Tarih 11 Aralık 1974. Yer, Urfa'nın Viranşehir ilçesi.
Sınır boyunca kaçakçılık yapan 20 Kürt, Türk Silahlı Kuvvetleri (TSK) birimleri tarafından yakalandı. Bu olay, yakalananlar canlı bir şekilde tutuklandıktan sonra infaz edildiği için bölgede Viranşehir katliamı olarak anıldı.[1]
Viranşehir'de yaşananlar, Kürt coğrafyasında sınırları Türk ulus-devleti çizmeden önce var olan ticaret yollarının yasadışı ilan edilmesiyle temel geçim kaynakları "illegal" hale gelen sınır Kürtlerinin Türk devletiyle münasebetlerinde sıklıkla tekerrür eden kandan matufhalkalarından birisiydi.
Bunun ilk olmadığını herkes biliyordu, lakin son olması için ilk defa organize bir şekilde çaba gösterilecekti; bu haliyle Viranşehir'de yaşananları 33 Kurşun Olayı'ndan bile ayrı kılan bir tarihsellik söz konusu. Kürtler ilk kez Viranşehir katliamından sonra devlet baskısını açık bir şekilde kınamak için biraraya geldi.
Kuşkusuz, Türk devletinin işlediği bu fütursuz hak ihlallerinin yıllar yılı akıllarda ve yüreklerde biriktirdiği öfke ve toplumsal acı, vatandaşlarına hakkaniyetli davranmayan bir devletin pratikleri karşısında Kürtleri henüz filizlenmekte olan Kürt hareketine yönlendirecekti.
Lakin Viraşehir'de öfkeyi daha da alevlendiren gelişme yetkili askeri görevlinin "Peki neden?" sorusuna "Doğal Nüfus Kontrolü Yapıyoruz" demiş olmasıydı.[2]
Bölgenin ve Türkiye'nin birçok noktasından gelen "Komünist Kürtler"in bir isyan çıkaracağına inanan kolluk kuvvetleri nedeniyle protesto eylemi tanklar ve helikopterler eşliğinde gergin bir havada gerçekleşti.[3]
1974 yılında siyasi tutuklular için ilan edilen genel af sonrasında Kürt meselesinden dolayı yargılanmış veya yurt dışına kaçmak durumunda kalmış birçok öğrenci, aydın ve vicdan sahibi insan için bu protesto eylemi bir işaret fişeğiydi.
Bu kıvılcım sonrasında Kürt hareketine mensup örgütler bir dizi süreli yayın faaliyetine girecek, siyasi ve ekonomik eşitsizliklere, baskılara ve hak ihlallerine karşı sayısız protesto eylemi düzenleyecek ve bu eylemler 12 Eylül Darbesine kadar sürecekti.
Türk devletinin şiddet tekeline direnen Kürdi reaksiyonların 1924-1938 sürecinde kırılmasından bu yana Kürtler ilk kez devletin işlemiş olduğu hak ihlallerinin bölgede yaşayan insanların Kürt olmalarından ileri geldiğini, resmen adı konmamış olsa da Türkiye'nin geri kalan kesiminden farklı bir siyaset ve hukuk rejimine maruz kaldıklarına ilişkin bir bilinçlenme dalgası gelişecekti.
Tarih 28 Aralık 2011. Yer Şırnak'ın Uludere ilçesi.
F-16 uçakları ile kaçakçılık yapan 35 insan bombalanarak öldürüldü. Bazılarının bedenleri dahi bombardıman yüzünden paramparça olduğu için hala bulunamamakta.
Bu güncel durumun aslında tarihsel olarak süreklilik arz eden bir durum olduğunu 1943 yılında gerçekleşen 33 Kurşun ve 1974 yılında gerçekleşen Viranşehir katliamı üzerinden tespit etmek zor değil.
Diğer bir deyişle, "savaş" durumunun olmadığı koşullar içerisinde de Türk devletinin Kürtlere toplu mezarlar kazdırdığı tarihsel olarak ortaya konabilir. Lakin Uludere'de 35 sivilin öldürülmesi Kürt meselesinin tarihçesine ilişkin bir dönüm noktasıdır.
Neden bu insanlık dışı durumun yeni bir tarihsel kırılma noktası teşkil ettiğini Adalet ve Kalkınma Partisi'nin (AKP) Kürt meselesinde son dönem stratejisinin çözümlemesi üzerinden açıklamaya çalışalım.
