"İçkale'de su içmeyin dostlar,
Bilin ki çeşmeden kan akar.
Karacadağ'ın taşları tükendi,
Diline özgürlük gelsin diye halkların."*
Dîyarbekir sıkça söz edildiği üzere eski, birçok kavmin uğrak yeri ve yerleşkesi, hepsinden önemlisi de her yerleşen kavmin bir şekilde kentin taşlarına izlerini kazıyıp bir sonrakine devrettiği bir kale şehir.
Yukarı Mezopotamya'nın içinde yaşayan insanlarıyla kesintisiz hayatın sürdüğü tek şehri.
Bu sebeple kentin bugünkü Kürt sahiplerinin, bütün zenginlikleri içselleştirerek geçmiş atalarıyla övünmeleri, gurur duymaları ve sahiplenmeleri boşuna değil. Yani Med, Hurri-Mitani, Asurî, Mervani, Emevi, Abbasi; özetle otuz dört kavmin varisleri olduklarını her fırsatta dile getirmeleri yabana atılacak bir vurgu olmamalı.
Tabii ki bunlar afakî olarak havadan edilmiş laflar da değil. Bütün bu belirlemeleri, çıplak gözle sıradan bir coğrafya gezgininin el yordamı-göz kararı ile fark etmesi de mümkün.
Bu mümkünatın en kadirbilir mekânı elbette eski saray bölgesi olarak anılan İçkale'dir. Kenti kalkanbalığı görüntüsü şeklinde çepeçevre kuşatan 5,5 kilometre uzunluğundaki dört kapılı seksen iki burçlu tarihi kent surlarının kalkan balığının baş kısmına denk gelen bölümü kentin bütün çağlar boyunca yönetim erkinin mekân olarak kullandığı Virantepe-Hemadek höyüğünün çevresi olarak da bilinen İçkale bölgesidir.
İçkale tarihi sur beldesi içinde ikinci bir sur bedeni ile çepeçevre müstahkem bir mevkide konuşlanmıştır. İçkale surlarının kentin genel ve büyük surlarına ek olarak, başta Saraykapı olmak üzere dört kapısı on altı burcu vardır.
İçkale'ye bundan yaklaşık sekiz yüzyıl evvel Artuklu Hükümdarı tarafından yaptırılan ve hâlâ ayakta olan Artuklu kemerinin altından geçilerek girilir. Milat öncesi 3 binli yıllara dayanan 5 bin sene öncesindeki Hurri-Mittani geçmişinden bugünlere kadar akıp gelen şehrin uzak kültürel hafızasının orada, Hemadek Höyüğünün altında olduğuna inanılır.
Kayıtlar öyle gösterir, çünkü 1960'lara kadar yapılan arkeolojik kazılarda sekiz yüzyıl evvelki sarayın mozaik zeminli havuzuna kadar izlerin bulunduğu bilinenlerden ve kayda düşendir.
Günümüzde "otomasyon" olarak dillendirilen sibernetik biliminin temelleri sayılacak İsmail Eb-ul İz El Cezeri'nin, suyun kinetik enerjisinden yararlanmak sevdası ile projelerini, hayalleri ve düşlerini hem uygulayıp hem de yazdığı çizdiği "Kitab-ül Hiyel" sekiz yüz yıl evvelki düşlerin saray ortamında "otomat"larla, robotlarla gerçeğe dönüşmesinin heyecanını anlatır.
Cezeri'nin, "Uygulamaya dönüşmeyen bilimin, doğru ile yanlış arasında muallâkta kaldığını gördüm" dediği ve bu nedenle robotlarını yapıp denediği yerdir Artuklu Sarayı ve İçkale...
Tabi sadece uzak kültürel hafıza değil, şehrin yakın denebilecek son yüzyıllık siyasal ve toplumsal hafızası da oradadır. 1915 Büyük Felaketinin Ermeni mağdurlarına dair karar, emir-ferman, zulüm ve toplanma mekânıdır. 1925 Şêx Saîd kıyamının hemen ertesindeki sorgulamaların ve yargılamaların yapıldığı mekândır.
1870'li yıllardan 1990'lı yılların sonuna kadar kesintisiz olarak kentin cezaevi, cumhuriyet öncesi ve sonrasında da uzunca bir süre kentin yönetim erkinin konumlandığı mekân, adliye, savcılık binaları ve cezaevinin güvenliğinden sorumlu jandarma birliğiyle birlikte İl Jandarma merkezinin bulunduğu bir merkezdi İçkale.
Milat öncesi 1300'lü yıllarda, yani bugünden 3 bin küsur yıl evvel Asur Kralı 1. Adad Nirari'den kalma kılıcın kabzası üzerinde adı kazılmış şehrin, Amid diye. O gün bugündür bahtı, kılıçtan damlayan kanla yazılmış şehrin. Surların koyu gri kasvetli bazalt taşından kan sızmış toprağa ve sur bedenine soranlara bakmayın damlayan kan kızıllığına, kızılcık şerbeti içtim ondandır demiş şehri kadimin bazalt taşları.
