillerde yorumlanabilecek siyasal-kültürel anlamları, "connotation"ları vardı. 1974'ten beri Türkiye'ye gelen Stelyo da bu farkın bilincinde:
Bilgi'deki seminere katıldım. Ama ben kendimi Atina Üniversitesi'nde kadar rahat hissettim. Hem paneldeki insanları tanıyordum, hem de İstanbul benim için uzun süredir yabancı bir kent değil artık... Üstelik o Amerikalı hariç kimsenin de "Bu Yunanlı gazetecinin bu toplantıda işi ne? Mesaj mı vermeye gelmiş?" türünden saçma sapan düşünceleri olmadı.
Atina'da, belki Nea Symrna stadında 90 dakika hariç, ben de kendimi İstanbul'daki kadar rahat hissettim. Plaka ya da Türkolimano'da kalamar ızgaraları mideye gönderirken, Galyfada'da uzoları devirirken, rembetiko dinlerken...
Futbol aynı zamanda bir gezginlik...
Futbol, iyi bir seyahat kışkırtıcısıdır. Cim bom sağolsun, bana önce Türkiye'nin muhtelif kentlerini daha sonra da Avrupa'nın önemli şehirlerini tanıttı. Pele'nin de Türk takımı deyince aklına sadece Galatasaray geliyorsa, kıymetli ve muhterem rakiplerimiz, alter-egomuz diğer spor klubü, belki aynı isimle bir seyahat acentası kurarsa bizim yurtdışı performansımıza yaklaşabilir. Neyse... Mevzu başka.
Atinalı dostlar sağ olsun bize bilet sağlamışlardı, ancak Yunan taraftarların arasına düştük. Neyse ki çoğu orta yaşlı efendi insanlar. Bir taşkınlık, bir düşmanlık yok, zaten İzmir göçmenlerinin futbol kulübü Panionios mütevazı, efendi bir camia. Ayrıca maç broşüründe de "GS ile oynamak bizim için onur ve mutluluk" cümlesini Türkçe olarak yazmışlardı. Karşı tribünde ateşli gençler var. Ne var ki biz gol attıkça ayağa kalkıp sevinemedik bile. Komşularımıza, dostlarımıza ayıp olur diye... Galiba biraz da çekindik. Kışkırtma olmasın filan dedik. Takım aslında genelde iyi oynamadı. Hatta ilk yarı Panionios daha iyi idi. Genç ve diri bir takım, çok koşuyorlar. Ama GS tecrübesiyle ve yaklaşık 15 dakikalık iyi bir oyunla maçı kazandı. Maç bittiğinde numaralı tribündeki Yunanlı seyirciler de GS'yi alkışlıyordu.
İstanbul: Ville par excellence (İstanbul, mükemmel şehir)
Biz İstanbullular seyahatlerde galiba biraz talihsiziz. Çünkü seyahat biraz da kıyaslama platformu. Rekabet değil ama insan yeni bir semt, yeni bir sokak, yeni bir lokanta görünce, neredeyse kaçınılmaz olarak iyi bildiği semt, sokak ve lokantalarla kıyaslıyor. Şimdi İstanbul aslında bir dünya metropolü. Nüfus ve kentsel zenginlik açıdan ancak New York, Londra, Paris gibi kentlerle boy ölçüşebilir. Bu nedenle küçük hatta orta çaplı yabancı kentlere gidince, bir yandan o yabancı kenti tanıyorsun ama bir yandan da kendi kentini daha iyi tanıyorsun.
Yunanlılar, bilhassa Anadolu ve İstanbul kökenli Rumlar, İstanbul'a sadece ‘Poli' diyor. Konstantinopolis'in "Poli"si. Yani Konstantin'in Kenti'nin sadece "Kent"i. Çünkü o zamandan bu yana dünyada sadece bir tek kent var: O da İstanbul! Kente gittim, kente geldim...
Atina'ya bu yolculuğumuzda yeni bir sıfat daha buldum: AB'li orta çaplı bir İstanbul. Üstelik et-balık halindeki paça-işkembe lokantası faaliyetine şık bir şekilde devam ediyor. Öğlen yemeğinin üstüne hiç de aç olmadığımız halde -ama galiba mecburen- birer işkembe çektik. Şimdiden tutumumu açıklayayım: İşkembe ile AB arasında seçim yapmak zorunda kalırsam, işkembenin daha demokratik ve özgürlükçü olduğunu savunurum, Brüksel bunu böyle bilsin!