PKK-MİT görüşmelerinin çözüm doğrultusunda bir sonuç üretemeyeceği ayyuka çıktıktan sonra Kürt meselesi bağlamında AKP iktidara geldiği günden itibaren dolaşıma sokmadığı bir strateji kullanılmaya başlandı.
Bu yeni projenin yürürlüğe konması, AKP'nin devletin şiddet/güvenlik kurumları üzerindeki hegemonyasının maksimum düzeye ulaştığı ve medya üzerinde kurduğu tahakkümün doğal sınırları zorladığı paralel bir süreçte gerçekleşmekte. Bu projenin iki temel amacı vardı.
Birincisi, Kürt hareketinin silahlı mücadele ile siyasi sonuçlar üretme kapasitesini mümkünse tasfiye etmek değilse de asgariye indirmek ve legal siyaset mecralarında Kürt hareketine siyaset üretme alanı bırakmamaktı.
İkincisi, ilk amaç kısmi olarak gerçekleştikten sonra Kürt hareketi ile Kürtler arasındaki siyasi ve duygusal bağı zayıflatacağına inanılan hamleleri pratiğe geçirmekti.
Anadil gibi birtakım temel hakların sağlanmasını öngören bir dizi reform aracılığıyla Kürtlerin Kürt hareketinin legal veya illegal kanatlarına verdiği desteğin orta vadede zayıflayacağına ve uzun vadede marjinal kalacağına inanılmaktaydı.
Bu amaçlara ulaşmanın yöntemi ise Milli İstihbarat Teşkilatı (MİT), Türk Silahlı Kuvvetleri (TSK), yargı ve emniyet kurumlarının koordineli bir şekilde tek merkezden idare edilmesi olarak belirlendi. Üç temel taktik kullanıldı:
* MİT'in sağlayacağı istihbarat ile TSK'nın PKK gerillalarına yönelik nokta operasyonları düzenlemesi.
* KCK operasyonları aracılığıyla yargı kurumlarının legal alandaki Kürt siyasetçilerin, silahların susmasından yana olan entelektüeller ile gazetecilerin tutuklanması veya sindirilmesi.
* Cilalanmış yeni savaş teknolojisi söylemi ve 90'lardaki devlet pratiğinin tekerrür etmeyeceğine ilişkin söylem üzerinden medya aracılığıyla "başka yol yok" argümanına kitleleri inandırmaktı. Tüm bu taktiklerin sonuç üretmesi aslında tek bir dinamiğe bağlıydı: AKP'yi yeni "terörle mücadele" stratejisinden geri adım atmaya sevk edebilecek ve medya manevraları ile üstü örtülemeyecek raddede sivil kayıpların gerçekleşmemesine.
Nitekim Kürt halkına yönelik 90'larda uygulanan zorla göç ettirme, kaybettirme, sistematik işkence yapma gibi yöntemlerin kitleleri Kürt hareketine yönelttiğinin bilgisi halihazırda mevcuttu.
Bu şekilde, Kürt hareketine karşı savaşan ama Kürt halkına karşı savaşmayan bir devlet stratejisi iddiasıyla orta vadede PKK ve Barış ve Demokrasi (BDP) zayıflatılacak, işlerin yolunda gittiğinden emin olunduğunda II. Demokratik açılım tartışması başlatılarak orta vadede Kürt hareketinin yaslandığı meşruiyet zemini ortadan kaldırılacaktı.
Nitekim, AKP'nin bu yeni stratejisinin temel hedefi Türk komuoyundan ziyade Kürtlerdi.
Lakin Uludere'de 35 sivilin öldürülmesi hemen herkesin bilip de bilmemezlikten geldiği bir gerçeği yüzümüze vurdu: Sivillerin öldürülmediği bir savaş yeryüzünde hiçbir zaman mümkün olmadı.Yeni teknoloji söylemine yaslanarak televizyon programlarında ikna turları atan "terör uzmanları" Uludure vakasında Türkiye'deki savaşın gerçekliği karşısında spekülasyon yapmaktan bir adım bile ileri gidemeyecektir.
Günümüzün savaş endüstrisinin en gelişmiş araçlarıyla dahi sivillerin desteklediği silahlı güçleri sivilleri katletmeden gerçekleştirmek mümkün değil.