Bu denli geniş ve tarifkâr bir girizgâha sebep, son birkaç yıldır bir kent kültür kompleksi olarak hizmete sunulmak amacıyla restore edilen İçkale yapılar bütününün; cezaevi duvarı ile Saint George Kilisesinin arasındaki boş alanında yapılan kazı çalışmaları esnası ve kazıların bulunan izlerden sonra devamında bu yazının yazıldığı tarih itibariyle bulunan 38 insana ait kafatası ve kemiklerinin serencamı ile ilgilidir.
Çokça ses dile getirildi.
İktidar partisi vekillerinden biri Şêx Saîd döneminden kalmış olabileceğini (Şêx Saîd'in torununun basına farklı beyanına rağmen), bir diğeri de üstelik mimar olanı, heyelan sonucu cesetlerin toprak altında kalmış olabileceğini ifade ettiler.
Oysa bu iki tezi de yukarıdaki anlatı çürütmeye muktedir. Birincisi, tarihi İçkale 5 bin yıldan bu yana Karacadağ'ın aktif volkanken püskürttüğü lavların Dicle ile buluştuğu noktada bazalt bir taş kütlesine dönüştüğü plato üzerinde kurulduğundan çok muhkem bir mevki ve yapılar manzumesidir.
Heyelan tehlikesi olabilecek bir toprak yığılması ve kayması o alan içerisinde mümkün değil. İkincisi ise çıkan kemik ve kafataslarının seksen santimlik bir kazı derinliğinden çıkıyor olması ve henüz çürüyüp ufalmayacak dirilikte olmasıdır.
Yani cesetlerin üzerini örtecek kadarlık bir toprak birikintisi vardır ortada. Ve Şêx Saîd'in torunu yaptığı basın toplantısında dedesinin ve arkadaşlarının mezar yerinin Dağkapı'da, şimdiki Üniversal Özel Hastanesi ile Orduevi arasındaki bir noktada olması gerektiğini ifade ediyor.
Yetmişli yıllarda defalarca dönemin siyasi tutuklularından kimi arkadaşları ziyaret amacıyla gittiğim o kazı alanının üstünde halk arasında "çete koğuşu" diye anılan çocuk koğuşu ve yanında da kadınlar koğuşu vardı.
Siyasiler de o çocuk koğuşu bölümünüm bir başka avlusundaki koğuşlarda yatıyordu. Zaten o bölüm cezaevine eklenti gibi yapılmış yarı prefabrik bir yapı görümündeydi. 12 Eylül'le birlikte siyasi tutuklular "Diyarbakır Beş Nolu"ya götürüldü ve eski cezaevinin eklenti yapıları da temizlenince, şimdiki boş alan arkasındaki surlara dayandığı noktaya kadar açığa çıktı.
İşte kemikler ve kafatasları doksanlı yıllarda iyiden iyiye yapılardan temizlenmiş o boş alandan çıkıyor / çıkartılıyor.
1990'ların başında bölgede büyük bir felaket yaşandığının hem sanığı, hem tanığı, hem mazlumu, hem de mağduru olan Kürt halkı çok iyi biliyor ki; sayıları binlerle ifade edilen (kimi kaynaklara göre 17 bin) kayıplar var.
Bu kayıpların kimilerinin, doksanlı yılların JİTEM merkezinin İçkale'de olduğu gerçeğinden hareketle orada kaybedildiği, oraya götürüldükten sonra bir daha da izine rastlanmadığına dair kayıp yakınlarının ifadeleri, tanıklıkları var.
En azından son yirmi yıl öncesine kadar askerlik çağı gelenlerin askere alınma işlemlerinin yapıldığı bina, savcıların soruşturmalarını yaptığı Cumhuriyet Savcılığı, yargıçların adalet dağıttığı Adliye binası sonra da mahkûmların adalet tecelli etsin diye hapsedildiği o eski mahpusluk mekânının tam da yanı başında toprak altından fışkırıyor ve bulunuyor kemikler, kafatasları.
O hep arzulanan ama ertelenen "adalet" tecelli edecekse o kemiklerin ve kafataslarının hangi döneme ve kimlere ait olduğunu talep etme hakkı yurttaşın, izini sürüp bihakkın bulma görevi de devletin ve kurumlarının boynunun borcudur.
İnsanların, yakınlarının evlerinden alınıp götürüldüğü sabah, evlerinden canlı giden ama tıpkı bir ölüyü uğurladıkları döneme denk düşüyor doksanlı yıllar.
Araya yaklaşık yirmi yıl girdi. Kimi itirafçıların beyanlarına rağmen, arkeolojik kazı alanında tümüyle rastlantısal bir kanal kazı çalışması sonucu kemikler ve kafatasları ortaya çıktı ve kayıp yakınlarının bekleyişleri kadar uzun süren yirmi yıllık sessizlikleri bir anda bozuldu.
Kemiklerden ve kafataslarından iz sürerek yakınlarının ne zaman öldüklerini/öldürüldüklerini bilmiyorlardı ama nasıl öldürüldüklerini ve kemiklerin ve kafataslarının acaba kendi ölülerine mi ait olduğunu ve bir mezarının olabileceği beklentisi, bir de acılarıyla bekliyor şimdi kayıp yakınları... (ŞD/IC)
*Dağlıyan, Bedros. Yaya Turna. Pencere Yayınları. İstanbul. Ekim 2011