Omonia ile Syntagma arası (Aksaray-Taksim), ki taş çatlasa 2 km, sağlı sollu saydım tam 7 kitapçı var. Üstelik her biri çok şık, çok rahat...Tıklım tıklım olmalarına rağmen. Vitrinlere çıkanlar arasında DVD olarak "Babam ve Oğlum" ile "Kuzina Politika" filmleri. Kitaplardan Orhan Pamuk'la Orhan Kemal'e rastladım. Fransa'da İngiltere'de en fazla bir ay önce çıkmış çok satan romanlarla önemli siyasal kitaplar da hemen çevrilmiş. Nefis bir İzmir albümüne rastladık. Büyük boy, kuşe kağıda basılmış, Yangın/Katastrof öncesi sepia fotoğraflarla süslü Yunanca/İngilizce bir kent albümü. Atina'da genç yaşlı İngilizce konuşmayana rastlamadık.
Gazeteciliği meslek olarak seçmemde çok etkili olan Costa Gavras'ın "Sıkıyönetim" filminin DVD'si sandım, meğerse Theodorakis'in film müziğiymiş, olsun, hemen kaptım.
Hayal meyal de olsa AB öncesi Atina'yı hatırlıyorum. Daha bir Sirkeci havası vardı kentte. Sirkeci havası mevzi olarak sürüyor bazı semtlerde. Ama bir temizlik, bir ayağa kalkma, bir modernleşme (olumlu anlamda) gösteriyor kendini. Bu arada çok sayıda siyah, Arnavut ve Slav göçmen ya da kaçak işçi süslemiş sokakları.
Atina hakiki bir AB kenti mi?
Üç gün boyunca gerek kendi aramızda gerek Yunan arkadaşlarımızla bu AB boyutunu konuşup durduk. Portekiz ve İrlanda ile birlikte Yunanistan, AB fonlarından, yardımlarından en çok yararlanan ülke. Ama artık o kaynaklar tükendi. "Sadece AB değil, bu küreselleşme ve neoliberal politikalar yüzünden Yunanlıların geleneksel yaşam tarzı da değişiyor menfi olarak" dedi Stelyo. Gerçekten de eğlence ve keyfe düşkün Yunanlar sanki eskisi kadar eğlenmiyor. Siesta Tanrısına henüz kimse dokunamamış ama işte rekabet, borsa, dolar-avro paritesi filan derken de o sevimli Akdeniz miskinliğini rahatsız etmişler biraz. Yine de sokakta yürüyen insanların yüzünde, bizim Beyoğlu'ndaki simalarda pek nadir rastladığımız bir rahatlık, gevşek bir gülümseme hatta hoş bir boşvermişlik var. Kadınlar bakımlı, işveli cilveli, adamlar gırgır ve boşverci.
Plakçıda Hacıdakis'in eski kayıtlarını bir de Savopulos buldum. "Rumeli ve İstanbul Türküleri" ile "Karadeniz Havaları" başlıklı CD'ler Atina'da Türkiye'ye oranla daha fazla revaçta. Ama esas müzikal keşfim "Café Oran" oldu. Cezayir Musevisi piyanist Maurice El Médioni "PianOriental"de, Arap, Klezmer havalarını Küba ritimleriyle karıştırmış. Enfes bir sentez. Arapça, Fransızca, İbranice söylüyor şantör.
Yunanca bilmemek dezavantaj. Neyse ki Herald Tribune her gün Katimerini'nin 4 sayfalık İngilizce ekini veriyor. Sokaklarda adım başı gazete bayii. Bilhassa tabloid popüler gazeteleri ayakta okuyor insanlar. Paris'te çarşamba sabahı bayiye çıkan, İstanbul'a ancak cumartesi günü ulaşabilen Canard Enchainé (Zincirli Ördek) Atina'ya perşembe sabahı varıyor.
Esnaf, tüccar, tanıdık, tanımadık, İstanbullu olduğumuzu öğrenince genelde sıcak ilgi gösteriyor. Bildiği Türkçe sözcükleri sıralıyor. İstanbul'un tanıdığı ya da gittiği semtlerinin isimlerini sıralıyor.
Son gün havaalanında Barbayanni rakılarını, reçineli beyaz şarapları, mastika likörlerini çantamıza koyup Yeşilköy'ün (Aya Stefanos) yolunu tuttuk. Atina-İstanbul uçak yolculuğu İstanbul-Bodrum kadar...(RD/TK)