Sivil kayıpların ortaya çıkması savaş gerçekliğine içkin bir durumdur. Şiddet araçları kullanarak karşıtını "en kısa sürede ve en etkin şekilde yok etme" saikinin doğası gereği hem gerilla gruplarının gerçekleştirdiği eylemlerde hem de devletlerin giriştiği operasyonlarda sivil kayıpların olması kaçınılmazdır.
Hele psikolojik savaş manevraları ile gerçekliği soğrulamayacak deredece net olan toplu sivil kayıpları projenin temel amacını baltalayabilir.
Özellikle karşıtına yaşam sahi tanımamaya şartlanmış, meselenin siyasi-toplumsal veçhesini görmezden gelme konusunda ısrarı kristalize olmuş bir ideolojik perspektif şu noktaya demir atar: Askeri kapasite üstünlüğü inancı ile devletler nezdinde durmadan yeniden kurulurken "sivil' ve milis" ayrımını kusursuz bir şekilde gözetmek adına zaman harcamaya hiçbir zaman meyilli olamaz -eğer devletler sivil öldürmekten siyasi bir kazanım sağlamıyorsa elbette.
Bu nedenle, devletler, ezilen gruplar adına temsiliyet iddiasında bulunan silahlı gruplara karşı şiddet araçlarını dolaşıma sokarken her halukarda ezilen halkın desteğini kısmen veya tamamen kaybetme ihtimali ile gün be gün karşı karşıyadır.
Amerika Birleşik Devletleri'nin (ABD) Afganistan ve Irak örneklerinde İHA'lardan sağlanan bilgiler üzerinden katlettiği sivillerin sayısının dahi bilinmemesinin nedeni kuşkusuz ABD'nin askeri teknolojisinin Türkiye ordusundan daha geri olması değildir, halk destekli gerilla örgütleri ile savaşmanın kendisinin tanım gereği bu tür katliamlara açık olmasıdır.
AKP'nin Uludere'de öldürülen 35 Kürt hakkında kriz yönetim biçiminden Kürtler nezdinde yeni stratejinin itibarını kurtarabilecek bir adım at(a)mayacağı aşikar görünmekte.
Bunun en bariz göstergesi hiçbir devlet görevlisinin cenaze merasimine gitmeye cesaret dahi edememiş olmasıdır.
Çok kısa süre içerisinde yüksek rütbeli askerlerin ve istihbaratçıların görevden alınma olasıklarına ilişkin Kürtleri tatmin edecek bir açıklama yapılmamış olması da AKP'nin bu kriz durumunu aşamayacağını göstermektedir.
Bu durumda savaş açmazına giren AKP'nin yeni terörle mücadele stratejisinin itibarını en azından Türkler nezdinde kurtarmak adına daha agresifleşeceğini ve savaşın kısa-vadede yükselişe geçeceği öngörüsünde bulunulabilir.
Tarihi doğru okumayı bilenler, nice egemenlerin kati suretle inandıkları karmaşık savaş planlarının savaşa içkin niyetlenilmemiş sonuçlar nedeniyle kaybedildiğini iyi bilirler.
Lakin AKP hükümeti ve nam-ı değer 'terör uzmanları' çevresi Türkiye'de 1990'larda yaşanan savaş dinamiklerinin egemenleri nasıl içinden çıkılamaz bir hale getirdiği konusuna pek iyi çalışmamışlar.
Eğer savaş pratiklerine son verilmezse, bir yıl içerisinde sayısı hiç tahmin bile edilemeyecek derecede insani kayıplara ve özellikle metropollerde iç savaşa sürüklenmemiz ve AKP'nin de savaşın kendilerini götürdüğü yerde kendini bulması hiç de uzak bir olasılık değil. (HE/BA)
* Harun Ercan, SUNY-Binghamton, Sosyoloji Bölümü Doktora Öğrencisi
[1] Roja Welat, 1977, 'Ceylanpınar'da Bir 14. Lui, Ya Da Murtaza' Sayı 1, Sayfa 5. Bazı kaynaklarda Viranşehir'de öldürülen köylü sayısı 10 veya 11 olarak da verilmektedir.
[2] Nurettin Elhüseyni ile derinlemesine görüşme, 8 Nisan 2009, İstanbul.
[3] İbrahim Güçlü ile derinlemesine görüşme, 2 Eylül 2008, Diyarbakır.